Hayat neydi? Ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgiden ibaret değil miydi? Ruhum, sıkışıp kaldığı arafa esirdi. Bedenim ise özgür olmayı bırakalı çok olmuştu.
Yıllardır gördüğüm rüyaların esiriydim ben. Karanlıktan kaçıp sığındığım ışığa esirdim, geceyi delen bir çift ateş rengine sahip gözlere esirdim.
Esaretim belliydi ancak bedeli de muammaydı. Herkesin, her şeyi bildiği bu dünyada esaretimin sebebini bilememek on sekiz yaşında olan bedenime ağır geliyordu.
Ay çoktan tahtını Güneş' e bırakmıştı. Gökyüzüne asılı olan bulutların arkasına gizlenmiş ve yavaş yavaş ademoğluna göz kırparken başımda kol gezen ağrı gözlerimi açmama mani oluyordu.
Görmüş olduğum kabuslar, bugün de beni terk etmemişti. Ne zaman kurtulacağım ise belli değildi. Uzandığım yerden dikleştirdim, kırk sekiz kiloda olan bedenimi. Zaman kavramının bir önemi yoktu belki de ancak sürekli yapıldığı için artık bir alışkanlık haline gelmiş olan eylemimi tekrar gerçekleştirdim.
Telefonumu yatağımın hemen yanındaki komodinin üzerinden alıp saate baktım. Saat henüz sabahın altısıydı. Yorgun bedenimi, zor da olsa ayağa kaldırdım ve odadan çıkmak için harekete geçtim.
Hafta sonunun da vermiş olduğu bir rahatlık vardı üzerimde ancak yarın hissettiğim bu rahatlığın biteceğini bilmek, moralimi sıfıra indirgiyordu.
Çıplak ayaklarımın değdiği soğuk parke zemin, tenimi ilk başlarda ürpertse de, bir süre sonra soğuğa alışan bedenim tepkisini yitirmişti. Bu dünyada başına gelen her şeye alışan insan, hissettiği soğuğun varlığına mı alışamayacaktı?
Alışırdı elbet. Hatta ona alışması, çekmiş olduğu acılara alışmasından daha kolaydı.
Ancak ben, her gece görmüş olduğum o rüyalara alışmak istemiyordum. Rüyalarıma hakim olan o ateş rengine sahip olan gözlere alışmak istemiyordum, rüyalarımın sonunu süsleyen ölümlere alışmak istemiyordum.
Rüya diyordum ancak onlar birer rüya değildi, kabustu. Rüyalar masum olurdu, insana huzur verirdi, onları mutlu ederdi. Ancak benim gördüklerim beni diri diri ateşe atmaktan başka bir şeye yaramıyordu. O yüzden gördüklerime rüya diyerek rüyaya haksızlık edemezdim bu rüyaya yapılmış olan en büyük zulüm olurdu hiç şüphesiz.
Omuzlarıma yüklenen bu durum, beni her geçen gün biraz daha dibe çekiyordu sanki.
Enkazın altında kalmaktan korkuyordum, zihnime kazınan görüntülerin ruhumda yarattığı enkazın altında kalmaktan korkuyorum.
Attığım adımlar bir kaplumbağadan daha hızlı, bir tavşandan ise daha yavaştı. Sessiz koridorda bana eşlik eden nefes alıp verişlerimle birlikte merdivenlerden inmeye başladım.
Ömür, bir şeylerden korkarak yaşamak için çok kısaydı belki de ancak ben her defasında izleniliyormuşum gibi hissetmekten ve de hissettiğim bu şeyden korkmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Çünkü kendimi bildim bileli ben bu hislerle yaşıyordum ve de yaşamaya da devam ediyordum.
Her kötü şeyin arkasında bir müjde de gelir derler. Müjdemi bekleyeli yıllar oluyordu ancak kapım ise henüz çalınmamıştı.
Küçük bir çocuğun masumluğu gibiydi belki de bu bekleyişim, zira masum olan bu küçük bedenlerin ne olursa olsun kırılmayan o umudunu taşıyordum içimde. Her gün itina ile büyütüyordum.
Her gün birazcık daha besliyordum onu. Her gün, kırılmaya yüz tutmasın diye biraz daha umut ediyordum benliğimde. Hani, olmayacak duaya amin denilmez derler ya belki de benim de yaptığım tam olarak buydu.
Kapımın asla çalınmayacağını bile bile, umut etmekten vazgeçmeyip olmayacak dualara el açmış ve amin demiştim. Ne büyük bir acizlik ama? Başımıza kötü bir şey gelmeden önce hatırlamadığımız yaratıcıyı, başımıza gelen musibetler sonucu hatırlamak gerçekten de biz ademoğlunun yapmış olduğu en büyük acizlik. Şükürsüzlüğümüz mü bizi bu noktaya getirdi yoksa kendi ellerimizle mi kendimizi bu noktaya getirdik hiçbir fikrim yoktu. Düşünceler kocaman bir dağa dönüşüp beni esiri alırken derin bir nefesi ciğerlerime bağışladım.
Bedenimi esir alan ateşten kurtulmak için, üzerimdeki gri renkli pijamalarımın varlığını umursamadan ayağıma beyaz sporlarımı giyinip evin anahtarını da alarak evden çıktım.
Rüzgar' ın serin esintisi, tenime nüfuz ederken aynı zamanda saçlarımı okşaması yüzümde küçük bir tebessüme sebep olmuştu. Özgür olmayı rüzgara benzetirdim küçükken. Sonuçta istediği yere gidiyor ve orayı serinletiyordu.
Tertemiz olmayı da yağmura benzetirdim mesela. Meleği ise kışın yağan kara benzetirdim. Masumiyeti ve saflığı temsil eden o beyazlığa. Ancak daha sonra öğrendim ki hayranı olduğum bu şeyler de özgür değilmiş.
Onu da yöneten bir güç varmış. Allah' ın emirlerinin yanında, bir de onları yöneten bir melek varmış. Masumiyeti ve saflığı ile karı meleğe benzetirken, onların hepsinin bir melek tarafından yönetildiğini öğrenmiştim.
İşte o zaman anladım ki, kimse bu dünyada tam anlamı ile özgür değildi. Hani deriz ya 'ben özgür bir bireyim' diye. Aslında hiçbirimiz özgür değildik. Özgürlüğün adı altına gizlenmiş mahkumlar idik her birimiz sadece henüz mahkum olduğumuzu hiç kimse fark etmemişti o kadar. Sahi fark etsek ne değişecekti ki? Biz yine özgürüz demeye devam edecektik ancak en büyük esareti de yine biz yaşayacaktık. İnsanoğlunun fıtratından mıdır bilinmez çoğu şeylere kör olmak hepimizde vardı. Ya da gördüğümüz halde görmezden gelmek. Bunlar insanlığın değişmeyen altın kurallarından sadece bir iki tanesi idi. Diğerlerini saymaya lüzum dahi görmüyordum.
Ciğerlerime doğru akın eden temiz havanın, vücudumu dinçleştirmesi ile evimizin bulunduğu caddeden, sahile doğru giden yolda yürümeye başladım. İstanbul' da yaşayan insanların üzerimdeki gri renkli pijamalarımı umursayacaklarını pek düşünmüyordum.
Farklı görüşlere ve medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir şehirdi sonuçta İstanbul. Tarih boyunca, uğruna bir çok savaşın verildiği bir yerdi. Lakin, uğruna yapılmış onca savaşa rağmen kana doymamış gibi bir hali vardı.
Zira günümüz yirmi birinci yüzyılda bile, gözler onun üzerinden çekilmemişti. Attığım her adımda biraz daha açılan kaslarım, rahatlamamı sağlarken zihnimde dönüp duran olumsuz düşüncelerimi de gizli raflarına kaldırmama sebep olmuştu.
Her ne kadar o düşüncelerimi zihnimden söküp atmak istesem de, bunu yapamıyordum. Ben atmak istedikçe kendisini daha da çok belli ediyordu sanki. Atamayacağımı anladığımda ise bende zihnimde gizli raflar oluşturmuştum ve beni yıpratan her düşünceyi o gizli raflara saklamıştım. Bir sonraki kendini belli edişine kadar rahattım hiç yoktan. Ya da ben kendimi rahat sanıyordum, bilmiyorum... Zira son zamanlarda bildiğimden emin olduğum şeylerden bile şüphelenmeme sebep olacak kadar ağır şeyler yaşamıştım ve artık her şeyden şüphe eder hale gelmiştim, ne yazık ki.
Deniz' in kendisine has olan kokusu, rüzgarın da yardımı ile bana ulaşırken derince soludum havada asılı kalan o kokuyu. İstanbul, sabahın bu saatlerinde çok sessizdi diyemiyordum.
Zira sessiz değildi. Gün ortasındaki gibi çok gürültülü olmasa da, sabahın bu erken saatinde bile hatırı sayılır bir gürültüsü vardı. Trafiğe kalmamak için karşıya geçen insanlar, ya da işe gidenler günün erken saatlerini kendilerine mesken edinmiş olmalıydılar.
Karşıma çıkan ilk banka oturdum ve mavinin o eşsiz tonunu seyretmeye başladım. Güneş' in kızıllığı ile birleşen bu görüntü, seyretmeye değer bir manzara sunmuştu bünyesinde barındırdığı insanlara.
Ne kadar zaman geçti bilmiyordum ancak, güneşin gittikçe kendini belli etmesi ile ayaklandım ve geldiğim yöne doğru ilerlemeye başladım.
Attığım adımlar seriydi ve açılan kaslarımın da avantajını sonuna kadar kullanarak hızlı bir şekilde evimin önüne gelmiştim. Anahtarı cebimden çıkardım ve yuvasına yerleştirdikten sonra kapıyı açtım.
Kapıyı arkamdan kapatırken annemin kalktığına dair herhangi bir ses duymak için kulaklarımı kabarttım. Ancak herhangi bir ses duyamayışım ile, salona hiç geçmeden merdivenleri tırmanmaya başladım.
Saatin kaç olduğu hakkında bir fikrim yoktu ancak annemin henüz kalkmadığını düşünecek olursak vakit daha erken olmalıydı. Merdivenleri tırmanmayı henüz bitirmiştim ki bir anda karşıma çıkan annem ile neye uğradığımı şaşırmış ve neredeyse korkudan geriye doğru sendeleyecek hale gelmiştim.
"Anne" diyerek korkuyla soludum.
Neden sessiz sessiz geldiğini anlamadığım annemin gözlerinin içine baktığımda, derinlere yerleşmiş olan endişe tohumlarının filizlenmiş görüntüsü karşılamıştı beni.
"Neredeydin sen?"
Anlaşılan o ki, annem uyanalı çok olmuştu ve beni evde bulamayınca da endişelenmişti.
"Yürüyüşe çıktım anne, sahile inip biraz oturduktan sonra hemen geldim. Sen iyi misin? Normalden çok daha fazla endişelenmiş gibi bir halin var."
Son sözlerim ile, bir anda yüz ifadesi değişmişti. Gözlerini ise benden kaçırmaya başlamıştı.
"İyiyim, ayrıca elbette ki çok endişelenirim Hera! İkimiz için de güzel bir kahvaltı masası hazırladıktan sonra seni uyandırmak için odana geldim ancak seni odanda bulamadım. Evin her tarafına tek tek baktım ancak hiçbir yerde yoktun!
Söylesene bu durumda ben endişelenmeyip de ne yapacaktım? Aklım çıktı resmen. Başına bir şey geldiğini sandım ve çok korktum."
Pekala, ona da hak veriyordum. Sonuçta o bir anne idi ve elbette ki her anne gibi çocuğunun başına bir şey gelmesinden endişe duyuyordu. Sanırım, bu konuda onu biraz alttan alabilirdim.
"Haklısın anne, sana haber vermeden çıktığım için özür dilerim."
Annem' in yüzündeki endişeli ifade silinmiş ve yerini ise şefkate bırakmıştı. Saçlarımı okşamaya başlayan elini avcumun arasına hapis edip elinin üstünü öptüm.
"Bir daha olmasın ama olur mu kuzum?"
Başımı usulca salladım. Zira onu bu durumda iken kıramazdım. Çünkü fazlasıyla hassas ve endişeli bir kadındı. Benim için o kadar çok endişeleniyordu ki, bunun tarifi imkansızdı.
"Tamam anne, olmaz."
"Öyleyse çayımız daha fazla soğumadan aşağıya inelim de kahvaltımızı yapalım."
Sonunda her şey tatlıya bağlanmış ve annemin de dediği gibi aşağıya inip güzel bir kahvaltı yapmıştık.
Yaptığımız bu güzel kahvaltının ardından annemin evden ayrılması ile evi temizlemeye giriştim. Sık kullandığımız yerleri ilk önce elektrik süpürgesi ile süpürmüş daha sonra paspaslamıştım. En sonunda ise eşyaların tozunu almış ve üç saat on dakika gibi bir sürede temizliğe son noktayı koymuştum.
Acaba kullanılmayan odaları da mı temizlesem diye düşünmedim desem yalan olurdu ancak yorgunluğumun da vermiş olduğu bir hantallık ile diğer odalara da girişmeyi göze alamamıştım.
Zaten annemin iki haftada bir evi dip bucak temizlemesi için tuttuğu bir kadın vardı ve o geldiği zaman kullanmadığımız odalar da temizleniyordu. Yani tüm evi dip bucak temizlemesem de olurdu. Bu düşünce mantığıma daha yatkın gelmişti.
Temizlik malzemelerini yerlerine yerleştirdikten sonra salona inip kumandayı elime aldım ve kanallarda gezinmeye başladım. İlgimi çeken bir şeyler arıyordum ancak Allah aşkına sürekli eski diziler oynatılıyordu ve artık sıkıntı basmıştı aynı dizileri görüp durmaktan dolayı.
En sonunda bir belgesel kanalında durdum. Kutuplarda yaşayan canlıların hayatlarını içeren belgesel, öğrendiğim her bilgide ilgimi daha da çok çekerken aynı zamanda belgeselde görüntülenen hayvanların tatlılığı beni benden alıyordu.
Belgesele o kadar dalmıştım ki zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmemiştim, ta ki belgesel son bulunca saatin kaç olduğunu idrak edebilmiştim.
Gözlerim, duvar saatinde görmüş olduğu rakamlar ile büyürken aceleyle televizyonu kapatıp odama çıktım. Bugün hiç ders çalışmamış ve günümü resmen boşa harcamıştım.
Test kitaplarımdan birkaç tanesini kitaplığımdan alıp masamın üzerine koydum ve en üsttekini elime alıp kapağını açtım.
Saat şu an 14.34 ' tü ve annem gelene kadar soru çözsem çok iyi olurdu. Önümdeki matematik problemlerini teker teker çözerken arada takıldığım sorularda resmen kitap ile kavga ettim.
Bir ara takıldığım her soruya kalemimi batırmış ve hayallerimde takıldığım o soruları öldürmüştüm. Biliyorum, psikolojim hiçte normal değildi.
Saat altı buçuğa doğru gelirken yavaş yavaş yorgunluktan dolayı kapanmaya başlayan göz kapaklarıma direnmeye çalıştım. Ancak nafileydi. Zaten gördüğüm rüyalardan dolayı uykusuz kalan bedenime bir de yorgunluk eklenince uykunun kapıma dayanması kaçınılmaz olmuştu.
Ve tabi benim ona yenilmem de. Masadan kalkıp, yarı açık gözlerim ile yatağımın yanına gittim ve üzerimde ne olduğunu umursamadan kendimi yatağa attım. Gözlerim tamamen kapanıp, bedenimi ve ruhumu karanlığın sinesine teslim ederken sadece bir kere de olsa sürekli gördüğüm o rüyaları görmemeyi diledim.
*************
Gözlerimi yavaşça karanlık geceye açarken üzerime örtülmüş olan pikeyi çektim.
Alnımdan yanaklarıma doğru süzülen teri elim ile silip telefonumu yatağımın içinde aramaya koyuldum. Ancak telefonumu bulamayışım ile yatağımdan kalkıp paytak adımlarla masama doğru ilerledim.
Saat kaçtı? Üzerim örtüldüğüne göre annem çoktan gelmiş olmalıydı ancak neden beni uyandırmamıştı ki? Ayrıca odamın penceresi de açık olmasına rağmen neden içerisi cehennem sıcağı gibiydi?
Gibiydi demek yanlış olurdu aslında içerisi resmen tabiri caiz ise cehennem sıcağından ibaretti.
Allah' ım!
Bu nasıl bir sıcaklıktı? Tamam havalar zaten sıcaktı ancak şu an bir termometre yardımı ile içerinin sıcaklığını ölçmeye kalkışsam, termometre aleti ya bozulurdu ya da en yüksek sıcaklığı gösterirdi.
El yordamı ile, masamın yanına geldim. Masanın üzerini elim ile yoklayıp telefonumu aramaya koyulmuştum ki, bir anda içimi saran ani ürperme hissiyle titredim. Sanki ruhum büyük bir güç tarafından çekilmişti. İçimi saran tuhaf duygular kalp atışlarımı hızlandırmaya yeterken sakinleşmek adına derin nefesler alıp vermeye başladım.
Bir süre sonra kalp atışlarım normal ritmine dönünce telefonumu tekrardan aramaya koyuldum. Neyse ki bu sefer bulabilmiştim. Ekran kilidi tuşuna bastığımda, saatin 23.44 olduğunu gördüm. Neredeyse gece yarısı olmuştu ve ben bu saatte kadar aralıksız bir şekilde nasıl uyuyabilmiştim?
Şimdiye kadar çoktan rüyalarımın beni esir alması ve uykumun da bana haram olması gerekiyordu. Düşüncelerle dolu olan zihnim ile bir anda gelen lavabo ihtiyacımı karşılamak için odamda bulunan lavaboya girdim. İhtiyacımı kısa sürede giderdikten sonra lavabodan çıktım ve odama döndüm.
İçerisinin aşırı derece de sıcak olmasından dolayı kuruyan boğazımı ıslatmak adına her zaman yatağımın yanındaki komodinin üzerinde bulundurduğum sürahiye doğru adımladım.
Karanlığa iyice alışan gözlerim, odanın içerisinde ilerlememde bana zorluk çıkarmazken hemen sürahiyi elime aldım. Sürahinin hafif olduğunu fark edince kaşlarımı çatarak kulağıma doğru götürdüm ve sallamaya başladım.
Allah' ım!
Suyum bitmiş olamazdı değil mi?! Her zaman suyunu tazelediğim elimdeki bu sürahi asla ama asla boş kalmazdı ki. Ben iç sesim ile istişarede bulunurken bir anda arkamda, tam ensemde sıcak, sımsıcak bir nefes hissettiğimde korkuyla ve biraz da panikle hızla arkama döndüm.
Karşılaştığım manzara elbette büyük bir hiçlikti. Ama ensemde hissettiğim o sıcaklığın varlığına da ve onun bir nefes olduğuna da yemin edebilirdim.
Hissetmiştim hem de iliklerime kadar. Gözlerim hızlıca odayı taradığında bir şey bulamamıştı. İçime sinen korku bedenimi ele geçirirken odanın içerisinde koşarak ilerledim ve avizeyi açtım.
Karanlığa aşık birisiydim ancak böyle zamanlarda karanlık benim en büyük korkum oluyordu. Her an izleniliyormuşsun gibi hissetmek ve attığınız her adımda hemen arkanızda bir şeylerin varlığını hissetmek ve de tam ensenizde hissettiğiniz o ateş gibi sıcak nefesler olsaydı eğer sizin de hayatınızda, siz de bu anlarda ışığa sığınırdınız.
Tıpkı benim gibi...
Ama yine de inatla hala karanlıkta uyuyordum çünkü ışık açık olunca gözüme uyku girmiyordu. Ki zaten gördüğüm kabuslar yüzünden çok az uyku uyuyabiliyordum, bir de ışığı açık bırakarak aldığım o iki üç saatlik uykuyu da kendime haram edemezdim.
Zira bedenim uzun zamandır deliksiz bir şekilde uyumaya hasret kalmıştı. Sahi huzurlu bir şekilde en son ne zaman uyumuştum? Hatırlamıyordum ve bu çok can sıkıcı bir durumdu. Yaşamayan hiç kimse bunun ne kadar can sıkıcı olduğunu bilemezdi.
Hala damağımda oluşan kuruluğu gideremediğim için odadan çıkıp uzun koridorda ilerledim. Merdivenlerden aşağı inip mutfağa doğru adımlamaya başladım. Mutfağın kapısının önüne geldiğimde vakit kaybetmeden kapının kulpunu aşağı indirip açılan kapıdan mutfağa giriş yapmadan hemen önce ışığını açtım. Korku insanın en büyük düşmanıydı ve elbette ki benim de düşmanlarımdan sadece birisi idi.
Işığı açmam ile aydınlanan mutfağın kapısından içeriye adımımı atıp bahçeye açılan devasa kapının yanında duran su damacanasına doğru ilerleyip sürahiyi su ile doldurmaya başladım. İşim bittiğinde eğildiğim yerden doğruldum ve gözüm kapının camından gözüken bahçeye takıldı.
Siyah...
Siyah karartılar...
Siyah bir silüet...
Karanlığın sinesinde karanlıktan bile daha karanlık olan ama gözleri ateş gibi parlayan bir silüet...
Gözlerini üzerime dikmiş olan ateşe ev sahipliği yapan o gözler...
Sinirlerim komple boşalıp elim ayağım titremeye başlayınca elimde sıkıca tuttuğum sürahi ağırlığını göstermiş ve daha fazla onu taşıyamamıştım.
Sürahi ayaklarımın dibinde paramparça olurken bedenim istemsiz bir şekilde harekete geçmiş ve geri geri yürümeye başlamıştım. Ben adım attıkça karanlığın sinesinde saklanan silüette eve doğru gelmeye başlamıştı.
Annemin kırılan sürahiye rağmen neden hala aşağıya inmediğini hem anlamıyor hem de bilmiyordum.
Ve ben de neden hala çığlık atmamıştım, bilmiyordum. Sanki dilim lal olmuştu ve ağzıma mühür vurulmuştu.
Geri geri ilerlemeyi bırakıp arkamı gördüğüm ateşten gözlere sahip olan silüete çevirdim ve koşar adımlar ile mutfaktan çıkıp merdivenlere ulaştım. Merdivenleri ikişerli ikişerli çıkarken kalbimin korkudan mı yoksa koştuğumdan dolayı mı bilinmez, göğüs kafesimi zorlamasıyla aniden nefesim kesilmişti. Durup nefesimi düzene sokmak istiyordum ancak neden bilmiyorum ama sanki gördüğüm o silüetin peşimden geleceğini düşünüyordum.
Düşünmekten ziyade hissediyordum. Annemin odasının önüne geldiğimde durdum ve arkama baktım.
Yoktu...
Hiçbir şey yoktu, benim peşimden gelmemişti. Acaba gördüğüm şey tamamen benim zihnimin bana karşı oluşturduğu saçma sapan oyunlardan birisi miydi bu da? Tıpkı kabuslarım gibi...
Önüme dönüp elimi duvara dayadım ve derin derin nefesler alıp verdim.
Diyaframımın şişmesinden dolayı kulaklarımda oluşan uğuldama sona erince ve nefes alıp verişlerim düzene girince annemin odasına girmek için hareketlendim. Elimi kapıyı tıklatmak için havaya kaldırmıştım ki içerden gelen tuhaf sesler ile olduğum yere yapışıp kaldım.
Ağlama ile karışık inleme sesleri...
Allah' ım! Bu da neyin nesiydi böyle? Yoksa bu da mı beynimin bana kurduğu oyunlardan birisiydi? Duyduğum bu seslerin hem gerçekliğini ölçmek için hem de hala bir rüyanın içinde olup olmadığımı anlamak için bir robot misali hareket ederek kapıyı tıklatmak için havaya kaldırdığım elimi diğer koluma doğru götürmüş ve etimi sıkmıştım. Hissettiğim yoğun acı ve seslerin hala devam etmesi rüyada olmadığımın bir kanıtıydı.
Bu gece yaşadığım hiçbir şey normal değildi. Evet evet kesinlikle normal değildi. Duraksadım ve düşüncelerime en sertinden bir tekme attım . Sanki her şeyim normalmiş gibi bugünü mü anormal buluyordum şimdi? Yıllardır istisnasız her gün aynı şeyleri görüyordum rüyamda, sadece mekanlar ve simalar farklı oluyordu. Ama konusu ise hiç değişmiyordu, senaryo hep aynı idi.
İçeriden gelen seslerin desibeli artınca daldığım düşünce denizinden sıyrılmış ve şu ana dönmüştüm.
Annemin acı çekermişçesine çıkan sesi kulaklarımı delip geçerken ağlamaktan dolayı çatallaşmış sesi ilişti kulağıma.
"Lütfen, lütfen kızıma zarar verme. Lütfen, yalvarırım sana onun peşini bırak artık. O çok küçük, o çok güçsüz. Senin ateşin onu yok edip küle çevirir. Ona bunu yapma..."
Tanrım, bu kadın neyden bahsediyordu böyle? Benim peşime takılan kimdi? Beni yakan ateş neydi? Beni küle çevirecek olan kimdi?
Kim bana zarar verecekti ki? Ben kimseye bir şey yapmamıştım. Hiç kimse ile düşman değildim. Olmam için bir sebep yoktu ki. Sebepsiz yere de birisiyle düşman olunmazdı öyle değil mi?
Peki ya kimdi bu canımı yakacak olan kişi? Baya güçlü birisi olmalıydı çünkü annemin sesine yansıyan o saf, katıksız korkuyu iliklerime kadar hissetmiştim. Hem de ne hissetme...
Korkusu o kadar büyük ve ağırdı ki bunun altında ezileceğimi hissetmiştim.
Annemin gecenin bu vaktinde konuştuğu kişi kimdi bilmiyorum ama ondan ölesiye korktuğunu anlayabiliyordum. Annem hala ağlayarak konuşmaya devam ederken söylediklerine tekrar kulak kabarttım.
"Lütfen... Kızımı rahat bırak. Onun yerine beni al ama onu rahat bırak."
"Claudite tuus os!"
Bu ses, bu ses bedenimde depremler etkisi yaratırken kulaklarıma ilişen bu hırıltılı ses beynimin duvarlarına çarpıp duruyordu. Vücudum sanki büyük bir soğukluğa maruz kaldıktan sonra ateşlerin içine atılmış gibiydi. Başta sıcaklığı iyi gelse de zamanla seni yakan, yakıp kül eden bir sıcaklık.
Kelimenin anlamını elbette ki biliyordum ve bunu ziyadesiyle ürkütücü bir şekilde dile getirmesi ayrıca annemin, ki hiçbir zaman onun kimseye ne yalvardığını ne de minnet ettiğini görmediğim o kadının, bu adamın karşısında bu kadar çaresiz kalışı beni ürkütmüyor değildi açıkçası.
Kulaklarıma dolan annemin hıçkırık seslerine karışan keskin, sert ve itirazı kabul etmeyen bir tınıda söylenen o son kelimeler adamın biraz önce anneme 'kapat çeneni' demesinden daha çok ürkütmüştü beni.
Vücudum zangır zangır titrerken ayaklarımın daha fazla bedenimi taşıyamayacağını anlamıştım.
Elim ile duvardan destek almaya çalışsam da yer çoktan ayağımın altından kaymaya başlamış ve gözlerim kararmaya yüz tutmuştu. İçerideki adamın söylediği son sözler beynimin duvarlarında dönüp dururken bedenim de büyük bir külçe gibi yeri boylamıştı.
Ne demişti tam olarak o adam?
"Tempus venit."
Zamanı geldi...
İyi de neyin zamanı gelmişti ki?