Yağmurun yerini sabahın soğuk sisine bıraktığı o erken saatlerde, ormanın içinde ağır bir sessizlik vardı. Kuşlar bile susmuştu sanki. Elif, küçük bir ateşin yanında, elindeki bez parçasıyla Cem’in omzundaki yarayı temizliyordu.
Cem’in yüzü solgun ama gözleri ondan hiç ayrılmıyordu. Elif’in parmakları titriyordu; soğuktan mı, yoksa dokunduğu her hücrenin farkında olduğundan mı, bilmiyordu.
“Biraz daha bastırmam gerek…” dedi kısık bir sesle.
Cem, hafifçe gülümsedi. “Senin elin değince acı bile başka oluyor.”
Elif başını kaldırdı, gözleri onun gözleriyle buluştu. O an, ne savaş vardı, ne de kaçış. Sadece iki kalp, aynı ritimde atıyordu.
Cem elini uzatıp onun saçlarının arasına dokundu. “Biliyor musun…” dedi alçak sesle, “Bu kadar karanlığın içinde sen bana hep ışık gibi geldin.”
Elif’in kalbi hızlandı. Bir an durdu, sonra sessizce fısıldadı:
“Ben de artık sensiz hiçbir şey yapmak istemiyorum.”
Cem, hiç düşünmeden eğildi. Dudakları, yağmurun ardından soğuk havada hâlâ sıcak olan o nefese değdi.
Öpücük uzun değildi… ama her şeyi değiştirdi.
Artık kaçış sadece düşmandan değil, birbirlerinden de imkânsızdı.
Serdar uzaktan yaklaşıp sessizce boğazını temizlediğinde, ikisi de irkildi.
“Romantizm güzel şey,” dedi hafif alaycı bir tonla, “ama eğer hemen toparlanmazsak, romantik bir mezarınız olur.”
Cem gülümsedi, Elif’in elini sıktı.
“Tamam, toparlanıyoruz.”
Ama o an, göz göze geldiklerinde, ikisi de biliyordu: Bu artık sadece bir görev değildi.
Bu, savaşın ortasında doğmuş bir aşkın ilk sabahıydı.
Elif, çantasını toparlarken sessizdi. Cem’in bakışlarını hissediyor ama yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu. Dudakları hâlâ az önceki öpücüğün sıcaklığını taşıyordu.
Yağmur dinmişti ama toprağın nemi, sisle karışıp her şeyi gri bir perdeye bürüyordu.
Serdar haritayı açtı, ateşin sönmeye yüz tutan ışığında rotayı işaret etti.
“Şu tepeden sonra sınır çizgisine yaklaşıyoruz. Ama orada termal kameralar var. Gündüz geçersek yakalanırız.”
Cem kaşlarını çattı. “Yani geceye kadar burada kalmamız gerekiyor.”
Serdar başını salladı. “Evet, ama bu da risk. Düşman devriyeleri artıyor. Dün geceki çatışmadan sonra bizi arıyorlar.”
Elif, onların konuşmasını dinlerken sessizce yanlarına oturdu.
“Ben… istersek ileride bir mağara gördüm. Orada bekleyebiliriz.”
Cem hemen ona döndü. “Ne zaman gördün?”
“Su almaya giderken. Çok uzak değil.”
Serdar kısa bir bakış attı, sonra başını salladı. “Tamam, gidip bakalım. Ama dikkatli olun. Eğer orası doluysa geri dönüş şansımız olmaz.”
---
Sislerin arasında yürürken, Elif bir an Cem’in eline dokundu.
Cem dönüp baktığında, Elif fısıldadı:
“Dün gece… eğer o kurşun sana isabet etseydi, ben ne yapardım bilmiyorum.”
Cem, bir an durdu, sonra onun elini tuttu. “Artık ne olursa olsun birbirimizi bırakmayacağız. Savaş biter, kurşunlar biter ama sen bitmezsin benim için.”
Elif’in gözleri doldu. O anda, hayatında ilk kez korkuyla sevginin aynı anda nasıl yakıcı olabileceğini hissetti.
Ama duygularına kapılmaya fırsat kalmadan, Serdar’ın sesi yankılandı:
“Durun!”
Üçü de eğildi. Önlerinde, ağaç köklerinin arasında metal bir ip dikkat çekiyordu.
Cem yaklaştı, gözleriyle inceledi. “Tetik teli… mayın olabilir.”
Elif nefesini tuttu. Serdar, sessizce bir taş aldı, ipten biraz uzağa attı.
Bir saniye… sonra patlama ormanı sarsarak yankılandı.
Toprak, sis ve duman her yere savruldu. Elif yere düştü, kulakları uğuldadı. Cem, hemen üzerine kapanarak onu korudu.
Serdar bağırdı: “Çabuk! Sığınak tarafına!”
Cem, Elif’in kolundan tutup ayağa kaldırdı. Kalbi hâlâ hızlı atıyordu.
Koşarak ilerlediler. Arkalarında dumanın içinden gelen sesler vardı — adımlar, silah sesleri.
“Bizi buldular!” diye bağırdı Serdar.
Mağaraya vardıklarında nefes nefeseydiler. İçerisi karanlıktı, ama güvenli görünüyordu.
Cem, silahını kontrol etti, sonra Elif’in yanına oturdu.
Elif’in yüzü solgundu, elleri titriyordu.
“İyi misin?” diye sordu Cem, gözlerini ondan ayırmadan.
Elif başını salladı. “Ben iyiyim… ama senin kolun yeniden kanıyor.”
Cem hafifçe gülümsedi. “Senin ellerin orada olmasa, bu yara çoktan kapanmazdı.”
Elif, çantasından bir bez çıkardı, sessizce onun kolunu sardı.
Parmakları Cem’in derisine dokundukça ikisi de konuşmadı. Savaşın ortasında, o dokunuş en sessiz barış gibiydi.
Bir an sessizlik çöktü. Ateşin titrek ışığı Cem’in yüzünü aydınlattı.
Elif’in kalbi göğsünde sıkıştı. Bu adam, ölümün içinde bile onu güvende hissettiren tek şeydi.
Cem, başını ona doğru eğdi, gözleri parlıyordu. “Artık bunu saklamayacağım,” dedi kararlı bir sesle.
“Ne olursa olsun, ben seni seviyorum, Elif.”
Elif, gözyaşlarını tutamadı. O anda silah sesleri, patlamalar, her şey uzaklaştı.
Yalnızca o cümle kaldı geriye.
Ve Elif, fısıldayarak karşılık verdi:
“Ben de seni, Cem…”
Cem, dudaklarını onun alnına değdirdiğinde dışarıdan bir ses yankılandı.
“Teslim olun! Kaçış yok!”
Serdar silahını kaldırdı. “Bulunduk!” diye fısıldadı.
Cem hemen Elif’i arkasına çekti.
“Sen burada kal, ne olursa olsun çıkma.”
Elif, korkuyla başını salladı. “Hayır, seni bırakmam!”
Ama Cem gözlerine baktı. “Artık ben sadece kendim için değil, senin için de savaşırım. Ve o yüzden ölmem.”
Dışarıda çatışma yeniden başladı. Mermiler mağaranın duvarlarına çarpıyor, yankı yapıyordu.
Cem ateş ederken Elif, elleriyle kulaklarını kapadı ama gözleri ondan bir an bile ayrılmadı.
Serdar bağırdı: “Onlar sayıca fazla! Geri çekilmiyoruz!”
Bir patlama daha oldu. Mağaranın ağzı kısmen çöktü. Toz, duman ve sessizlik.
Elif bağırdı: “Cem!”
Cevap gelmedi.
Sonra… bir el, taşların arasından uzandı. Cem’di.
Elif koştu, elinden tuttu, gözyaşları arasında gülümsedi.
“Beni bırakmam demiştim,” dedi Cem. “Sözümü tuttum.”
Elif başını onun omzuna yasladı, nefesini tuttu.
“Artık hiçbir yere gitme,” dedi sessizce.
“Gidersem bile, senin kalbinde kalırım,” diye fısıldadı Cem.
O sabah, sisin içinde güneş doğarken, üçü de ormanda sessizce ilerlemeye devam etti.
Ama Elif ve Cem artık sadece savaşın iki askeri değildi.
Onlar, ölümün ortasında doğmuş bir aşkın tanıklarıydı — ve artık hiçbir düşman, hiçbir kurşun bu bağı koparamayacaktı.Ateşin etrafında oturmuşlardı. Gökyüzü hâlâ bulutluydu ama yağmur durmuştu.
Serdar nöbetteydi; uzaklarda yalnızca rüzgârın uğultusu vardı.
Elif, sırtını mağara duvarına yaslamış, Cem’in omzuna başını koymuştu.
İkisi de konuşmuyordu. Sadece birbirlerinin nefeslerini dinliyorlardı.
Savaşın ortasında, o sessizlik bile bir mucize gibiydi.
“Biliyor musun,” dedi Elif, yavaşça. “Eskiden savaş haberlerini yazarken hep soğuk kalmaya çalışırdım. Ama artık hiçbir kelime yeterli gelmiyor.”
Cem, parmaklarını onun saçlarından geçirdi. “Çünkü artık sadece izleyen değil, yaşayan oldun.”
“Ya sen?” dedi Elif. “Bu kadar acının, kaybın ortasında hâlâ nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsun?”
Cem başını kaldırdı, gözleri ateşin turuncu ışığında parladı. “Çünkü biri bana hayatı hatırlatıyor.”
Elif’in kalbi sıkıştı. Dudaklarını araladı ama bir şey diyemedi.
Cem elini uzatıp onun yanağını okşadı. “Ve o kişi şu an karşımda.”
Sessizlik… ama o sessizlikte bile binlerce kelime gizliydi.
Elif başını kaldırdı, gözleriyle onun gözlerini buldu. Bu sefer öpüşmeleri daha farklıydı —
savaşın değil, hayatta kalmanın ve gerçekten sevmenin öpücüğüydü.
Birbirlerine sarıldıklarında, dışarıda rüzgâr esiyor ama içlerinde ilk kez huzur doğuyordu.
Cem onun kulağına fısıldadı:
“Bir gün buradan kurtulduğumuzda, seni deniz kenarına götüreceğim.
Ne silah sesi olacak, ne emir… sadece sen ve ben.”
Elif gülümsedi. “O günü bekleyeceğim.”
---
Sabah olduğunda, Serdar elinde telsizle yanlarına geldi.
Yüzü solgundu, sesi kısılmıştı. “Merkezle bağlantı kurdum,” dedi.
Cem hemen doğruldu. “Ne diyorlar?”
Serdar kısa bir duraksamadan sonra konuştu:
“Operasyon iptal edilmiş… geri dönmemiz emredildi. Ama…”
Cümlesini tamamlayamadı.
Elif endişeyle baktı. “Ama ne?”
Serdar, gözlerini kaçırarak devam etti:
“Dönüş yolunda köyün yakınına pusu kurmuşlar. Ve… Cem, seni özellikle istiyorlar.”
Cem’in yüzü bir anda karardı. “Beni mi?”
Serdar başını salladı. “Evet. Görünüşe göre birinin içeriden bilgi sızdırdığı düşünülüyor.”
Elif’in kalbi hızla atmaya başladı. “Ne demek bu? Seni tuzağa mı çekiyorlar?”
Cem sessizce ayağa kalktı.
“Demek geçmişim yine beni buldu…”
Elif hemen yanına geldi, elini tuttu. “Hayır, bu sefer yalnız gitmeyeceksin.”
Cem ona baktı, gülümsedi ama gözlerinde bir karanlık vardı.
“Belki de bu sefer geçmişimle yüzleşmem gerekiyor, Elif. Ama söz veriyorum — ne olursa olsun, sana döneceğim.”
Elif’in gözlerinden yaşlar süzüldü.
“Dönmezsen?” diye fısıldadı.
Cem, başını onun alnına dayadı. “O zaman bile kalbim seninle olacak.”
O sabah, sislerin arasından yola çıktılar.
Her adımda toprağın kokusu, yağmurun izi, aşkın ağırlığı vardı.
Ama Elif’in içinde bir his vardı — sanki gölgelerin arasında bir göz onları izliyordu.
Ve uzak bir tepede, bir dürbünün ardında bir siluet mırıldandı:
“Onu buldum.”