Güneş yavaş yavaş dağın yamacından süzülürken kamp alanı yumuşacık bir ışığa bürünmüştü.Ağaçların üstünde ince bir sis perdesi vardı, kuşlar uyanmış, ateşin közleri hâlâ sönmemişti.
Seher, ince bir hırkayla dışarı çıktı. Saçlarını at kuyruğu yapmıştı, uykusuz ama huzurluydu. Az ileride Elif, termostan çay dolduruyordu.
Can ise çadırından hâlâ çıkmamıştı; ama sabah neşesini katacak birinin eksikliği çok uzun sürmezdi.
Seher yavaşça Elif’in yanına yaklaştı.
“Sabahın serinliğine rağmen içim sıcak,” dedi usulca.
Elif ona döndü ve gülümsedi. Gözlerinde hem huzur hem utangaç bir ışıltı vardı.
“Benim de,” dedi. “İlk kez gerçekten sıcacık bir sabaha uyandım.”
Seher gözlerini kısmış, çayı koklarken Elif’i süzüyordu.
“Dün gece ateşin başında ne oldu anlatacaksın, değil mi?”
Elif gözlerini kaçırdı.
“Bir şey olmadı ki…”
Seher hemen omzuna hafifçe dokundu.
“Elifçim, bu kadının gözünden bir şey kaçmaz. Hadi anlat. Kalbinin sesi hâlâ yankılanıyor yüzünde.”
Tam o sırada Can büyük bir esneme sesiyle çadırdan çıktı. Kocaman bir gülümseme, dağınık saçlar ve her zamanki enerjiyle:
“Gün doğmuş da haberimiz yok mu Günışıklarım?” dedi kollarını açarak.
Seher ufak bir kahkahayla karşıladı onu:
“Cancağızım sabah sabah enerjini nereye saklıyorsun acaba?”
Can onların yanına gelip yere kuruldu. Elif’in elindeki bardağa uzandı.
“Pıtırcığım bir bardak da bana koyar mısın? Hemen ardından sorguya alacağım seni çünkü.”
Elif gözlerini devirdi ama içten içe yüzü kızarmıştı.
“Ne sorgusu şimdi bu?”
Seher çoktan başlamıştı zaten:
“Elif dün gece çadırına giderken gördüm yüzünde bir şey vardı. Böyle huzur, tatlı bir gerginlik, minnet ama aynı zamanda gözlerinde bir parıltı.”
Can hemen araya girdi:
“Yani kısaca: aşkın tokadı değmiş suratına, diyorsun.”
Elif önce susmak istedi ama dayanamadı. Bardağını iki eliyle tuttu.
“Tuğrul dün gece ateşin başına geldi.”
Seher hemen “Hııııı” diye bir ses çıkardı.
Can ise, “Biliyorum! Çıkarken gördüm. Ama belli etmedim. Bakalım ne olacak diye düşündüm.”
Elif utangaç bir gülümsemeyle devam etti:
“Konuşmadık uzun uzun. Ama her şey konuşulmuş gibiydi. Sadece yanında oturdu, sonra ceketiyle üzerimi sardı… Başımı göğsüne yasladım…”
Seherin gözleri dolmuştu neredeyse.
“Senin için ne kadar büyük bir adım bu biliyor musun?”
Can bardağını kaldırdı, “Aşka içelim mi bu sabah? Hadi çayları kaldıralım: Tuğrul ve Elif’in gecesine!”
Elif utançla başını eğdi, “Dalga geçmeyin yaaa.”
Seher gülümsedi:
“Hayır, dalga değil. Ciddi ciddi gururluyum senin adına. Sen hep sustun, hep içinde yaşadın. İlk kez kalbinin sesine izin verdin.”
Can göz kırptı:
“Ayrıca şu asker adam da kendini sana kaptırmış belli ki. Bakışları hâlâ aklımda. Dün o sarıldığında yüzünü görseydin, çadırı sırtlayıp giderdin vallahi.”
Seher bir an duraksadı.Sanki kendi içinde de bir parça hareketlenmişti.
Elif hemen fırsat bildi, “Peki sen, Seher? O geceyi hiç konuşmadık ama senin suratında da bir kırıklık vardı.”
Seher dudaklarını ısırdı. Başını öne eğdi.
“Savaş bir önceki gece geldi. Ateşin başına.”
Can ve Elif aynı anda:
“NE?!”
“Evet geldi. Sessizce oturdu. Sonra konuştu. Özür diledi.”
Can yerinden fırlayacak gibi oldu:
“Gerçekten mi? Neler söyledi?”
Seher gözlerini ufka çevirdi.
“Yıllar önce yaptıkları için özür diledi işte. Ama ben affedemedim. Henüz değil.”
Elif onun elini tuttu.
“Zaman belki zamanla.”
Seher başını salladı.
“Belki. Ama bir özürle kalbimin on yılını geri getiremez.”
O an kısa bir sessizlik oldu. Herkes kendi kalbine dönüp bakmıştı.
Sonra Can ellerini çırptı.
“Tamam! Bu kadar duygusallık yeter! Hadi kahvaltı sonrası çiçek avına çıkıyoruz! Endemik türler bizi bekler!”
Seher gözlerini devirdi.
“Çiçek değil Can. Bitki!”
Can gülümsedi, “Ama sizin aşk hikâyenizden sonra, hepsi birer çiçek bana göre.”
Üçlü, o sabah hem kalplerini hem kahkahalarını topladı. Sessizliklerinden güç aldılar. Ve hayatın içinde yeniden birbirlerine sarıldılar.