Bölüm 7: Huzur Arayışı

806 Words
Zil, metalik ve rahatsız edici sesiyle sınıfın içindeki yoğun ders akışını bölünce herkes derin bir rüyandan uyanmış gibi etrafına bakındı. Sanki birdenbire herkes büyülü bir düşten uyanmıştı. Öğrenciler sandalyelerinde kıpırdanırken, Zeki Hoca elini alnına götürüp başını hafifçe ovaladı. Ağrı, şakaklarından başlayıp kafatasının içine yayılan keskin bir zonklama şeklindeydi. Yüzü, normaldeki o ciddi ve kararlı ifadeden uzaktı; gözlerinin altındaki karartı ve solgun teni, bir şeylerin yolunda olmadığını açıkça gösteriyordu. Yavaşça toparlanıp masadan kalktı, her adımda başındaki zonklamanın arttığını hissediyordu. Hiç oyalanmadan sessizce kapıya yöneldi. Omuzları düşük, adımları ağırdı; sanki her zamanki Zeki değilmiş gibi, başka bir dünyanın insanıymış gibi... Zeki hoca sınıftan çıkar çıkmaz, sınıfın içindeki sessizlik bir anda bozuldu. Önce fısıltılar, sonra mırıltılar... Sonunda ilk cümle cesurca ortaya atıldı. “Yazık ya, galiba migreni var,” dedi Derya, gözlerinde biraz endişe, biraz da merakla. O da Zeki hocaya aşık kızlardan biriydi. Fakat Barış alaycı bir şekilde homurdandı. “Migren mi? Hadi oradan. Belli ki dün akşam fazla içmiş. Görmedin mi halini? Yürürken bile zorlanıyordu!” Bu söz sınıfta bir anda gergin bir hava yarattı. Derya, kaşlarını çatarak ona döndü. “Ne saçmalıyorsun Barış? Bilip bilmeden adama iftira atmayın! Zeki Hoca’nın öyle biri olduğuna inanıyor musun gerçekten?” Barış omuz silkti, alaycı bir tavırla geriye yaslandı. “Sadece gördüğümü söylüyorum. Adam resmen perişan haldeydi.” O sırada arka sıralardan Yusuf konuştu, sesi alçak ama dikkat çekiciydi. “Boş yapmayın siz de. Dün gece Kemal Hoca’yla Yılmaz’ın mekânındalarmış. Yan sınıftan Mert görmüş, ikisi de bayağı içmiş diyor.” Bu söz bomba etkisi yarattı. Bir anda tüm bakışlar birbirine çevrildi. Sınıfın içinde bir uğultu başladı. Melis, sessizce olan biteni dinliyordu. İçindeki şaşkınlık dalga dalga büyüyordu. *Zeki Hoca?* İçki içmek mi? Hem de öyle bir durumda ki, ertesi gün derse baş ağrısıyla gelmek zorunda kalmış… Hayır, hayır bu mümkün değildi. O, her zaman disiplinli, prensip sahibi biriydi. Ne zaman derse girse, düzenli ve dakikti. Ciddiyetiyle, adaletiyle tanınırdı. Ne öğrencilerine bağırırdı, ne de anlamsız ceza verirdi. Hep mantıklı, hep ölçülü davranırdı. Onun böyle bir hata yapması… Üstelik derse geç kalacak kadar kendini kaybetmesi… Melis’in içindeki bir ses sürekli, *Bir nedeni olmalı,* diyordu. *Zeki Hoca’yı bu kadar içmeye sürükleyecek ne olmuş olabilir?* Sınıftaki konuşmalar hala sürüyordu. “Belki de özel bir şeyi vardı,” dedi Derya, bu kez sesi daha temkinli. “Bilemiyoruz, belki kötü bir haber aldı… Ya da başka bir sıkıntısı vardır.” “Yok canım,” dedi Barış, gözlerini devirdi. “Kötü haber miymiş, hadi oradan. Resmen keyif çatmış işte. Kimse de kusura bakmasın, adam sabah sabah sarhoş gelmiş derse.” Melis, bu lafı duyduğunda kaşlarını çatıp Barış’a kısa bir bakış fırlattı. Herkes bir şeyler söylüyordu ama kimse gerçeği bilmiyordu. O an, Zeki Hoca'nın o yorgun, bitkin hali gözlerinin önünde canlandı. *Başka bir şey olmalı,* diye düşündü yeniden. *Ama ne olabilir?* ... Zeki Hoca, ağır adımlarla öğretmenler odasının kapısını açtı. Normalde, içeri adımını attığında her yerin havası değişirdi. Gülümseyen yüzü, neşeli ve enerjik haliyle herkese selam verir, bazen ufak bir espri yapar, ortamın gerginliğini dağıtırdı. Ama bugün… Bugün farklıydı. Kapıdan girdiğinde kimseyle göz göze gelmedi. Kafası önünde, sessizce bir köşeye geçti. Sandalyeye oturduğunda bir ağırlık çöktü üzerine, sanki sadece vücudunu değil, tonlarca ağırlığı da taşıyordu. Başındaki ağrı, zonklayan bir davul gibi düşüncelerini bile bastırıyordu. *Niye bu kadar içtin?* diye kendine kızarken, dünkü gecenin parçaları aklına gelip gidiyor, ama hiçbir şey netleşmiyordu. Sadece o ağır, sıkışmış his içinde yankılanıyordu… Tam o sırada, yanına yaklaşan bir gölge fark etti. Başını kaldırmadan bile iri cüssesinden kimin geldiğini anlamıştı. "Oğlum, dün gece ne yaptın sen?” Kemal’in sesi alçak ama endişeliydi. Sesindeki o içtenlik, Zeki’yi daha da sıkıştırdı. Zeki derin bir nefes aldı, ama gözlerini kaldırmadı. “Sorma, Kemal…” dedi, sesi yorgun ve suç doluydu. “Saati bile duymadım sabah. Evden nasıl çıktım, buraya nasıl geldim, vallahi bilmiyorum.” Kemal, bir süre sessizce baktı ona. Sonra yanındaki masadan bir bardak su alıp Zeki’nin önüne koydu. “Al, bol bol su iç. İyi gelir. Şimdi sana sert bir kahve de gönderirim. Toparlan biraz, olur mu? Valla, bugün okula gelmeyince korktum. Başına bir şey geldi sandım.” Zeki, yavaşça başını kaldırdı, gözlerinde minnet ama aynı zamanda yorgun bir ifade vardı. “Sağ ol…” dedi kısık bir sesle. Kemal bir süre daha yanında oturdu, ama fazla konuşmadı. Zeki’nin hâlini görünce, onu lafa boğmanın gereksiz olduğunu düşündü. Zaten adamın başı ağrıyordu, onu daha da yormanın alemi yoktu. Zeki, suyunu içtikten sonra derin bir nefes aldı ve başındaki ağrıyı yok saymaya çalışarak çantasını açtı. Kitaplarını ve defterlerini yavaşça çıkarmaya başladı. *Bir şekilde toparlanmalıyım,* diye düşündü. Ama kendini toparlamak hiç de kolay değildi. Kafasındaki baskı sadece ağrıdan değil, Zeynep ile olan ilişkisi ve bunun yarattığı huzursuzluktan da kaynaklıyordu. Zeki, arkadaşının elini omzunda hissettiğinde kısa bir an için yalnız olmadığını düşündü. Ama içindeki karmaşa, ne dost eli ne de bir kaç şişe bira ile dinecek kadar basit değildi. Kitaplarını düzenlemeye devam ederken, odanın huzuru içinde sessizce dinlenmeye çekildi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD