Çektiğim nefes genzimi yakınca durmak zorunda kaldım. Şakağımdan akan teri kolumun tersiyle silip kenardaki kısa duvara yaslandım. Üstümü başımı düzeltip saçlarımı arkaya attım. Koşmaktan kayan iki tel tokayı elimle çekip aldım ve baştan taktım.
Perçemlerin gözüme girmesine sinir oluyordum. Üstelik hava bu kadar sıcakken çok bunaltıcı oluyordu.
Duvardan ayrılıp pantolonumu silkeledim. Kolumdaki saate baktığımda üç dakikanın kaldığını gördüm. Derin bir nefesi bırakıp hızlı adımlarla, koşmadan ilerlemeye başladım kaldırımda. On-on beş adım sonraki okul bahçesinin kapısından girdim. Yanaklarımın koşmaktan kızarmayı bırak morardığına emindim.
Devamsızlığım yüzündendi hepsi..
Okulların kapanmasına üç hafta vardı ve sadece üç günlük gelmeme hakkım kalmıştı. Birinci dönem yarısından çoğunu okulu ekerek yemiştim..
O yüzden o son üç günü de son haftaya -pazartesi, salı, çarşamba- saklıyordum. Perşembe zaten yoklama alınmazdı, cuma da karne günüydü.
Ama asıl maceram yaz tatilinden sonra başlayacaktı. Son seneye girecektim ve ailemin aşırı önemsediği, benim ise kazansam da bir şeyin değişeceğine inancımın kalmadığı sınav gerçeği vardı. Ve ailem sağ olsun iki ay önce sınav için çalışmaya başlamıştım. Ama anlamıyordum işte.
Özellikle de matematiği..
Allah'ın bana bir cezasıydı o ders.
Geçen hafta ikinci sınavlarımız son bulmuştu. Ve ben bu rahatlıkla hafta sonu hep geç saatlere kadar dizi izleyip -bazen annem yüzünde test çözüp- geç saatlere kadar uyanık kalmıştım. Ve şimdi yine az kalsın geç kalıyordum.
Bunu kulağıma küpe yapıp kendime söz vermiştim. Seneye birinci dönem asla devamsızlık yapmayacaktım.
Hızlıca sınıfa girip yerime oturduğumda Gülse'nin uyuduğunu gördüm. Benim gelmemden saniyeler sonra edebiyat hocamız içeri girdi ve herkes ayaklandı. Ayağa kalkıp Gülse'yi dürttüm. Mırıldana mırıldana kalkarken hoca hepimizde gözlerini gezdirdi. Çoğumuz zaten ayık değildik henüz.
07:30'da ders mi olur?
Gülse bana bakıp "Günaydın" diye fısıldadı. "Geç kalmanı beklemiştim."
Hoca ile geçen günaydın faslından sonra herkes yerine oturdu.
"Günaydın. Bu kadar az hakkım kalmışken mi?" Cıkladım. "Sınıfta kalmaya niyetim yok."
Kıkırdadı uykulu sesiyle. "Ders işlemeyecek zaten." Gözüyle hocayı işaret etti. "Beni ikinci dersten sonra uyandır gözünü sevim."
"Tamam tamam uyu sen. Benim anneme mesaj atmam lazım." Okul pantolonumun cebinden çıkardığım telefonumun kilidini açtım.
Başını sallayıp muhtemelen bomboş olan çantasına kafasını koyup pencereye döndü. Çantasına küçük yastık koyardı hep gizlice. Rahatça uyumak için elinden geleni yapardı.
"Şal" diye mırıldandığında sıranın altına sıkıştırdığı kalın yüzlü şalı alıp üstünü örttüm. Telefonumu tekrar elime aldığımda tahmin ettiğim gibi, annemden bir mesaj vardı.
-Kahvaltını yaptın değil mi?
Okulda yaparım deyip evden apar topar kaçmıştım.
Ve yapamamıştım.
-Evett
Çok geçmeden saniyeler sonra yanıt geldi.
-Aferin benim akıllı kızıma
Annem, utanmasa karne günü okula elimden tutup götürebilecek bir insandı.
-Hoca görecek, öptüm❤
-❤
Konuşmadan çıkıp önce twittera, ardından instagrama baktım. Hoca ikinci sınavların da bitmesi şerefine ne ders işliyordu ne telefonlara kızıyordu. Zaten sınıfın yarısı yoktu. Onlar da zamanla azalırdı. Fakat Gülse ve benim okulu o kadar çok ekmemiz bizi mal gibi burada oturmak mecburiyetinde bırakmıştı. Onun dört günü kalmıştı ve evi okulun hemen karşısındaydı..
Şanslı ib-
Biri kapüşonumdan çekince arkama döndüm. Hep en arkada oturan, sohbet için bile yer değiştirmeyen, her ders bir şeyler atıştıran, telefondan şarkı dinleyip kitap okuyan, hatta bir ara derste görüntülü konuşma yapan ve disipline giden Nisa bana gülümseyip "İnternetini açsana?" dedi.
Ben de gülümsemeye çalışıp "Tüh" dedim. "Ben de birazdan sana soracaktım. Benim de yok."
Anladım dercesine kafasını sallayıp Gülse'yi dürttü. "Benim de yooğğk." diye mırıldanan arkadaşıma göz devirip yan sıradakileri dürtmeye başladı. Önüme dönüp gizlice internetimi kapattım. Son beş yüz mb'ım kalmıştı ve daha paketimin yenilenmesine on gün vardı. O yüzden idareli kullanmalıydım.
***
Zil sesini duyunca yerimde esneyip Gülse'yi dürttüm. "Kantine gidelim mi? Vişne suyu falan alayım."
İki dersi atlatmıştık ama kalan altı derste yine sıkıntıdan uyuyacaktık. Ama benim yeni alınan ayt matematik deneme kitabına başlamam gerekiyordu. Eve döndüğümde annemin çözmeye başladığımı görmesi lazımdı. Gözünü boyasam yeterdi. Sadece bu sene gördüğüm konuların birinden sekiz-on soru çözsem yeterdi. Bu bile fazlaydı ya bana, neyse..
Annem de biliyordu matematik yapamadığımı. Ama tek söylediği şuydu; 'Yapabildiğinin değil, yapamadığının üzerine gitmen lazım ya kızım zaten.'
Diyemiyodum ki, 'Ben mateistim anne. Matematiğe inanmıyorum.' diye.
Gözlerini ovalayan Gülse'nin kolundan tutup kantin kapısına çarpmasına mani oldum. Masaların yarısından çoğu boştu. Zaten gelenler de, ya proje teslim edenler ya da devamsızlığı olanlardı.
"Birinci dönem sokaklarda cirit atan aklımıza tüküreyim."
Başımla arkadaşımı onaylayıp onu bir masaya oturttum. "Uyuma, geliyorum."
Kalabalık olmayan kantin sırasına girip kısa sürede aldığım vişneli meyve suyumu ve Gülse'nin çikolatasını kaptığım gibi yanına gittim. O elimden aldığı çikolatasını yerken ben boş mideme meyve suyunu yollamaya başladım. Saçma bir şekilde aç karnına vişne suyu içmek hoşuma gidiyordu.
Beş dakika boyunca anlattığımız eski komik anılara kahkahalar atarken ikinci meyve suyumu almıştım. Gülse'nin gülerken beni dövme huyu vardı. O yüzden kahkahasının arasında omzuma attığı yumrukla vişneli meyve suyumu uçurmuştu. Gri kapüşonumun yakasına dökülüp yere düşen meyve suyu kutusuna bakarken "Gülse!" dedim.
"Ay!" yapıp ayağa fırladığı gibi yakamı tuttu. Eline alıp çitilemeye başlamıştı. "Lan niye sıkı tutmuyorsun şunu elinde?!"
Hayretle ona baktım ve yakamı elinden kurtarıp "Ya bunu ikinci giyişim." dedim üzgün sesimle. "Bunlara da zam geldi kesin ama."
"Ne abarttın bekle çıkaracağım."
Kantindeki ablanın yanına çekiştirdi beni. Abladan çamaşır suyu isteyince "Saçmalama." dedim. "Mahveder o şey."
"Sen ne anlarsın?" deyip kırk yıllık temizlik ustasıymış gibi eline aldığı çamaşır suyunu üstüme dökecekken elinden son anda kaçtım.
"Tuvalete gidelim ya bırak o elindekini."
Oflayıp elindekini bıraktı ve yanıma geldi. Yukarı çıkıp tuvalete girdik. Sabunluktan azıcık aldığımız sıvı sabunu koca lekeye yayıp su döktük. Çitiledik iyice ama çok hafif azalma dışında leke olduğu gibi duruyordu. Pes ettiğimizde Gülse cebinden çıkardığı peçeteyle yakamı kurutmaya çalıştı. O sırada çalan zil ile birlikte sınıfa gitmek için tuvaletten çıkmıştık. Ben yakamla ilgilenirken Gülse beni durdurdu.
"Neye bakıyor bunlar?"
Koridordakilerin bakışlarını takip edip sınıfımıza zıt yönde kalan, koridorun ucuna baktık. Orada dikilip etrafı inceleyen dört adet garip bakışlı kişilere bakıyordu herkes. Üniformaları yoktu. Bu okuldan olmadıkları çok belliydi çünkü kolejli gibi bir havaları vardı. Ya da yoktu. Bilmiyorum ama verdikleri enerjiyi garipsemiştim. Çünkü onlar da etraflarına garip garip bakıyordu.
Neden öylece dikiliyorlardı?
Üçü arkada, biri öndeydi. Önde duran çocuk bir şey arıyormuş gibi bakınırken, diğerleri etrafı merakla inceliyordu.
Abartısız, hayatlarında ilk defa okul görmüş gibi bakıyorlardı.
Elimi yavaşça yakamdan çektiğimde hepsini baştan aşağı tekrar süzdüm. Zil çaldığı için azalan koridor, nöbetçi hocanın komutuyla daha da azaldı. Önümden geçen insanların arasından ileride duranları tam göremesem de, en öndeki çok net bir şekilde gözüme çarpıyordu. Ve sonra...
Hiç beklemediğim bir şey oldu.
Göz göze geldik.
Bakışlarımı çekmedim desem yalan olur. Utanmıştım. Çünkü bu mesafeden bile altıncı hissimi tetiklemiş gibi, garip. Hayır, etkilenmek falan değil. Daha çok..
Garip işte...
"Sınıfa gidelim, buraya doğru geliyorlar. Durduk yere 'neye bakıyorsun' kavgası çekemem."
Dik dik baktığıma inanamıyorum.
Gülse kolumu çekiştirip beni sınıfa doğru çekerken kapüşonumun yakasını son kez kontrol ettim. Leke çıkmamıştı ve annem beni mahvedecekti. Özellikle böyle şeyler yiyip içerken ekstra özen gösterilmesi gerektiğini söyleyip dururdu. Biliyorum ama elimde değil anne. Evren beni sevmiyor..
***
"Karşı tarafın ayaklarına bakmalısınız."
Prensin cümlesiyle Harkel pozisyonunu bozup kendisine döndü. "Kralım, ben bir profesyonelim. Lütfen çoğul ekini kullanmayınız."
Göz deviren Oal "Profesyonel?" dedi gülerek. O da pozisyonunu bozmuştu. "Yumruk atacağın zaman ayak parmak uçların bükülüyor. Tekme atacağın zaman kullanmayacağın ayağının iç kısmını yan çeviriyorsun." Ellerini beline koydu. "Söyle bakalım tamur Harkel, ben bu aşamalarda ne yapıyorum?"
Sessiz kalmak istemeyen, ama aynı zamanda diyecek bir şey de bulamayan Harkel Prense döndü tekrar. "Kralım görüyorsunuz. Uydurup uydurup sizin gözünüze girmeye çalışıyor. Ben ise bir profesyonel olduğum için onun gibi bildiklerimi ortaya sermeyeceğim." Güldü. "Benden iyi olduğunu sanıyor yazık."
Kaşlarını çatan Oal "Kuralsız dövüşe varsın o zaman?" dedi. "Sonuçta benden daha iyisin öyle mi?"
Tatlı tatlı sırıtan Harkel "Üzülme sen de iyisin." Yanına gidip eliyle arkadaşının omzuna vurdu. "Gerilme bu kadar. Kuralsız düello teklifini kabul edip seni kralımızın önünce rencide edecek değilim."
Oal omzuna küçük bir bakış attı. Hızlı ve çevik bir şekilde omzundaki eli tutup ters çevirdi. Sarayın arka bahçesi Harkel'in bağırışıyla dolunca tamural Nali ağacın yanındaki sandalyeden kalkıp iç çekti. Yeni sürdüğü lacivert ojeli tırnaklarına hafifçe üfleyerek yanlarına adımladı. İyice yaklaşınca ellerini indirip prensi selamladı. Ardından diğerlerine dönüp "Çocuk gibisin Harkel." dedi başını sağa sola sallayarak. "Oal bırak da daha fazla bağırmasın. Kraliçemiz rahatsız olacak."
Annesinden bahsedilmesiyle gerilen prens kenardaki çimlerin üzerine serili minderlerden birine oturdu. Bu hareketiyle sessizleşen ikili ona döndüler. Bir kişi hariç. Elini kurtarmaya çalışıp inlemeye devam eden Harkel.
"Kralım yalvarırım emir verin bıraksın elimi."
Gözlerini ona çevirdi Oal. Ve tuttuğu eli daha çok büktü. "Kralımızın ne emir vereceğine karışamazsın."
Daha da çok bağıran Harkel "Tamam en sadık asker sensin!" diyerek iki büklüm oldu.
Tamural Nali ise prensin durgunluğuna üzüldüğü için Oal'e yanaşıp fısıldadı. "Dünyalı yüzünden böyle, değil mi?"
Harkel'i bırakıp yere düşmesini sağlayan Oal de elini beline koyup onun gibi fısıldadı. "Evet." dedi. "Ben de endişeliyim. Sonuçta buradan haberi bile olmayan biri. İşimiz çok zor olacak."
Yerde kıvranan Harkel ayaklanmaya başlarken "Kralım bu hayduta ne ceza vereyim? Elimi kırıyordu." dedi.
İç çeken prens gözlerini ona çevirdi. "Öncelikle bana kral deyip durma tamur Harkel. Bu bir emirdir."
Anında ciddileşen Harkel hazır ol pozisyonuna geçti. "Emredersiniz."
Diğerlerinin yanına yanaşıp sessizce "Kralımız üzgün görünüyor." dediğinde prensin kendisini işitmesi ve ona tekrar bakmasıyla boğazını temizledi. Oal yanına yanaşıp bileğini ovalamaya devam eden adama baktı. "Günaydın. Ayrıca üzgünden ziyade tedirgin."
Tam ağzını açacak olan Harkel duyduğu sesle sustu. Hepsi sesin geldiği yöne döndüler. Sarayın arka bahçesine açılan kapıdan çıkan vezir koşa koşa onlara geliyordu. Duyacaklarını hissetmiş gibi hızla ayaklandı prens Riaf. Tedirgin bakışlarını yüzünden silmeye çalıştı. Gerilen bedenini bir türlü rahatlatamıyordu.
Oal ve Harkel hareketlendi. Yere serdikleri mavi, dövüş antrenmanı için kullandıkları geniş ve ince mattan çimlere yöneldiler. Hızlıca ayakkabılarını giyiniyorlardı.
"Prens Riaf!" diye koşturan vezir elindeki kağıdı sıkı sıkıya tutuyordu. "Efendi Riaf! Efendim!" Susmadan koşarak kendisine doğru gelen adama bakan Riaf yutkundu. Zira vezirin çıktığı kapıdan şimdi de annesi güler yüzüyle görünmüştü. Uzakta durup oğluna bakan kraliçe Heri, başını aşağı yukarı salladı. Haber gelmişti. Nefes nefese gelen vezir, prensi selamlayıp elindeki kağıdı uzattı. "Prensesinizin haberi geldi efendim."
Zaten anlayan prens, sanki hiç haberi yokmuş gibi tedirgince kağıda uzandı. Püros'un kraliçesi kendi dünyasına ait değildi. Ve Riaf, birazdan onun kim olduğunu, adını, her şeyi öğrenecekti.
Utanmasa vezirin ve sadık üç askerinin yanında elleri titreyecekti. Zor hakim oldu kendisine. İki eliyle sıkıca kavradığı kağıda baktı. Gözlerini gezdirdi satırlarda. Prensesin ismine baktığında dudakları sessizce fısıldadı.
"Mehir.." dedi. "Mehir Sayar."
Püros diyarının müstakbel kraliçesi, prenses Mehir Sayar..
Bütün Püros bu haberi bekliyordu. Herkes sıradaki kraliçelerinin bir dünyalı olduğunu öğrendiğinden beri hem heyecanlı, hem de tedirgindi. Hepsinin aklında aynı sorular vardı. Buraya ayak uydurabilecek miydi? Ya da tehlike mi getirecekti? Prens ile aralarında sevgi olacak mıydı? Eğer olmazsa bu diyarın geleceği ne olacaktı?
Ertesi gün Prens Riaf; üç askeri tamur Oal, tamur Harkel ve tamural Nali ile prensesi görmeye gideceklerdi. Hem halk hem de kraliçe Heri oldukça tedirgindi. Hazırlıklar yapıldı. Bu süreçte üç askeri dışında kimseyle yan yana gelmedi prens. Düşünceler silsilesi aklını yorarken söyleyeceklerini, yüz yüzeyken nasıl davranacağını düşünüp durdu.
Ya kabul etmezse diye geçirdi içinden. Neler olacaktı?
Odasında giyinirken buraya değil de onların diyarından biri gibi gözükmeye özen gösterdi. Püros da en az orası kadar gelişmiş bir yerdi. Tek tük farkları vardı. Kıyafet anlayışları 1960'lı yıllardan kalma bu yerde tek tük önemli işler dışında araba kullanılmazdı. Genel olarak gelişmiş sokak, caddelerde bile herkes at kullanırdı.
En son üç askeri ve annesiyle beraber on yıl önce gitmişti dünyaya. Fazlasıyla kalabalık, arabalarla dolu bir diyardı orası. Sadece bir günlüğüne gitmek zorunda kalmış olmalarına rağmen insanları gözlemlemiş, o çocuk haliyle hayran kalmıştı binalarına, gökdelenlerine.
Hatırladıklarıyla başını sağa sola salladı. Evlenmeyi henüz düşünmemişti hiç. Annesi genç sayılırdı. Babasının vefatından bu yana Püros'u çok iyi idare etmişti. Ama şimdi.. Birkaç hafta önce aldığı haberin sonuçları doğuyordu. Bir anda Püros yıldızının seçtiği kraliçe adayı olduğu ortaya çıkmıştı. Ve bu diyardan olmadığını öğrenince herkes şok olmuştu. Yüzyıllardır bu tekrar edilmemişti. Şimdi ne diye kendisinde tekrar edecek zamanı bulmuştu ki?
Hazırlandığında yatağının üzerindeki ceketi üstüne geçirdi. Son birkaç eşyasını alıp odadan çıktı. Merdivenlerden inerken ortada dikilen üç askeri onu bekliyordu. Beraber büyüdüğü askerleriydi. Sözünden asla çıkmazlardı. Kendisine büyük saygı duyarlardı.
Annesinin geldiğini gördü son basamağı inerken. Askerleri selam verdi. Güzeller güzeli annesinin yanına varan Riaf gözlerinin içine baktı.
"Olumlu sonuçlar getiremeyebilirim."
Kraliçe Heri tebessüm etti. Oğlunun yanağını okşadı. Elini evladının boynundaki kesik izine getirip okşadı. "Sen omuzların dik bir şekilde döneceksin." dedi. "Püros'un kralı olacağını unutma. Elinden geleni yap, gerisini Püros'un ışığına bırak."
Başını salladı ağır ağır. Annesine sarıldı. Yüzyıllar önce yaşanan buna benzer olayın sonu pek mutlu bitmemişti. Tarih tekerrür eder miydi?
Etmemeliydi.
Saraydan ayrılan bu dörtlü vezirle beraber uğrak noktaları olmayan ormanın kuzeyine gitmek için yola koyuldu. Püros'un kahini orada onları bekliyordu. Atının yularını fazla sıkı tuttuğunu fark eden Riaf elini gevşetti. Sakin olmalıydı. Bu kadar genç yaşta evlilik gibi bir sorumluluğu almayı o da istemiyordu. Ama Püros yıldızı böyle uygun görmüştü. Ona sadece uymak düşerdi. Başını aşağı yukarı salladı. 'Evet' dedi içinden. 'Yapmak zorunda olduğum için yapıyorum.'
Ormanın kuzeyine vardıklarında etrafa bakındılar. Bahsedilen mağarayı bulduklarında ise kahini gördüler. Hepsi atından indi. Heyecan ve gerginlik herkesin üzerindeydi. Özellikle de prenslerinin..
Kahinin uyarılarını tek tek dinlediler. Mağaraya girmeye hazırlandıklarından vezir ve kahin sok kez selamladı prenslerini. Başını sallayan Riaf aceleyle içeri girdi. Askerleri de peşinden geldi. Bir an önce gidip halletmeliydi.
Kahin veziri selamlayıp orman yolunda ortadan kayboldu. Vezir ise kraliçe Heri'ye, prensin sağ salim mağaradan geçtiğini haber vermek üzere atına bindi. Diğerlerinin atlarını oradaki ağaçlara bağladı. Daha sonra aldırtacaktı.
Üç asker ve Riaf, dejavu olmuş gibiydi herkes. On yılın ardından aynı mağara, aynı geçit.
"Kralım" dedi Harkel fısıltıyla. "Öncelikle oranın alışveriş yerlerine gideceğiz değil mi? Yüzlerce sakız getirtmiştim on yıl önce ama biteli yıllar oldu."
Nali onun ensesine vurup "Daha önemli meselelerimiz var ya hani Harkel. Kendine mi gelsen bi sen? Yoksa ben mi getireyim?"
Ona ters ters bakıp önüne döndü Harkel. Zaman boldu ne de olsa. Alırdı bir ara.
En önde giden Riaf'ın hemen arkasında olan Oal, prensin durmasıyla öne baktı. "Geldik." diye haber verdi diğerlerine.
Tam önlerinde oval şeklinde buğulu duran ve karşı tarafı göstermeyen, hareket halindeki bulutumsu şeye yanaştılar.
"Hala eskisi gibi.." dedi Nali.
Oradan geçip kendilerini dünyanın ormanında buldular. Tıpkı on yıl önceki gibiydi. Aynı hissi, merakı tatmışlardı. Riaf ise donuk kalmaya gayret ediyordu.
Kahinin verdiği bilgilere uydular. Cebinden çıkardığı kağıda baktı Riaf. Onları biri karşılamalıydı. Yıllar önce buraya gelip dünyaya yerleşen biriydi. Ama dakikalardır beklemelerine rağmen kimse gelmemişti. İletişime geçebilirlerdi ama Püros'ta kullandıkları telefonlar burada çekmezdi. Buradan yenisini almalılardı. Ormandan çıkmanın yolunu bulmaya çalıştılar. Bir saatin sonunda kalabalık insanların olduğu yerler görünmeye başlamıştı. Cadde boyu yürüdüler. Daha çok insanların olduğu alanlara geldiler. On yılda değişen ortama hayretle baktılar. Harkel'in bir ara market görüp sakız almak için gireceği anda ensesinden tuttu Oal.
Vitrinde gördükleri sarı sarı altınlara baktılar. Bir kuyumcuya gelmişlerdi. Püros'tan getirdiklerini adamın tezgahına serdi Riaf. Kuyumcunun şaşkın bakışları altında boğazını temizledi ve serdiklerinin yarısını çantaya geri koydu. Sanırım biraz fazla olmuştu. Kuyumcunun bakışları bunu gösteriyordu. Aldıkları paralarla telefon almak için arayışa girdiler. Buldukları bir teknoloji mağazasında çeşit çeşit telefonların dizili olduğunu gören Harkel "Oha" demişti. "On yılda ne kadar değişmiş bunlar."
Başını sallayan Oal kendisine bir telefon seçmeye başladı. Hepsi birer tane seçip kart da istediğinde kasaya yöneldiler. Kartları taktırtıp telefonları açtırdılar.
"Toplam 27.200 lira efendim."
Harkel gözlerini büyütüp kasaya geçti. Kollarını yaslayıp "Dört telefon ve dört kart mı?"
Başını sallayan adam ile öksüren Harkel diğerlerine döndü. "Yuh. Son geldiğimizde böyle şeyler daha ucuzdu. Ben de ne kadar gelişmiş bu dünya diyorum. Batmış meğer."
Başını sağa sola sallayan Riaf Oal'den aldığı çantanın içinden ücreti verip dışarı çıktı. Diğerleri de onu takip ettiğinde bir parka geldiler. Banka oturan Riaf'ın etrafına dizilip ayakta beklemeye başladılar. Kağıttaki rakamları tuşlayan Riaf kendilerini almaya gelmesi gereken kişiye ulaşmaya çalıştı. Ama sürekli meşgule atılıyordu. Sinirlenince telefonu kapatıp cebine koydu.
"Bunu sonra hallederiz. Önce gitmemiz gereken yere gidelim. Sonra da kalacak yer buluruz."
Hepsi onu onayladı. Kağıtta yazan yere gitmek için taksiye binmeleri gerekiyordu. Ama Harkel bir anlığına alıştığı için yola atlamış, arabaların duracağını zannetmişti. Son anda onu çekip alan Oal oldu. "Aptal! Sence burası bizim oraya benziyor mu?
Son anda arabanın altında kalmaktan kurtulan Harkel Oal'e yapıştı. "Ölüyordum tamur." dedi.
"Ölmedin ama tamur." dedi Nali.
"Sen sus tamural."
"Bana bak Harkel."
"Yeter." diyen Riaf ile hepsi suspus oldu. "Tartışmayalım. Bir an önce gitmemiz lazım."
Bindikleri bir taksiyle okula varmışlardı. Havaların git gide ısınması arabada onları bir hayli terletmişti. Oal, önde oturan Riaf'a çaktırmadan sürekli sıcaktan yakınıp duran Harkel'i dövmeye çalışıyordu. Onları zapt etmeye çalışan Nali bir süre sonra pes edip kafasını arabanın camından çıkardı ve serinlemeye çalıştı. Ancak yan aynadan şoförün garip bakışlarını görünce kafasını içeri geri soktu. Sanırım dünyada bu yapılmaması gereken bir şeydi.
Okulun bahçesinin giriş kapısında öylece dikilmeye bir son verip yavaşça yürüdüler. Etrafta toplarla çeşit çeşit oyunlar oynayan bir sürü öğrenci vardı.
Yürümeye devam ederken "Şimdi burada saatlerce durup bir şeyler mi öğreniyorlar?" diye sordu Harkel.
"Evet sanırım." dedi Nali. "Dünyada öğrenecek çok bilgi var galiba. Püros'ta günde bir saat yetiyor. Garip."
"Neden bu kadar çok kişi aynı binada tutuluyor peki?"
Oal'i Riaf yanıtladı. "Gördünüz. Fazlasıyla kalabalık burası. Püros bu kadar kalabalık olsa orada da böyle eğitilirlerdi mecburen."
Hepsi onu başıyla onayladı. Binadan içeri girip ilk katı meraklıca taradılar. Sınıfların yanındaki sayılara bakıyorlardı. Elindeki kağıda tekrar baktı Riaf.
11/C
Öyle bir yeri bulmalıydı.
O sırada arkalarından hızlı adımlarla yukarı kattaki tuvalete çıkan Mehir ve arkadaşını fark etmediler.
Koridor boyu ilerlediler. Çoğu kişiye garip geldikleri için onların göz hapsindelerdi. Ama belli etmemek için ellerinden geleni yapmalılardı. Püros için bu tehlikeli olabilirdi.
Koridorun sonuna vardıklarında gördükleri merdiveni çıktılar. Başka bir koridorla daha karşılaştılar. Burası alt kata göre daha kalabalıktı. Garip bir ses işitti. Çalan bu zilin sesiyle öğrenciler hareketlenip sınıflara giriyordu. Ama yine de olduğu yerde dikilip onlara bakan çoktu. Gözlerini gezdirdi Riaf. Sayılara ve harflere baktı. Ama zannettiklerinden daha garip durduklarının farkında değildi. Kıyafetleri dünyanın modern çağına uysa da dikkat çekiciydi. Ve hareket etmeden etrafa attıkları bakışlar vardı tabii.
"Vay be." diyen Harkel öğrencilerin üniformalarına baktı. Onlarda öğrenciler üniforma giymezdi.
Riaf'ın gözleri kısık bir şekilde olan bakışları ilerideki sınıfların olduğu yere kaydı. Tek tek baktığı her yüzde onu arıyordu. Püros'ta eline ulaşan kağıttaki, ulaştığı günden beri gözleriyle ezberlediği yüz. Resimdeki kişiyi ararken koridorda, uzakta biriyle göz göze geldi. Tanıdıklık veren hisle vücudu kavrulurken anladı. Bu oydu. Kıstığı gözlerini serbest bıraktı. Hemen yanına varmak için adımladı. Askerleri onu takip etmeye başladı.
"Prensesimiz o mu?"
"Hani nerde?!"
Oal elinin tersini Harkel'in ensesine geçirdi. Harkel ise ona meydan okuyan bir bakış atıp ensesini ovaladı. Geri döndüklerinde Oal'i saha da kılıç düellosuna çağıracaktı. Hem kaşınıyordu hem de sakız almasına mani olmuştu.
"Kör müsün? Kralımız sabahtan beri ona bakıyor."
Gözlerindeki emir verici ifadeyle onlara dönen Riaf, "Prens." diye düzeltti. "Kral değilim henüz." Sakin ve kibar üsluplu da olsa emir verilmiş gibi dikleşti herkes.
"Affedersiniz efendim."
Önüne dönen Riaf yürümeye devam etti ancak o yoktu. Gitmişti. Kısa bir telaşlanmanın ardından sınıfta olabileceği düşüncesiyle bir an önce oraya gitmek istiyordu. Tanımadığı bu prensesle, ilk tanışmalarının olumlu sonuç doğurmasını umuyordu. Korkutup kaçırmak istemiyordu. Biraz da çekiniyordu..
Püros'un yegane prensesi, kraliçe adayı Mehir...
Her şeyden habersiz yakasındaki lekeyi ıslak mendille daha çok ovalamaya devam eden ve önündeki ayt matematik deneme kitabını parçalama arzusuyla tutuşan kız.
***
"Beyaz lale. En sevdiğim!"
Mutluluğu gözlerinden okunan sevgilisine yanaştı ve yanağından öptü. "Sen iste bütün Püros'un beyaz lalelerini sana getireyim."
Utanan genç kız sevgilisine sindi. Kucağına aldığı bir demet laleye burnunu yaklaştırdı. Ama aklına gelenlerle gülüşü soldu. "Sen görev için dünyaya gittiğinde, kim bana beyaz lale getirecek?"
İç çeken genç boncuk boncuk ona bakan gözlere dayanamayıp tekrar yanaklarından öptü. Burnunun ucuna da minik bir öpücük bıraktığında kıkırdadı genç kız.
"Yapma ya. Sıyrılamazsın böyle."
Güldü genç.
"Bence sıyrıldım bile."
Ciddileşen genç kız boştaki eliyle durdurdu onu. "Ciddiyim ben. Dünya çok kalabalık bir yer diyorlar. Başına bir şey gelebilir. Buradan daha tehlikeli oradaki insanlar."
Endişe ile bakan gözlere aşkla karşılık verdi genç. Alnını sevdiğinin alnına yaslayıp iç çekti. "Sen.." dedi. "Sen beni beklediğin sürece bana kimse bir şey yapamaz."
"Beklerim.." dedi genç kız. "Ben seni hep beklerim.."
***
Düşünceleriniz? Bölüm nasıldı? Kurgu nasıldı? Az çok belli ama daha olaylar gelişmedi. Sizce ilk bölüm nasıldığğğğ
Sonda yazdığım minik alıntıyı, bölümler ilerledikçe yavaş yavaş anlayacaksınızzz;)
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere^^
❤
S.D.