Gecenin karanlığı sınır hattına çökmüştü. Sessizlik, yalnızca ara sıra duyulan top sesleriyle bölünüyordu. Kamp ateşinin zayıf ışığında askerler sırayla nöbet tutuyor, bir kısmı da çelik yelekleriyle yorgunluğunu toprağın soğuk kucağında dinlendirmeye çalışıyordu.
Cem, harita başında eğilmişti. Bakışları keskin, yüzündeki çizgiler derindi. Onun için uyku bir lükstü. Her an tetikte olmak, en ufak ayrıntıyı bile fark etmek zorundaydı. Çünkü bir hata, sadece kendi canına değil, tüm timin hayatına mal olabilirdi.
Elif ise biraz uzakta, kamp ateşinin kıvılcımlarına bakıyordu. Defteri yine elindeydi ama bu kez yazmak yerine boş sayfaya bakakalmıştı. Düşünceleri darmadağındı. Gündüz yaşadıkları, kulaklarında hâlâ uğuldayan patlamalar ve Cem’in sert ama koruyucu tavrı, zihninde bir fırtına koparıyordu.
Cem başını kaldırıp ona baktı. Sessizliği bozdu:
“Burada daha fazla kalamazsın. Yarın seni güvenli bölgeye göndereceğiz.”
Elif kaşlarını çattı.
“Ben gitmeyeceğim. Bunu daha önce de konuştuk.”
“Bu bir tartışma değil. Karar verdim.” Cem’in sesi keskin bir bıçak gibiydi.
Elif, dudaklarını ısırarak öne eğildi. Defterini kucağına kapattı ve sert bir ifadeyle cevap verdi:
“Ben buraya kendi irademle geldim. Senin izninle değil. Eğer gideceksem, kendi irademle giderim.”
Cem’in gözleri kısıldı. Öfke ve hayranlık arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Onun bu inatçılığı, bir yandan sinirlerini bozuyor, diğer yandan içindeki gizli bir hayranlığı besliyordu.
Tam o sırada telsizden keskin bir ses yükseldi. Karargâhtan gelen emir, timin harekete geçmesini istiyordu. Sınır hattında düşmanın yeni bir sızma girişimi vardı. Cem hızlıca toparlandı.
“Burada kal ve sakın hareket etme,” diye sert bir şekilde uyardı Elif’i.
Elif ise gözlerini kaldırmadan fısıldadı:
“Ben sizin hikâyenizi yazmaya geldim. Eğer ateşin içine girmeden yazarsam, yalan olur.”
Cem bir şey söylemedi. Timinin başına geçip ilerlerken, arkasından Elif’in gözlerini hissetti. O an kalbinin derinliklerinde istemediği bir gerçek yankılandı:
“Bu kadın burada kalırsa, sadece görevim değil, kalbim de tehlikede olacak.”
Cem ve timi gece karanlığında ilerlerken sessizlik hâkimdi. Ay ışığı, toprağın üzerine solgun bir örtü seriyordu. Her adım dikkatle atılıyor, her nefes ölçülü veriliyordu.
Elif, geride kalması gerekirken gizlice onların peşine takılmıştı. Kalbi güm güm atıyor, ayaklarının altındaki taşlar dev bir siren gibi yankılanıyormuş gibi geliyordu ona. İçinde korku vardı ama geri dönmek aklına bile gelmiyordu.
Bir anda karanlığın içinden peş peşe patlayan silah sesleri yükseldi. Kurşunlar toprağa saplanıyor, yanlarından vızıldayarak geçiyordu. Cem refleksle yere atladı, askerlerine emir verdi:
“Yat! Ateş serbest!”
Timin tüfekleri anında cevap verdi. Gece birden alev aldı. Çatışmanın gürültüsü tüm dağlarda yankılandı.
Elif, korkuyla bir kayanın arkasına saklandı. Nefesi hızlanmıştı. Gözleri önünde yaşanan bu sahne, hayatı boyunca hiçbir yerde okuyamayacağı kadar gerçeğin ta kendisiydi. Ellerindeki defteri sıkı sıkıya kavradı, not almaya çalıştı ama parmakları titriyordu.
Cem, siperden kafasını kaldırıp mevzilenmiş düşmanı görmeye çalıştı. Birkaç el ateş ederek askerlerini yönlendirdi. Ardından bir gölge fark etti… kayanın dibinde titreyen bir siluet. Elif’ti.
“Lanet olsun!” diye homurdandı ve hızla sürünerek ona doğru ilerledi.
Bir kurşun hemen yanına saplandı, toprak yüzüne sıçradı. Ama o durmadı. Elif’in yanına ulaştığında gözlerindeki korkuyu gördü. Kolu sertçe kavrayıp onu yere bastırdı.
“Burada ne işin var?! Sana geride kal demedim mi?!”
Elif, gözyaşlarını bastırarak fısıldadı:
“Bunu yazmazsam, kimse bilmeyecek…”
Cem öfkeyle nefes aldı, ama o an başka bir patlama sesi duyuldu. Bir el bombası çok yakına düşmüştü. Cem, düşünmeye fırsat bulamadan Elif’i kollarına alıp kayaların arkasına savurdu. Patlama kulaklarını sağır ederken ikisi de toprağa yapıştı.
Duman dağılırken Cem, hâlâ onu sıkıca sarmaladığını fark etti. Elif’in kalbi hızla çarpıyor, nefesleri birbirine karışıyordu. Bir anlık sessizlikte göz göze geldiler.
Cem’in sesi bu kez emir gibi değil, sanki kalbinin en derininden kopmuş gibiydi:
“Bir daha… asla yanımdan ayrılma.”
Elif’in dudaklarından sadece tek bir kelime döküldü:
“Tamam.”
Ardından yeniden silah sesleri yükseldi. Cem ayağa fırladı, silahını doğrulttu. Ama artık tek düşündüğü, yalnızca görev değil… yanı başındaki kadının hayatta kalmasıydı.
Çatışma uzadıkça gecenin sessizliği yerle bir olmuştu. Kurşun sesleri, patlamalar ve bağırışlar dağın karanlıklarını parçalıyordu. Cem, askerlerini yönlendirirken bir anlık çığlık duyar gibi oldu. Ses, birkaç metre ötedeki Mehmet’e aitti.
“Komutanım!” diye bağırdı bir asker.
Cem hemen başını çevirdi. Mehmet göğsünden vurulmuş, toprağın üzerine yığılmıştı.
Cem koştu, dizlerinin üzerine çöktü. Mehmet’in kanı avuçlarının içine dolarken gözlerini kapatıp dişlerini sıktı. “Dayan, askerim! Sakın bırakma!”
Elif de korkusunu unutup yanlarına geldi. Mehmet’in solgun yüzünü görünce dizlerinin bağı çözüldü ama hemen kendini toparladı. Çantasından küçük ilk yardım setini çıkardı.
“Bana izin ver!” dedi, sesi titrek ama kararlıydı.
Cem bir an tereddüt etti, sonra geri çekildi. Elif, hızlı ve pratik hareketlerle yaranın etrafını temizlemeye çalıştı. Ellerinin titremesine izin vermedi. Mehmet’in nefesi hırıltılıydı, gözleri yarı kapalıydı.
“Elini bırakma,” dedi Elif, Cem’e bakarak. “Onun hayata tutunmaya ihtiyacı var.”
Cem, kanlı elleriyle Mehmet’in elini kavradı. Sert, disiplinli yüzü ilk kez bu kadar çaresiz görünüyordu.
“Dayan evlat… Dayanacaksın.”
Elif kanamayı durdurmaya çalışırken dudaklarından dua gibi mırıldandı:
“Sen sadece bir asker değilsin… Sen bir oğulsun, bir kardeşsin… Sana yazılacak hikâyen daha bitmedi.”
Mehmet’in gözleri kısacık bir an için açıldı. Zorlukla gülümsedi, kanlı dudaklarından tek bir kelime çıktı:
“Sağ olun…”
O an, Cem’in yüreği sanki ikiye bölündü. Elif’in cesareti ve merhameti, savaşın karanlığında bir ışık gibi yanıyordu.
Çatışma devam ediyordu ama o anın içinde, üç insanın kaderi birbirine düğümlenmişti:
Biri görevi uğruna hayatını ortaya koyan asker,
biri gerçeği yazmak için ölümle yüzleşen kadın,
ve biri de onların ellerinde yaşama tutunmaya çalışan genç bir delikanlı.
Cem, Elif’e baktı. Sesindeki emir tonunu yutkunarak bastırdı.
“Sen… düşündüğümden çok daha fazlasısın.”
Elif gözlerini ondan ayırmadan, titreyen parmaklarıyla pansumanı tamamladı.
“Ben sadece olması gerekeni yapıyorum.”
Ama içlerinden ikisi de biliyordu ki, o gece yalnızca bir hayat kurtarılmamıştı. Bir kalbin kapıları da aralanmıştı.
Gece boyunca çatışmalar azar azar dindi, geriye yalnızca yanık barut kokusu ve sessizlik kaldı. Mehmet, zayıf nefeslerle hayatta kalmaya çalışırken Cem ve Elif’in bakışları sık sık birbirine değiyordu. İkisi de farkında olmadan aynı gerçeği hissediyordu: savaş, yalnızca silahla değil, yürekle de kazanılıyordu.
Sabaha karşı ufukta ilk ışıklar belirdiğinde Cem yorgun gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Sonra Elif’e dönüp kısık bir sesle, ama içinde sakladığı korkuyla konuştu:
“Bu topraklarda kalmaya devam edersen… seni kaybetmekten daha çok korkacağım, Elif.”