Bölüm 2 – İyilikler de Cezalandırılmalı

2145 Words
SEO o sabah gözlerini açtığında başı zonkluyordu. Göz kapakları birbirine yapışmış, kirpiklerinin arasında tuhaf bir ağırlık kalmıştı. Geceden kalma bir yorgunluk vardı üzerinde ama bu sıradan bir yorgunluk değildi; daha çok zihinsel bir çöküşe benziyordu. Vücudu sanki bütün gece bir kavgadan çıkmış gibiydi: kemikleri sızlıyor, kasları geriliyor, alnının ortasında zonklayan ağrı her nefes alışında daha da kuvvetleniyordu. Yavaşça yatağın kenarına oturdu. Bir süre öylece kaldı. Ellerini dizlerine koymuş, başını öne eğmiş, derin derin nefes alıp veriyordu. Karanlık odada yalnızca sabahın gri ışığı perdelerin arasından sızıyor, tavandaki tozlar o solgun ışığın içinde ağır ağır dans ediyordu. "Bu sadece yazıydı..." dedi kendi kendine ama sesini duyamadı. Dudakları bile kıpırdamamıştı. Zihninde söyledi sadece. Ama gerçekten öyle miydi? Yazdığı şey yalnızca bir kurgu muydu? Dün gece yazdığı her sahne, her cümle, her ölüm... sadece bir hayal ürününden mi ibaretti? Hayır. Bu sefer farklıydı. Bu sefer sanki her satırı yaşadı. Sanki kelimeleri yazarken değil, bizzat içinden geçerken hissetti. Her cesedin soğukluğunu, her çığlığın yankısını, her bıçak darbesinin titreşimini... Derin bir nefes alarak ayağa kalktı. Ayak tabanları soğuk zemine bastığında ürperdi. Parmak uçlarına kadar yayılan o titreme ona canlı olduğunu hatırlattı. Ya da hâlâ hayatta olduğunu. Ağır adımlarla pencereye yürüdü. Perdeyi araladı. Gün ışığı çok zayıftı, adeta hava da uyanmak istemiyordu. Gri bir gökyüzü, puslu bir şehir, ıslak camların dışındaki bulanık manzara... Hepsi bir bütün olarak kasvetli bir tabloyu andırıyordu. SEO bu tabloya yabancı değildi. Tam aksine, içindeki karanlıkla bu tablo artık onun aynası olmuştu. Pencereyi araladı. Soğuk hava aniden içeri doldu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Keskin, kuru, gerçek bir hava... Yüzünü okşayan rüzgar, gece boyunca zihninde dolaşan hayaletleri kısa süreliğine susturdu. Yüzünü buruşturarak içeri çekildi. Banyoya gitmeliydi. Aynaya bakmak istemese de gidecekti. Lavabonun başına geçtiğinde başını kaldırıp aynaya baktı. Ve o an durdu. Karşısındaki yüz tanıdık değildi. Gözleri kocamandı, altında mor halkalar vardı. Mavi gözlerinin parlaklığı gitmişti. Ten rengi neredeyse solmuştu. Saçları darmadağındı, alnına yapışmış birkaç tutam uykusuzluğun izlerini taşıyordu. Dudakları çatlamıştı. Ve yüzündeki ifade... yorgunluk değil, daha çok bir yabancının maskesiydi. Korktu. Aynadaki kadının kendisi olup olmadığından emin olamıyordu. Yazdığı her hikâyede karakterlerini sabahları mutlu, neşeli, umutlu uyandırmıştı. Ama şimdi... o mutlu sabahlar çok uzakta kalmıştı. Bu sabah bir karanlığın içindeydi. "Kalk," dedi kendine. "Kahve iç. Yaz. Bir şeyler yap." Mutfağa doğru yürüdü. Adımları bir rüyadaymış gibi ağırdı. Önce bir bardak su içti. Bardağın içindeki su, boğazından geçerken serin bir iz bıraktı. Kahve makinesine yaklaştı, çekirdekleri koydu, tuşa bastı. Kahve demlenirken başparmaklarıyla şakaklarını ovdu. Baş ağrısı hâlâ geçmemişti. Daha derinleşmişti. Kahve hazır olduğunda kupayı aldı. Bilgisayarın başına oturdu. Ekranı açtı. Dün gece paylaştığı ilk bölümün yorumlarını görmek istiyordu. Okuyucuların tepkisini. Belki de biraz onaylanmak istiyordu. Ve yorumlar... sayısızdı. "İlk bölümde bile içine çektin beni." "Bu sefer daha da karanlık. Daha da gerçek." "Efsane bir başlangıç. Damarıma işledi." "Serinin bitmesine üzülmüştüm ama bu... bu çok başka." SEO okudukça gözlerinin kenarına bir gülümseme yerleşti. Kalbinin derinliklerine kadar yayılan bir sıcaklık hissetti. Belki... yalnız değildi. Belki bu karanlığın içinde onu anlayan insanlar vardı. Kahvesinden bir yudum aldı. Kupayı masaya bıraktı. Parmaklarını esnetti. Yeni sayfayı açtı. Ve başlığı yazdı: İyilikler de Cezalandırılmalı Bir süre beyaz sayfaya baktı. İçindeki uğultu yeniden yükseldi. Bu kez... bu beyaz sayfa kimin kanıyla yazılacaktı? Noctis Vale, o sabah da karanlıktı. Şehir, adeta uyanmayı reddediyor gibiydi. Gökyüzü, siyaha çalan bir kurşuni ile örtülmüş, güneşin varlığı çoktan unutulmuştu. Sokaklar ıslaktı, gece yağan yağmurun izleri hâlâ kaldırımlarda parlıyordu. İnsanlar sustuğunda, şehir konuşmaya başlardı. Bu şehir de fısıltılarla doluydu; kimin gerçekten yaşıyor, kimin ölü olduğunu ayırt edemeyeceğin kadar sessizdi. Katil, sabahın ilk ışıklarıyla uyanmamıştı. Zaten uyumuyordu. Uyuyanlar masumdu, o ise artık masum değildi. Yatağı yoktu, yastığı yoktu, vicdanı da... Önünde açtığı siyah kaplı defterin sayfaları dolmak üzereydi. İnce, sivri uçlu kalemiyle yeni bir başlık yazdı: Elnor Virel – Günlük Takip Notları El yazısı tertipliydi. Her harf birbirine uyumlu, her satır arasında eşit boşluklar vardı. Tıpkı bir adalet müfettişi gibi titizlikle not alıyordu. "Saat 08:30 – Evden çıkıyor. Mavi kabanını giymişti. Sağ eliyle kapıyı kapattı, sol kolundaki çantayı düzeltti. Burnunun ucuna kadar çektiği atkısıyla yüzünün çoğu görünmüyordu. Ayakkabıları hâlâ geçen haftaki. Tabanları eski." "08:38 – Mahalledeki bakkala uğradı. Bir mama, bir süt, bir ekmek aldı. Mama kutusunun markası değişmiş. Bu detay önemli olabilir. Daha ucuzu tercih etmiş." "08:47 – Aynı kadının kapısına, aynı rutinle süt ve ekmeği bıraktı. Zili çalmadan. Görünmeden. Tıpkı her sabah yaptığı gibi." "08:50 – Sokak köşesindeki kedilere mamasını döktü. Bu sefer dört kedi vardı. İkisi daha önce yoktu." "09:05 – Otobüse binmeden önce kaldırımda bekledi. Bir yaşlı adamın düşen çantasını kaldırmasına yardım etti. Adamla konuşmadı. Sadece başını eğdi. Sonra otobüse bindi." "09:30 – Ofise giriş yaptı. Yine o gri binaya. Giriş kartı ile turnikeden geçti. Güvenliğe gülümsedi." "Görevi: Etik Uyumluluk Görevlisi." Burada durdu. Katilin dudakları kıpırdadı. "Ne ironik," dedi kendi kendine. "Etik... Ne tuhaf bir kelime." Devam etti. "12:05 – Öğle yemeğine çıktı. Aynı restoran. Aynı masa. Aynı garson. Menüsünü değiştirmedi. Sessizdi. Telefona bakıyordu. Belki yazıyordu, belki okuyordu. Masaya biri geldiğinde gülümsedi." "13:00 – Ofise döndü. 18:00 – Mesaiden çıktı. 18:35 – Otobüs durağında kısa süre bekledi. Aynı otobüs, aynı güzergâh. 18:55 – Evine girdi." Katil defteri kapattı. Elini çenesine götürüp bir süre düşündü. "Rutinin ne kadar da kusursuz. Ne kadar… iyisin." "Ama ben iyileri sevmem." Defterin bir sonraki sayfasına geçti. Başlık attı: Cezanın Uygulanma Günü: Hazır mıyız, Elnor? Sanki bir tiyatronun perdesi açılmak üzereydi. Başrol belliydi. Sahne Noctis Vale’in en sessiz sokağında kurulacaktı. Işıklar loş, seyirci sessiz olacaktı. Çünkü bu bir mahkemeydi. Ve hakimin adı: Zael Kormak. Zael, kalemini bıraktı. Kalktı. Gardırobun içindeki ceketi giydi. Ceketin iç cebinden bir şey çıkardı. Paslanmış, ama keskinliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bir bıçak. Bıçağın üzerine kazınmış bir kelime vardı: "Vicdan" Gülümsedi. "Ne ironik," dedi yeniden. "Benim vicdanım, senin boğazına saplanacak." Elnor Virel o gün de diğer günler gibi başlamıştı. Sabah erkenden kalktı, biraz kahvaltı etti ve her zamanki gibi işine doğru yola çıktı. Güneş yoktu ama o bunu fark etmedi. Onun iç dünyasında hava hep aynıydı: sakin, sade, net. Rutinini seviyordu. Sabah 08:30’da evden çıkıyor, önce sokağın başındaki küçük bakkala uğruyordu. Bakkalda her gün neredeyse aynı şeyleri alıyordu: Bir küçük kutu süt, bir ekmek ve bir kutu kedi maması. Süt ve ekmeği, mahallesinde yalnız yaşayan yaşlı bir kadının kapısına bırakıyordu. Mamayı ise sokağın başında onu bekleyen kedilere… Zili çalmıyor, yardım ettiğini söylemiyordu. İyilik sessiz olmalıydı. Zaten o da bu yüzden seçilmişti. Saat 09:00’da iş yerindeydi. Etik Uyumluluk Görevlisi olarak çalışıyordu. Adı gibi işine de dürüstlükle bağlıydı. Öğle arasında yine aynı restoranda yemek yedi. Yalnız bir masada oturmuş, siparişini fazla konuşmadan vermişti. Yemeğini yerken arada telefona göz atıyor, bazen bir e-posta yanıtlıyordu. Saat 18:00 olduğunda mesaisi sona erdi. Ofisten çıktı, mavi kabanını giydi, atkısını sardı. Sokak lambaları yavaş yavaş yanmaya başlamıştı. Gökyüzü çoktan kararmıştı. Akşam havasında insanın içine işleyen bir serinlik vardı. Saat 18:25’te durağa geldi. Her zamanki otobüse bindi. Sessizce cam kenarına oturdu, kulaklıklarını taktı ama müzik açmadı. Sadece dışarıyı izledi. Işıklar hızla geçip gidiyordu. İnsanlar aceleyle evlerine dönüyordu. Ama Elnor o gece kendi evine değil, bir tuzağın içine dönecekti. Saat 18:50’de sokağına ulaştı. Yürürken evine sadece birkaç adım kalmıştı ki, köşede bir adamı fark etti. Adamın elindeki poşet yere düşmüş, meyveler sokağa saçılmıştı. Kaldırımda dağılmış elmalar, portakallar vardı. Adam, onları telaşla toplamaya çalışıyordu. Görüntü doğal, hatta fazlasıyla sıradandı. Elnor duraksadı. Kısa bir anlık içgüdüsel bir huzursuzluk hissetti ama çabuk geçti. Adımlarını hızlandırıp adama yaklaştı. "Yardım edeyim mi?" dedi nazikçe. Adam başını kaldırmadı. "Olur, teşekkür ederim," dedi. Sesi soğuktu. Belirsiz bir tonda. Elnor birkaç elmayı alıp poşete koymaya başladı. Adam da aynı anda eğildi. Bir an elleri çarpışacak gibi oldu. Ama olmadı. Temas etmeden geçtiler. Her şey sıradandı. Ta ki Elnor meyveleri toplayıp doğrulmaya kalkana kadar. O anda sırtında ince bir baskı hissetti. Ne olduğunu anlayamadan, omzuna bir şeyin dayandığını fark etti. Soğuk. Metalik. Bir bıçak. "Sakince yürü," dedi adam. "Bağırma. Sadece yürü." Elnor’un nefesi kesildi. Kalbi boğazına tırmandı. Dudakları titredi ama sesi çıkmadı. Ayakları istemsizce hareket etti. Kaldırımı geçip daha ıssız bir sokağa saptılar. Arka sokak… Karanlık, loş ve sessiz. Sokakta yalnızca iki yanık lamba vardı. Duvar dibinde çöp poşetleri dizilmişti. Hava ağırdı. İçine sinen bir tehdit vardı o sokakta. "Dön," dedi adam. Elnor yavaşça döndü. Gözleri korkuyla açılmıştı. "B-benden ne istiyorsun?" Adam sessizce ona yaklaştı. Giydiği ceketin kapüşonu yüzünü gölgeliyordu. Gözleri seçilemiyordu. Ama sesi netti. Soğuk ve keskin: "Seni yargılamam gerekiyor." "Ama… ben bir şey yapmadım ki… suç işlemedim…" "Hiç mi? Emin misin?" "Eminim…" Adam bıçağı hafifçe kaldırdı, konuşurken gülümsüyordu. "İyilik... cezasız kalmamalı, Virel." "Bu dünyada hiçbir iyi niyet masum değil." "İyilik cezasız kalmamalı, Virel." Adam bunu söyledikten sonra bir an bile tereddüt etmedi. Bıçağı havaya kaldırdı, tam Elnor’un sağ bacağına sapladı. Elnor’ın ağzından korkunç bir çığlık koptu. Dizlerinin bağı çözüldü. Dengesini kaybedip yere yığıldı. Ellerini bacağına götürdü, akan sıcak kanı hissediyordu. Acı her yere yayılıyordu; sinir uçlarına, göz bebeklerine, boğazına… "Lütfen..." diye inledi. "Lütfen yapma... neden..." Katil bir adım daha yaklaştı. Yerde kıvranan Elnor’un yüzüne baktı. Soğuk bir ifadeyle konuştu: "Sana yardım eden biri var mı şimdi?" "Sabah süt bıraktığın kadın nerede?" "Otobüste yer verdiğin adam neden seni kurtarmaya gelmiyor?" "İyiliğine şahit olanlar neden şimdi yok?" Elnor gözyaşlarıyla etrafına baktı. Sokak boştu. Camlar karanlıktı. Kimse yoktu. Dünyadaki bütün yalnızlıklar bir anlığına bedenine hücum etti. Katil diz çöktü, bıçağı bacağından çekti. Elnor tekrar çığlık attı. Katilin ifadesi hâlâ aynıydı — duygusuz, sanki sadece görevini yerine getiriyordu. "Sessiz olursan, daha az acır." "Ben vicdanı temsil ediyorum." O an Elnor, hemen yanındaki çöp poşetini fark etti. Tüm gücünü toplayarak poşeti kaptı ve katilin yüzüne fırlattı. Poşet katilin gözlerini kapladı. Dengesini kaybedip geriye doğru düştü. Elnor o anı fırsat bilerek ayağa kalktı. Bacağı titriyordu, kan akmaya devam ediyordu ama yürümeye başladı. Kaçmalıydı. Yardım bulmalıydı. Koşmaya çalıştı ama her adımında çığlık atacak gibi oluyordu. Arkaya dönüp baktığında, katil çoktan ayağa kalkmıştı. Yavaş adımlarla, sabırla ona doğru yürüyordu. Bir avcı gibi. Elnor’un ayağı kaldırımdaki bir poşete takıldı. Yere düştü. Avuçlarını yere bastırarak doğrulmaya çalıştı. Ama katil ona çoktan yetişmişti. Bir eliyle Elnor’un saçından tuttu, başını yukarı kaldırdı. Yüz yüze geldiler. Elnor’un gözleri, ölümle ilk defa bu kadar yakındı. "Cezadan kaçamazsın," dedi katil. "Yargılamayı bitirmem gerek." Elnor yutkundu, acıya rağmen konuştu: "Sen... sen kimsin ki beni yargılıyorsun?" "Sen Tanrı değilsin." Katil güldü. Ama bu kahkaha insani değildi. Boğuktu, karanlıktı, boşluk doluydu. "Tanrı değilsem, tanrı neden beni yargılamama izin veriyor?" "Senin Tanrın nerede? Neden sana yardım etmiyor?" Ve ardından bıçağı boğazına dayadı. "Ben hükmü verdim." "Sen cezayı çektin." "Adalet böyle işler." Elnor son bir nefes aldı. Gözleri açık, ama ruhu çoktan teslim olmuş gibiydi. Katil, bıçağı tek hamlede boğazına geçirdi. Kan sessizce aktı. Elnor’un bedeni yavaşça yere yığıldı. Sokak yine sessizliğe gömüldü. Katil Duvara, kanla koca harflerle yazdı: “Hüküm Verildi.” Sonra arkasını döndü. Sanki hiçbir şey olmamış gibi yürüyüp karanlığın içine karıştı. SEO, bilgisayarının başında uzun bir süre çalıştıktan sonra nihayet ikinci bölümünü tamamladı. Her cümleyi dikkatle seçmişti, katilin dünyasına dalmıştı ve yazdığı her kelimeyi içselleştirmişti. Ancak, bir anda içindeki huzursuzluk arttı. Yazdığı şeylerin bir şekilde gerçek olabileceği düşüncesi, onu korkutuyordu. Sonunda, yazdığı bölümü yayımlamak için tuşlara bastı. İkinci Bölüm Yayımlandı. Bilgisayarının ekranında bir bildirim belirdi. SEO derin bir nefes aldı, parmaklarını esnetip kalkmadan önce biraz daha dinlenmeye karar verdi. Bir süre sonra, telefonunu aldı ve ekranına baktı. Jirisan Ormanı'nda, 25 yaşlarında bir kadının cesedi bulundu. SEO’nun gözleri ekrana kilitlendi. Haberi okudu ve bir şey dikkatini çekti. Kadının kolunda kanla yazılmış bir yazı vardı: "Viva la Vida." SEO, ekrandaki haberi okurken bir anda donakaldı. Viva la Vida… Bu yazı, tamamen yazara ait bir anlam taşıyan bir söz. SEO, yazdığı her hikâyede yer verdiği bu cümleyi çok seviyor ve içsel olarak buna bağlıydı. Ancak şimdi, bu yazı, katil tarafından bir kadının koluna kazınmıştı. Yazar, bu yazının içsel anlamını biliyordu, ama asıl dikkat çeken şey kadının ölümünün, yazdığı kurgudaki Serin karakterinin ölümüne ne kadar benzediğiydi. Serin, yazdığı kurguda öldürdüğü bir karakterdi, ve bu kadının ölümü ona Serin’i anımsatıyordu. Kurgudaki bir karakterin ölümüne benzeyen bir gerçek ölüm… Her şey birbirine benziyor gibiydi. Ancak Viva la Vida yazısı, yalnızca bir tesadüf değildi. Bu yazı, yazarın sevdiği bir söz olarak sadece ona ait bir anlam taşıyordu. SEO’nun içindeki huzursuzluk arttı. Yazdığı kurgu ile gerçeklik arasındaki sınırlar gitgide daha da belirsizleşiyordu. Serin'in ölümü kurguda bir anlam taşırken, şimdi gerçek dünyada başka bir kadının ölümünü izlemek, tüm dünyasının sarsılmasına yol açıyordu. Ekrandaki yazıya tekrar bakarken, yazdığı kurgu ile gerçek hayat arasındaki bu kesişme onu daha da korkutuyordu. Yazdığı öykülerin bir şekilde gerçek hayata yansıması, SEO'nun yazarlık kariyerinde çok farklı bir döneme işaret ediyordu. Viva la Vida yazısı, belki de bir işaretti. Ama asıl soru, bu kadar benzerliğin neden oluştuğuydu. Yazarın gerçekliği ve kurgu dünyası arasındaki çizgi giderek siliniyordu. Bölüm Sonu Notu: "Yazdıklarım bir yansıma mı, yoksa sadece bir tesadüf mü? Kurgunun ve gerçeğin sınırlarını birbirinden ayırt etmek her geçen gün daha zorlaşıyor. Her kelime, her cümle sanki bir adım daha fazla gerçek oluyor. Bugün öğrendiğim şey: Yazdığınız bir hikâye, bir şekilde yaşamınızın bir parçası olabilir. Ama hiçbir şey, gerçekten ne kadar karanlık olduğunu görmek kadar korkutucu olamaz. Ve her şey bir şekilde, bir noktada birbirine bağlıdır. Kimse bunun farkında değil, ama bir gün olacak. İşte o zaman, ne yazdığınızı anlayacaksınız."
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD