Ateş Karahan
Sabah güneşi, henüz konağın avlusuna düşmemişti.
Her zamanki gibi odamdaydım…
Bir fincan sade kahve, önümde…
Pencerenin yarı açık perdesinden içeri süzülen serin hava…
Dışarıda kuşların sesleri.
Koca konak kalabalıktı ama…
Benim odamda hep sessizlik vardı.
Belki de tek sığındığım yerdi burası.
Hayatın yükünü, aşiretin derdini, insanın ihanetini...
Hepsini bu kapının dışında bırakırdım.
Burada ne ağa vardım... ne hesap soran.
Sadece... Ateş'tim.
Bir fincan kahve, ve bir pencere...
Ve kendime kalabilmek için kurduğum küçük dünya.
Odamın kapısı sertçe çalındı.
“Gel,” dedim.
Anam içeri daldı.
Yüzü bembeyaz, gözleri telaşlıydı.
“Ne oldu ana? Ne bu halin?”
“Adar…” dedi, nefesi kesik kesik…
“Oğlum, kalk… Koş! Adar gitti… İsmet’i öldürecek!”
Gerisini getiremedi.
Ben ise yerimde duramazdım artık.
Kalktığım gibi kahvemi bıraktım, odadan çıktım.
Ayakkabımı bile tam giymeden arabaya koştum.
İsmet’in evine sürerken, kafamda tek bir cümle dönüp duruyordu:
“Adar… ne yaptın sen?”
İsmet…
Teyzemin kocası.
Teyzem toprağa gitti, geriye Dila ve Ahmet kaldı.
Adar…
O deli çocuk…
Küçüklüğünden beri Dila’nın gözünün içine bakar.
Ama Dila…
Hep çekingen, içine kapanık bir kızdı.
Kimi zaman Adar’ı hiç görmedi sandık.
Kimi zaman… gördü de, babasından korktuğu için başını bile kaldıramadı.
Her sabah kardeşi Ahmet’i okula götürürken, o sessiz adımlarıyla gelip geçti önümüzden…
Adar sustu.
Dila sustu.
Ve bu suskunluk ikisinin arasında koca bir duvar gibi durdu.
Ama bugün…
Adar’ın aklını başından alan neydi?
Bu kadar susan birini böyle delirten şey…
Ne olabilirdi?
Bunu öğrenmeden, hiçbir şeyi yoluna koyamazdım.
Arabayı sokağın başında sertçe kenara çektim.
Kapıyı açık bırakıp indim.
Adar’ın sesi, bahçenin içinden geliyordu.
“Bırak! Diyeceğimi dedim ben!”
Hızla adımlarımı sıklaştırdım.
Evin avlusuna girdiğimde…
Adar, İsmet’in yakasına yapışmıştı.
Öfkeden yüzü kıpkırmızıydı.
İsmet… o alaycı, pis gülüşüyle Adar’ın gözüne bakıyordu.
“Ne oldu? Karahan’ın ağası, delikanlı mı kesildi şimdi?”
Adar yumruğunu kaldırmıştı ki…
“Adar!” diye seslendim.
Sesim bahçede yankılandı.
O an… Adar, donup kaldı.
Yumruğu havada, nefesi kesik…
Başını çevirdi, göz göze geldik.
“Bırak,” dedim.
“Çek elini, Adar.”
Bir an tereddüt etti.
Sonra yavaşça İsmet’i itti.
Yüzüme baktı.
İçindeki öfke hâlâ gözlerinde çırpınıyordu ama…
Sözüm, onun elinden daha ağırdı.
İsmet, üstünü silkeledi.
“Bak hele… Ağamız da geldi.”
Sesi iğne gibiydi.
Ona döndüm.
Sakin…
Ama gözlerim üstüne çakılıydı.
“İsmet…” dedim, sesimi bastırıp.
“Ne oluyor burada?”
İsmet, yakasındaki kırışıklığı düzeltirken alayla baktı.
“Bir şey olduğu yok. Kızımı evlendireceğim. Ama kardeşin Adar’a ne oluyorsa… karşıma dikilmiş hesap soruyor.”
O anda Adar öne atıldı.
“Abi! Bu şerefsiz Dila’yı para için yaşı başı geçmiş bir adama satacak! Biz zaten her ay bu adama Dila’yla Ahmet için para vermiyor muyuz?”
İçimde bir şey koptu.
Yumruğumdan önce, elim İsmet’in yakasına yapıştı.
Yüzüne eğildim, gözlerim gözlerine değdi.
“Bu doğru mu lan?
Yaptın mı öyle bir şerefsizlik?”
İsmet’in yüzü gerildi, sesi burun kıvırır gibi çıktı.
“Kız benim kızım. İstediğime veririm. Size ne?”
“Bize ne, ha?”
Yumruğum suratına oturdu.
Bir adım sendeledi.
Ben tekrar yaklaştım.
“Dila nerede? Konuşacaksın.”
İsmet dişlerini sıktı.
“Dila mila yok! Defolun gidin evimden!”
Tam o an…
Evin kapısı hızla açıldı.
Ahmet, nefesi kesilmiş gibi koşarak geldi.
“Ateş abi!” diye boynuma atladı.
“Aslanım, ablan nerede?”
Ahmet’in gözleri doluydu.
“Babam… kömürlüğe kitledi! Ateş abi, ne olur… ablamı kurtar! Bizi buradan götür…”
İsmet’in sesi arkamızdan kesik ve sert geldi.
“ Ben sizin babanızım!”
Ahmet’in elinden tutup yürümeye başladım.
Kömürlüğe yöneldim.
Arkamdan İsmet’in sesi, artık sönen bir tehdit gibi yankılandı:
“Bu iş burada bitmez, Ateş!”
Durmadan, ardıma bile bakmadan söyledim:
“Doğru…
Bu iş, tam da şimdi başlıyor.”
Kömürlüğün kapısına geldiğimde, paslı demir sürgü sıkıca kapalıydı.
Elimle yokladım içeriden de desteklemişlerdi.
Ahmet sessizce yanı başımda durdu, gözleri korkuyla büyümüştü.
“Geri dur, aslanım.” dedim usulca.
Omzumu kapıya yasladım.
Bir nefes aldım.
Sonra bütün gücümle bastım.
Kapı, çat diye açıldı.
Eski menteşeler uğuldayarak yere çöktü.
Kömürlüğün karanlığında…
Bir köşeye sinmiş, dizlerini karnına çekmiş Dila.
Başını kalkan tozu bastırmak istercesine eğmişti.
Saçları dağılmış, elleri titriyordu.
Işık içeri vurunca, gözleri kısıldı.
“Dila…” dedim.
Sesimde ne öfke vardı… ne korku.
Sadece bir insanın, bir başkasına uzattığı el kadar sade bir ses.
Başını yavaşça kaldırdı.
Gözleri bana değdiği an…
O an her şey sustu.
Birkaç saniye… sadece baktık birbirimize.
Sonra, dudağı titreyerek fısıldadı:
“Abi…”
Diz çöktüm, elimi uzattım.
“Haydi… Kalkıyoruz. Bu evde biten bir şey varsa… o da senin korkuların.”
Dila, yavaşça elimi tuttu.
Eller buz gibiydi …
Arkamızdan Ahmet’in küçük sesi geldi:
“Ateş abi… bizi götür…”
Başımı çevirmeden cevap verdim:
“Ben nereye gidersem, siz de oraya.”
Kömürlükten çıktığımızda, İsmet avlunun ortasında durmuş…
Ne bağırabiliyor, ne bir şey diyebiliyordu.
Göz göze geldik.
Sert, kısa, net konuştum:
İsmet.
Dila’ya, Ahmet’e… bir daha yan gözle bile bakarsan…
O zaman ben sana gerçekten kim olduğumu hatırlatırım.”
Ahmet, sessizce Dila’nın elini tuttu.
Adar ise arabasının yanında, başı önünde bekliyordu.
Ne bize baktı…
Ne tek kelime etti.
Sessizce direksiyonun başına geçti.
Ben de Dila’yla birlikte kendi arabama yöneldim.
Ahmet, usulca arka koltuğa geçti.
Dönüş yolunda, arabada sessizlik vardı.
Ahmet arka koltukta, başını dizlerine çekmişti.
Dila, yanımda…
Küçücük bir kız gibi cama bakıyordu.
Ellerini dizlerinin üzerinde kenetlemişti.
Bir süre direksiyon başında sustum.
Ama sustukça, içimde birikeni taşıyamaz oldum.
“Dila…” dedim, gözümü yoldan ayırmadan.
Başını hafifçe çevirdi.
Gözlerinde hâlâ o kırgınlık, ama altında bir kıvılcım gibi duran umut vardı.
“Bundan sonra… ne sen o eve döneceksin…
Ne de kardeşin.”
Dila gözlerini kaçırmadı bu defa.
Kısık bir sesle sordu:
“Peki… nereye?”
Başımı çevirdim, göz göze geldik.
“Eve…
Benim evime.
Bu saatten sonra…
Benim kardeşim olarak.”
Dila’nın gözleri doldu.
Sanki o an… ilk kez biri ona ‘kardeşim’ demiş gibi.
Arka koltuktan Ahmet’in sesi geldi.
“Peki babam…?”
Derin bir nefes aldım.
“Baban… artık sadece kendine babalık yapar.”
Kimse başka birşey sormadı.
Konağa döndüğümüzde…
Annem, babam, babaannem, kardeşim Asya… hepsi avluda bizi bekliyordu.
Ama bizi gördüklerinde…
Hele ki Dila’yla Ahmet’i yanımızda görünce…
Herkesin yüzü aydınlandı.
En çok da Asya’nın.
Asya ile Dila…
Yaşıtlar, on sekiz oldular.
Küçüklükten beri kardeş gibiydiler.
Bu haber… en çok Asya’nın yüreğine su serpti.
Kimse tek kelime sormadan, Dila ve Ahmet’e sarıldılar.
Ben sessizliği bozdum:
“Bundan sonra… Dila ve Ahmet bizimle yaşayacak.” dedim.
“İkisine de güzelce birer oda hazırlayın.
Asya… sen Dila’ya yardım et.
Ahmet de sizinle çıksın yukarı.”
Asya hemen Dila’nın elinden tuttu, koluna girdi.
Ahmet, ablasının arkasından sessizce yürüdü.
Onlar merdivenden çıkarken…
Biz, avluda kaldık.
Annem ilk soran oldu:
“Oğlum… ne oluyor böyle?”
Gözlerimi kısarak cevap verdim:
“Ana… İsmet, Dila’yı başlık parasına satacakmış.
Kızcağızı kömürlüğe kilitlemiş…
Ahmet de korkudan titriyordu.
Bundan sonra bu ev onların evidir.”
Annem başını yere eğdi.
Derin bir iç çekti.
Tam o an…
Babam lafa girdi.
“Oğlum…
Diğer aşiret ağaları bu işe ne der, düşündün mü?
Tamam, Dila bizim kızımız.
Ama… bu evde nikâhı düşen iki erkek var.
Düşmanımız çoktur.
İsmimizi kirletmek için fırsat bekleyen çok…
Namusuna laf getirirler.”
Söz bitmeden…
Adar atıldı:
“Kimse Dila’nın namusuna laf edemez!
Edenin boynunu koparırım!”
Babaannem, bastonunu yere vurdu.
Sakin ama net konuştu:
“Doğru dersiniz oğul…
Kızın adını çıkarırlar.
Dila’yı hepimiz çok severiz…
Ama böyle olmaz.
Bir yolunu bulmamız lazım.”
Avluda…
Sözlerin ağırlığı duvara çarpar gibi çınladı.
Birkaç dakika herkes sustu.
Sonra ayağa kalktım.
“Asya!” diye seslendim yukarıya.
Asya, merdivenin başında göründü.
“Buyur abi?”
“Dila’yı yanıma gönder, hemen.”
Asya tereddüt etmedi.
Bir dakika sonra…
Dila, yavaş adımlarla avluya indi.
Gözleri yerdeydi ama yüzünde korkudan çok, merak vardı.
Yanıma geldiğinde, babam, annem, babaannem… herkesin gözleri onun üzerindeydi.
“Gel, Dila.” dedim.
Yanıma oturdu.
Kafasını hafifçe kaldırdı, gözleri bana değdi.
“Dila…
Bize anlat.
Ne oldu?
Babam da burada, annen de…
Aileniz biziz artık.
Korkma.
Kimse sana zarar veremez.”
Dila, dudaklarını ısırdı.
Birkaç saniye nefes alıp verdi.
Sonra gözleri dolu dolu ama sesi titremeden konuştu:
“Ben…
Ahmet’i okula götürüyordum.
Ahmet’in öğretmeni — Masal…
Bana ders anlatmaya başladı.
Sonra… onun sayesinde açık liseye kayıt oldum.
Sınava girdim…
Babam bunu öğrenmiş.
O yüzden…
Bir hafta sonra…
Beni, kırk yaşında dul bir adama vermeye karar vermiş.
Başlık parasını almış bile…
Ben karşı çıkınca… beni kömürlüğe kapattı.
Ahmet ağlayınca… onu da dövdü.
Annem eliyle ağzını kapattı.
Babaannem başını yere eğdi.
Babam sessizce başını salladı.
Ben derin bir nefes aldım.
“Bize neden söylemedin, Dila?”
Dila gözlerini bana çevirdi.
“Söylesem…
Ya bana inanmazsanız diye korktum.
Babam…
‘Kimse sana inanmaz’ dedi.”
Başımı eğdim.
Adar dişlerini sıktı, gözlerini kaçırdı.
O an…
Babaannem konuştu:
“Bu kızın sahipsiz olmadığını herkes bilsin.
Ama akıllıca bilsin.
Dila burada kalacaksa…
Adını da, onurunu da biz koruyacağız.”
Babam yavaşça başını kaldırdı.
“Doğru…
Bu işi yarım bırakmak olmaz.
Ateş…
Bunun yolu neyse… biz senin arkandayız.”
"O an kararımı verdim… Ama kim derdi ki, o kararla başıma bela değil de tam teşekküllü bir öğretmen felaketi alacağım!”