Zeki, elindeki telefonu ahizesini sımsıkı kavradı. Parmakları, ahizenin kenarlarında neredeyse beyazlayacak kadar gerilmişti. O, her kelimeyi söylerken içindeki ağırlık biraz daha hafiflemişti ama bu hafiflik sahteydi; gerçek yük hâlâ sırtında, omuzlarını ezmeye devam ediyordu. Hakan’a her şeyi anlatmıştı. Melis’le yaşadıklarını… Suçluluğu, pişmanlığı ve içindeki o karanlık arzuyu… Her şeyi en çıplak haliyle dökmüştü önüne. Yıllarca kardeşi gibi gördüğü adama bile bu kadar açık konuşmak kolay olmamıştı. Her kelime ağzından dökülürken, sanki o anı tekrar yaşıyor gibiydi. Ama işte, olan biteni anlattıktan sonra en kötüsü… Hakan’ın suskunluğuydu. Zeki, telefonun diğer ucundan gelen sessizliği bir bıçak gibi hissetti. Hakan’ın hiçbir şey söylememesi, yüzüne atılmış bir tokat gibiydi.

