BÖLÜM 23- SESSİZLİĞİN İÇİNDE

1145 Words
Sabahın ilk ışıkları, savaş alanının üzerine utangaç bir şekilde doğdu. Sis hâlâ dağılmamıştı. Rüzgâr, yanık barut kokusunu taşıyor; toprağa düşen her bir gölge, geceden kalma bir anıyı hatırlatıyordu. Cem gözlerini açtığında, hemen yanı başında Elif’i gördü. Yorgunluktan göz kapakları ağırlaşmış, başını defterinin üzerine yaslamıştı. Geceden kalan bir sessizlik vardı aralarında ama bu sessizlik, korkudan değil; birbirine duyulan güvenin sessizliğiydi. Cem, Elif’in alnındaki bir toz parçasını usulca sildi. “Keşke burası başka bir yer olsaydı,” diye fısıldadı. “Bir savaş alanı değil de… belki bir sahil, belki de bir kafe. Sen yazarken ben seni izleseydim.” Elif, başını hafifçe kaldırdı. Gözleri nemliydi ama bu defa korkudan değil. “Seninle aynı cümlede olmak bile yeterdi Cem,” dedi yavaşça. “Burası neresi olursa olsun, sen varsın ya… o bana yeter.” Bir süre birbirlerine baktılar. Ne söz, ne gülümseme gerekiyordu. Sadece göz temasında paylaşılan bir anlayış vardı. Ama huzurun sesi uzun sürmedi. Uzaklardan yaklaşan motor gürültüleri, sessizliği parçaladı. Cem hemen doğruldu, silahını kavradı. Elif de defterini kapattı; kalemi titreyen elleriyle sıktı. “Yine geliyorlar…” dedi Cem, dişlerini sıkarak. “Bu kez daha kalabalıklar.” Elif ayağa kalktı, korkusunu bastırmaya çalışarak ona baktı. “Gitmen gerekiyorsa git,” dedi, sesi titrerken. “Ama ne olursa olsun… dön. Çünkü sen dönmezsen ben yazamam.” Cem derin bir nefes aldı, başını salladı. “Merak etme Elif,” dedi kısık ama kararlı bir sesle. “Her savaş biter, ama biz bitmeyiz.” Ve o an, Cem uzaklaşırken Elif defterini yeniden açtı. Kalemi kâğıda dokunduğunda parmakları titriyordu ama satırları güçlüydü: “Bazı savaşlar, silahlarla değil; sevdiğini kaybetmeme umuduyla verilir.” Rüzgâr, sayfaları çevirdi. Yeni bir gün başlamıştı ama Elif için zaman, Cem’in arkasında bıraktığı adımlarda asılı kalmıştı. Elif, Cem uzaklaştıkça göğsünde büyüyen bir boşluğu hissetti. Sanki her adımında, kalbinden bir parça kopuyor, rüzgârla birlikte savruluyordu. Gözleri onun ardından gitmek istese de, bacakları yerinden kıpırdamadı. O an anladı; sevmek bazen tutmak değil, gitmesine izin vermekti. Defterini dizlerine koydu, kalemini kaldırdı ama yazmakla ağlamak arasında kaldı. Gözleri satırlara değil, Cem’in gittiği yöne kilitlenmişti. “Keşke her kelime bir dua kadar güçlü olsaydı…” diye mırıldandı. “Belki o zaman yazdıklarım, seni korurdu Cem.” Birden arkasında genç bir er belirdi. Ürperdi. “Elif Hanım,” dedi nefes nefese. “Komutan, doğu hattında sıkıştı. Destek birimi ilerliyor ama… biraz zaman alacak.” Elif’in parmakları kalemin üzerinde kenetlendi. Kalemi o kadar sıkmıştı ki, ucu kırıldı. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. “Bir gazeteci olarak kalmalıyım,” dedi kendi kendine. “Ama bir kadın olarak… kalbim orada, onun yanında.” Bir süre oturdu. Sonra defterini kapattı, cebine yerleştirdi. Ayağa kalktı, sessizce siperin ucuna yürüdü. Gözleriyle ufku taradı. Uzakta, dumanlar arasında beliren siluetleri gördü. Cem’in sesi yankılandı zihninde: > “Her savaş biter, ama biz bitmeyiz.” O an Elif anladı ki, bazı sözler sadece kulağa değil, ruha kazınıyordu. Ve o söz, Elif’in bu savaşta ayakta kalmasını sağlayan tek şeydi. Güneş yavaş yavaş yükselirken, Elif’in yüzüne vuran ışıkla birlikte defterindeki son satır canlandı: “Sessizlik bazen bir dua, bazen bir vedadır. Ama en çok da bekleyiştir.” Ve o bekleyiş, Elif’in kalbinde yankılanan bir umut olarak kaldı. Elif siperin kenarında beklerken, uzaktan gelen patlamaların sesi bir anda durdu. Sanki savaş bile bir anlığına nefes almıştı. Dumanın ardında, sessizliğin içinde yankılanan kalp atışlarını hissediyordu. Her saniye, Cem’in dönüp dönmeyeceğiyle ilgili bir ihtimaldi artık. Bir süre sonra gökyüzü kızıl bir renge büründü. Güneş doğuyor ama Elif’in içi hâlâ gecenin soğuğundaydı. Bir asker yanına yaklaştı, yüzü yorgundu, sesi titrekti. “Çatışma bitti Elif Hanım. Şimdilik geri çekildiler.” Elif’in gözleri bir an parladı. “Komutan? Cem nerede?” diye sordu, kelimeler dudaklarından titreyerek döküldü. Asker başını öne eğdi. “Henüz dönmedi… ama arama ekibi gönderildi.” Kalbi sanki kaburgalarının arasına sığmıyordu. Bir yandan umutla beklemek istiyor, diğer yandan korkudan titriyordu. Ellerini birleştirdi, sessizce dua etti. > “Allah’ım, onu bana bir kez daha göster. Sonra her şeyi sustururum, söz.” Zaman geçtikçe güneş iyice yükseldi, siperin üzerindeki gölgeler dağıldı. Her şey bir süreliğine sakinleşmişti, ama Elif’in içindeki fırtına hâlâ dinmemişti. Sonra uzaktan bir figür belirdi. Omzunda toz, yüzünde kan izleriyle yürüyordu. Elif bir an inanamadı. Gözleri doldu, nefesi kesildi. Kalbi “o” dedi. Ve evet… Cem’di. Yavaş adımlarla yaklaşırken, Elif yerinden kıpırdayamadı. Ne koşabildi, ne konuşabildi. Sadece baktı. Çünkü bazı kavuşmalar kelimeyle değil, sessizlikle anlatılırdı. Cem, yorgun ama kararlı bir sesle konuştu: “Bitti Elif… Şimdilik.” Elif’in dudaklarından sadece şu kelimeler dökülebildi: “Sen dönmeyince ben de yarım kalıyorum.” Cem, başını eğdi, gülümsedi. O gülümseme, savaşın ortasında bile yaşamanın sebebiydi. Ve o an, ne silah sesleri kaldı ne de korkular. Sadece iki yürek, sessizliğin içinde birbirine tutundu. Cem’in yorgun adımlarla yanına gelişini izlerken, Elif’in kalbinde bir şey kırıldı. O ana kadar tuttuğu gözyaşları artık engel tanımıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar, toprağın üzerinde tozla karıştı. Cem ise ona yaklaştığında elleriyle omzunu tuttu, başını eğip sessizce “Buradayım,” dedi. O iki kelime, Elif için bir haykırış gibiydi. “Buradayım”… Yani ölmemişti, yani hâlâ nefes alıyordu. Ve belki de, Elif’in yazamadığı tüm cümlelerin anlamı buydu. Birlik yavaşça toparlanırken, gökyüzü turuncuya dönüyordu. Savaşın ardından gelen sessizlikte, yalnızca uzaktan duyulan yaralıların iniltisi vardı. Elif, refleksle ilk yardım çantasını alıp yaralıların yanına koştu. Cem ise emirler veriyor, askerlerin güvenliğini sağlıyordu. İkisi de bir yandan görevlerini yapıyor, bir yandan birbirlerinin varlığını sessizce hissediyordu. Elif, bir askerin yarasını sararken fark etti ki; elleri titriyordu. Cem’in az önceki “Buradayım” sözü hâlâ kulaklarındaydı. Bu savaş, yalnızca toprak için değil, içlerinde kaybettikleri parçalar içindi. Bir süre sonra Cem yanına geldi, diz çökerek yaralı askeri devraldı. “Sen biraz dinlen,” dedi. Elif başını iki yana salladı. “Ben de senin gibi görevdeyim. Hem… dinlenirsem düşünmeye başlarım.” Cem bir an sustu, sonra gülümsedi. “Belki de bazen düşünmek iyidir. Çünkü savaşta düşünmeyenler, kendini kaybeder.” Elif onun gözlerine baktı, o an içinde bir sıcaklık hissetti. Bu adam yalnızca bir asker değildi; savaşın ortasında bile insan kalmayı başarabilen biriydi. Belki de bu yüzden ona bu kadar bağlanmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde ateşin etrafında toplanan askerler sessizce oturuyordu. Her biri başka bir yere dalmıştı. Cem, elindeki haritayı katlayıp kenara koydu ve Elif’in yanına geçti. “Biliyor musun?” dedi alçak bir sesle, “Her patlamada seni düşünüyorum. Ya o an burada olmasaydım diye.” Elif gözlerini kaçırdı, boğazında bir düğüm vardı. “Ben de her çatışmada aynı şeyi düşünüyorum. Ya bir daha adını bile yazamazsam…” Birbirlerine baktılar. Bu bakışta korku da vardı, umut da. Savaşın ortasında bile birbirlerine ait olduklarını fark ediyorlardı. Cem, sessizliği bozdu: “Bu kadar korkarken bile birbirimizi bulabiliyorsak… demek ki kader bir şekilde yazılmış.” Elif başını eğdi, dudaklarından fısıltı gibi bir söz döküldü: “Ya savaş bizi ayırırsa?” Cem bir an sustu. Sonra yavaşça onun elini tuttu. “O zaman savaş bile yenilir Elif. Çünkü seninle baş edemez.” O an etraflarındaki dünya kayboldu. Top sesleri, çığlıklar, emirler… Hepsi sustu. Geriye yalnızca iki insanın birbirine tutunan yürekleri kaldı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD