Hançer - Veda

4395 Words
Hale, eczanesini kapattıktan sonra doğruca eve gitti. Günün yorgunluğu ile, son bir yıldır her akşam yaptığı gibi önce ana haber bültenini açtı, ardından mutfağa yönelip çay suyu koydu. Odasına gidip üzerini değiştirirken kulağı boş evin içinde yankı yapan haberlerdeydi. Çocukları kendi hayatlarını kurduğundan beridir, Hale kendisini oldukça yalnız hissediyordu. Büyük evi, artık ona bomboş ve sessiz geliyordu. Bu hislerine rağmen, bir çok ebeveynin aksine, çocukları okullarını bitirir bitirmez, hayallerinin peşinde koşsunlar ve kendi ayakları üzerinde dursunlar diye onları serbest bırakmıştı. Nitekim, biraz serbestlik sayesinde Atilla da Zeynep de oldukça başarılı olmuşlardı. Her ne kadar başarılı olsalar da Hale, özellikle Zeynep için oldukça endişeli hissediyordu. Sabahtan beridir göğsüne çöreklenen ağırlık hissiyle boğuşuyor, iki el boğazını sıkıyor gibi nefes alırken bile zorluk çekiyordu. Hale ne zaman böyle hissetse, çocukluklarından beridir çocuklarının başına talihsiz bir olay geldiğini biliyordu. O yüzden, o gün ki haberleri de diğer günlere göre daha dikkatli dinlemeye başladı. Gündemdeki politik olayları dinlerken kendi kendine “Her zaman aynı tantana.” diye mırıldanarak pijamasının üstünü kafasından geçirdi. Saçlarını tepesinde öylesine topladı ve çayını demlemek üzere mutfağa doğru yöneldi. Hale, uzun yıllardır ulusal kanalları ve ana akım medyayı takip etmiyordu. Ta ki kızı istihbarata girmeye karar verene kadar. Elbette her zaman yaptığı gibi kızının kararlarına saygı duymuştu. Ama anne yüreği, bir şehit haberi alır diye ödü kopuyordu. Bir yıldır duyduğu her haberde, kızının adının hiçbir yerde geçmeyeceğimi bildiği halde hop oturup hop kalkmıştı. Bir yandan “Keşke izin vermeseydim” diye kendisine kızıyor, diğer yandan da çocuğunun mutlu olacağı yolu seçmesine izin verdiği için vicdanı rahat ediyordu. Kendi içinin çelişkileri ile boğuşurken çayını alıp televizyonun karşısına kuruldu. Ela gözlerini ekrana diken orta yaşlı kadın, dikkatle haberleri izliyor, yer yer sinirleniyordu. Sunucu bir sonraki haberin şehit haberi olduğunu söylediğinde, göğüs kafesinin içinde bir şeylerin daha çok sıkıştığını hissetti. Haberleri daha da dikkatli izlemeye başlayan Hale, ekranda ilk olarak Arda’nın adını gördüğünde içine bir hüzün dalgası yayılmasını engelleyemedi. "Şırnak'ta gerçekleştirilen jandarma istihbarat operasyonunda Amir El-Faruk ele geçirilirken, içinde 6 jandarma istihbarat mensubu ve sayısız terör örgütü mensubunun olduğu bina, havaya uçtu. Aslan kod adlı Şehit Yüzbaşı Arda Aslan, Tilki kod adlı Şehit Üsteğmen Sefa Abay, Çaylak kod adlı Şehit Teğmen Yavuz Şipal, Armi kod adlı Şehit Teğmen Armağan Türel, Hayalet kod adlı Şehit Teğmen Aytaç Burçak ve Kartal kod adlı Şehit Teğmen Enver Özden'e Allah'tan rahmet, ailelerine ve sevenlerine baş sağlığı diliyoruz." Ne kadar kızını üzmüş olursa olsun, ne onun ölmesini ne de annesinin evlat acısı çekmesini istememişti. Her ne olursa olsun, ölen çocukların her biri bir ananın yavrusu, bu vatanın evlatlarıydı ve Hale, sadece kızı da bir istihbarat mensubu olduğu için değil, her zaman bu konularda hassas olmuştu. Hale'nin içinde büyüyen korku gittikçe artıyorken empati yapmaktan kendini alamadı. En kötü senaryolar, özellikle kızıyla ilgili olanlar beyninin içinde dönerken sabahtan beridir göğsünün daraldığını, içinde bir sıkıntı, bir ağırlık olduğunu hatırladı. Hale hızla kafasını sağa sola sallayarak “Kötüyü çağırma Hale.” diye kendini azarladı ve televizyonu kapatıp başından kalktı. Çayını tazelemek için mutfağa girdiği sırada çalan kapı ile irkilen kadının aklına binbir çeşit kötü düşünce geliyordu. Ancak ne evin ne de sokağın etrafında herhangi bir resmi araç görmemişti. Tedirginlikle kapıya doğru ilerledi. Kapıya varana kadar geçen birkaç saniye, ona adeta bir kaç yıl gibi gelmişti. Titreyen elleri ile kapının kulpuna uzanıp kapıyı açarken dizlerinde hiç güç kalmadığını hissediyordu. Derin bir nefes vererek "Sen ajan annesisin Hale güçlü ol." diye kendi kendine fısıldadı. Kapıyı açar açmaz karşısında gördüğü manzara karşısında Hale'nin nefesi kesildi. Şaşkınlıkla irkilip bir adım geri çekildi. Gözleri, tam kapının önünde durup ona bakmakta olan kızına takıldı. Zeynep'in gözleri ağlamaktan şişmiş, göz altları koyu halkalarla çevrilmiş ve yüzü adeta ruhsuz bir solgunlukla kaplanmıştı. Hale, bu görüntü karşısında bir an dona kaldı. Dudaklarından şaşkın bir fısıltı döküldü, "Zeynep, güzel kızım…" derken sesi titriyordu. Eli yavaşça kızına uzandı ve tereddüt etmeden kızını hızla kendine çekti, onu sımsıkı kucakladı. Göğsüne çektiğinde Zeynep’in varlığını hissetmek, onun nefes alışlarını duymak, içini bir nebze olsun rahatlatmıştı; kızını tek parça ve yanında görmekten mutluydu ama Zeynep'in bu hâlde olması içini sızlatıyordu. Bir süre kızını bırakmadan, Zeynep’in başını göğsüne yaslayarak orada tuttu. Hale hem kızına teselli veriyor hem de kendisini sakinleştiriyordu. Sonunda, biraz daha güç toplayarak ve derin bir nefes alarak geri çekildi. Zeynep’in solgun yüzüne baktı, parmakları hafifçe kızının yanaklarını okşarken gözlerinde derin bir hüzünle, “Hadi anneciğim, gir içeri,” dedi. Sesi yumuşak ve şefkat doluydu. Kapının önünden yavaşça kenara çekildi, kızının bir an bile yalnız olmadığını hissettirmek istercesine arkasında durdu, ona eşlik ederek adım adım içeriye girmesini bekledi. Zeynep, koltuğa zorla oturup, annesi ile göz göze geldiği anda yeniden hıçkırıklara boğuldu. Annesine sıkıca sarılıp yüzünü omzuna gömerek sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Çektiği acı, kendisini suçlaması bitmek bilmiyordu. Kalbindeki acıyı artık bastıramıyordu. Göğsündeki taşı ve vicdanındaki ağırlığı kaldırıp atacak, hayatına devam edecek gücü kalmamıştı. Sadece ağlamak, uyumak ve sonsuza kadar yatakta kalmak istiyordu. Bir anda silahı çekip kafasına sıkacak gücü kendisinde bulamadığı için kendisini öldürememişti ya Zeynep, kendisine en çok da bu yüzden kızıyordu. Hale, kızının neden bu halde olduğunu bilmiyordu ama sarılmaya ihtiyacının olduğunu her anne gibi biliyordu. Kollarını hızla kızının etrafına dolayıp sıkı sıkı sarılarak sırtını sıvazlamaya başladı. Biraz daha kızının ağlamasına izin verdikten sonra kızını yavaşça omzundan kopararak yüzüne baktı. Yanağına düşen tüm yaşları eliyle silerek “Anlat güzelim neler oldu sana?” diye sordu. Hançer annesinin gözündeki merhameti bile hak etmediğini düşünüyordu. Kafasını sağa sola sallayarak annesinin karşısında sayıklamaya başladı. “Hayır anne hayır. Bana merhametle bakma. Benim ellerimde kan var. Katilim ben. Berbat bir katilim.” dedi. Hale kızının bu haline dolan gözleri ve ağlamaklı ses tonu ile karşılık verdi. “Şşşşş hayır hayır hayır. Sen vatana millete faydalı bir gençsin. Canını ortaya koyman gerekti koydun. Korkmadın hayır değilsin.” diyerek kızını geri kollarına çekti. Hale de aynı Zeynep gibi içli içli ağlamaya başlamıştı. Kızının kendisini bu denli acımasız eleştirmesine dayanamıyordu. Kızının yüreğinin sızısını, nedenini bilmese bile yüreğinin derinliklerinde hissediyor, ona şifa olamadığı için canı daha çok yanıyordu. Kızının saçını okşayarak yeniden “Güzel prensesim ne oldu? Ne yaptılar sana?” diye sordu. Zeynep annesinin omzundan yavaşça çekildi. Ölü gibi bomboş bakan gözlerini sehpanın üzerine dikti. Cebinden sakince bir sigara çıkıp dudaklarının arasına sıkıştırdı. Sigarasını yakıp bir duman çektikten sonra, korku dolu bakışlarını annesine çevirerek “Arda’yı öldürdüm anne. Haberlerde gördüğün 6 askeri de ben kendi ellerimle öldürdüm.” dedi. 1 hafta önce Hançer, tören kamuflajları üzerinde, bindiği siyah, makam aracının arka koltuğunda boş gözlerle camdan dışarı bakıyordu. Şehrin ışıklarının, yön levhalarının tamamı önemini yitirmişti. Filmli camların ardından gözüne takılan, dikkatini çeken tek şey, makam aracının kırmızı mavi çakarları idi. Nereye hangi yoldan gittiklerine bile dikkat etmiyordu. Ölmek, kalmak, kaçırılmak ya da işkence görmek umrunda değildi. Acı, onu hissizleştirmişti. Ruhuna daha fazla hasar gelemeyeceği için, bedenine gelecek hiçbir hasardan korkmaz hale gelmişti. Biraz önce geçtikleri kasis yüzünden eline dökülen kahve bile umrunda olmamıştı. Acı, Hançeri her anlamda hissiz hale getirmişti. Havaya uçan binanın, alev alarak sağa sola saçılan parçaları ile Hançer'in ruhu parçalanmış, duyguları da sağa sola saçılmıştı. Gözleri artık etrafındaki hiçbir şeyi görmüyordu. Biri elini göğsüne sokup, kalbini yerinden sökmüş gibi hissetmişti. Bunun tek sorumlusunun da kendisi olduğuna inanıyordu. Kafasının içindeki sesler, iç sesi de dahil olmak üzere, sonsuza kadar onu terk etmişti. Bomboş bir zihinle, düşünmeden, tartmadan, adeta bir robot gibi yalnızca kendisine söylenenleri uyguluyordu. Prosedür belliydi. Yapılacaklar belliydi. İzlenecek adımlar, bu topraklarda defalarca kez binlerce subay tarafından, binlerce kez, anaların yüreğine ateş düşüre düşüre uygulanmıştı. Hançer, Arda'nın annesine, şehit haberini kendisi vermek istemişti. İçinde bir yerde hala sevgisini taşıdığı adamı, daha affedemeden, kendisini, ruhunu ve kalbini özgürleştiremeden havaya uçurmuştu. Kendisini uzun süre tutsak ettiği bu kin, öfke ve acı yüküne bir yenisini eklemişti. Artık nefret ettiği, kin ve öfke beslediği, yüreğine yük ettiği tek kişi Arda değildi. Artık kendisinden de nefret ediyordu. Bir kere değil, altı kere kendisinden nefret ediyordu. Bir askerini ve değer verdiği birini öldürmenin hıncını kendinden alıyordu. Kendine çektirdiği bu eziyetin de henüz farkında değildi. Evlerin önünden arkasındaki ambulansla geçen makam aracı, tüm şehri, içinden geçtikleri tüm mahalleleri korkuya ve yasa boğarken, günlerdir çalışmayan aklına, durduk yere bir yerde okuduğu o meşhur yazı geldi aniden. Bir komutan yazmış... "Siz oğlu şehit olan aileye acı haberi vermeye gittiniz mi hiç?" Hayır mı? Dinleyin o halde; Sabah daha mesaiye başlamadan yazılı bi emir düşer önünüze “Yukarı köyden Ahmet oğlu Mehmet şehit düşmüştür.” Yarabbim dersin, dağa çıksam üç gün aç susuz kalsam da şu haberi vermesem... Ama giyersin tören üniformanı, birkaç Mehmetçikle birlikte, hastaneden gelen ambulansı alırsın arkaya, düşersin yola. Vatandaş da öğrenmiştir artık, önde bir askeri araç,arkada bir ambulans ile geliyorsa bir eve ateşin düştüğünü... Yaklaştığın her kasaba veya köyün buz kesildiğini hissedersin. İçinden geçip gittiğin her yer rahatlar... Neyse varırsın köye. Askerde evladı olan her haneden inceden bir sızının yükseldiğini, “aman bizim eve doğru gelmesin” diye dua edildiğini duyar gibi olursun... Bütün köy donmuştur adeta... Herkes büyülenmiş gibi izler seni. Hangi eve gidilecek diye ıstıraplı bir merak sarar ortalığı... Şehidin evine doğru yaklaşmaya başladığında, bahçedeki ihtiyarın büyülenmiş gibi sana baktığını, bacaklarının titrediğini, elindeki bastondan güç alarak zar zor ayakta durmaya çalıştığını görürsün. Ayakların geri geri gider. Pencerelerde bir hareket başlar ve kapının önüne telaşla bir anne çıkar, bir sana, bir arkanda yere bakan Mehmetçiklere, bir de ambulansa bakar. Sonra atar kendini yere. Oğlu daha toprak altına girmeden o ana düşer toprağa... Öyle bir vurur ki yere, Zelzele oluyor sanırsın.. Konu komşu yığılır, Bin feryat bin figana karışır, Dersin ki kıyamet budur… Kimi ana önce sana doğru koşar, ellerine sarılır, son bir umutla yüzüne bakar, “Yaralı değil mi komutan?” der; Başını öne eğer, hiçbir şey diyemezsin. Dizlerinin bağı çözülür, çökersin anayla birlikte yere, o ağlar sen ağlarsın... Hemşire elinin titremesinden, gözünün yaşını silmekten sakinleştirici iğneyi yapamaz bile...Baba... Fidan gibi evlatlarını vatana feda eden o babalar... Sicim gibi gözyaşları dökülürken gözünden, acıya gark olmuş bir gururla, “Vatan sağ olsun, vatan sağ olsun şehit babasıyım ben” dediğini duyarsın... Kimi içine akıtır gözyaşlarını,kimi de donar kalır... Kimi günlerce konuşamaz, Kimi dua eder, kimi beddua.. Kimi kendi saçlarını, kimi saçlarımızı yolar, ne şapka kalır başınızda ne rütbe omuzlarınızda, söker atar... Asıl büyük kıyamet bir iki gün sonra kopar. Gerçekle yüzleşme günüdür... Bu sefer cenazeyle birlikte varırsın köye Tören mören hak getire... Köylü alır şehidini omuzlarına, yer yerinden oynar, ne protokol kalır ne düzen.. Kimi “Evladımı en son haliyle hatırlamak istiyorum” der, görmek istemez naaşını… Kimi de illede “Göreceğim” der. Gösteremezsin ki; Ya yüzü yoktur ya bacağı.. Yanımızdaki bi üsteğmen yada yüzbaşı elinde daha önce de okuduğu, sadece isim hanesi değiştirilmiş standart metni okur, “Kanı yerde kalmayacak” diyerek, bitirir konuşmayı... Tabuta sarılı analar, babalar, bacılar, gardaşlar duymaz bile bunu, duysa da inanmaz.. Sonuç olarak; Orada bir mezar, bir bayrak, bir ana, bir de baba kalır... Yazının her bir kelimesi beyninde bir çığlık gibi dönerken Hançer, sessizce yanında duran küçük sırt çantasına uzanarak bir paket sigara çıkarttı. İçinden aldığı ince bir dalı dudaklarının arasına yerleştirirken, donuk bakışlarını yeniden cama çevirdi. Elindeki çakmağı çakarken makam şoförlüğünü yapan askere, donuk bir ses tonuyla "Cam" dedi. Asker, arka camı aralarken, ön koltukta oturan diğer asker, Hançer'e yarısı su ile dolu boş bir şişe uzattı. Hançer, bir parmak kalınlığından biraz daha fazla açık camın aralığına doğru sigara dumanını üflerken, acılarının da verdiği her bir nefesle göğsünden dışarı çıkabilmesini diliyordu. Hançer, aynı o yazıda yazdığı gibi, bir eve ateş düşürmeye gittiğinin farkına vardı. Her okuduğunda kendisini hüngür hüngür ağlatan bu yazıyı göz göre göre yaşamaya ve yaşatmaya gidiyordu. Ekip arkadaşlarının ve üstlerinin tüm itirazlarına karşılık, Arda için standart istihbarat prosedürlerinin uygulanmasının önüne geçmişti. Arda'nın ve tüm diğer jandarma istihbaratçıların, severek yaptığı mesleğine uygun bir uğurlamayı hak ettiğini düşünerek yola çıkmışlardı. Hançer'in yerinde kim olursa olsun acı çekecekti elbette ama nasıl oldu, oğlum nasıl öldü, kim öldürdü diye sorarsa ne diyecekti? Kendi ellerimle havaya uçurdum, oğlunun parçası bile kalmadı diyebilecek miydi? Hançer, kendisinden başka hiç kimseyi suçlamıyordu, göz göre göre timi ölüme gönderdiğini düşünüyordu. Biraz daha ısrarcı olsa istediğini alabileceğini düşünüyordu. Yanıldığına dair hiçbir fikri yoktu. Mürsel başkan, defalarca son sözü son kararı ben verdim demiş olsa da Hançer, kendi gözünde artık kod adı da dahil olmak üzere hiçbir şeyi hak etmiyordu.. Aklında emekliliğini isteyip gitmek vardı. Yok olmak istiyordu. Ruhu zaten yok olmuştu genç kadının. Bedenini de yok edecek kadar cesur olmadığına göre, kendisini bir eve kapatıp, bir daha hiçbir vatan evladına zarar vermemeye karar vermişti. Hançer, geride ne bir asker bırakırdı, ne bir ajan. Kendi canı pahasına herkesi girdikleri yerden çıkarırdı. Bunun için esir düşmüştü. Günlerce işkence çekmişti. Ölümden dönmüş, hafızasını kaybetmişti. Yine de en yakınındakilere, en değer verdiklerine, kendi timine faydası olmamıştı ya, ondan canı çok yanıyordu. Adını duyan herkes, operasyona her zaman güvende giderdi. Tıpkı son operasyonuna çıkan timi gibi gururla, güvenle, başı dik yürürdü ölümün kucağına. Ölürlerse de en cesur ajanın yaptığı planlamada ölmek isterdi herkes. Öyle ya, timi de başı dik, gururla ölmüştü o binada. Arda'nın da dediği gibi olmuştu. Esir düşmemişlerdi. Ya özgür kalacaklardı ya da ölü olacaklardı. Özgür bırakamadığı timini öldürmek zorunda kalmıştı. Araç, Arda'nın ailesine ait evin önüne yanaşırken, askeri aracın arkasından gelen ambulansın ışıkları, karanlık sokağı kırmızı ve mavi renge boyuyordu. Cama çıkan insanların yüzleri de aynı ambulansın ışıkları gibi, kırmızı ve mavi rengin ardına gizlenmişti. Araba, Arda'nın evinin önünde durduğunda, Arda'nın babası koşarak dışarı çıktı. Caddedeki tüm insanlar gibi, onun da yüzü o karanlıkta ambulansın ışıklarıyla aynı renge boyanıyordu. Mavi gözleri, korkuyla titriyor, Hançer'in içinden ineceği araca bakıyordu. Arabanın içinden inen komutanın kendi evlerine girmemesini umut eden orta yaşlı adam, içten içe arabanın kendi evleri için geldiğini biliyordu ya, çoktan nefesi daralmaya başlamıştı. Adamın eli, sanki nefes almasını kolaylaştıracakmış gibi göğsüne doğru gitti. İçeridekiler de birer birer kapının önüne dökülüyordu. Evin içinden çıkanları gördükçe Hançer iyiden iyiye kötü hissetmeye başlamıştı. Arda'nın babası, annesi, abisi, yengesi, yeğeni.. Hançer'in görmeye hazır olmadığı herkes oradaydı. Şoförlüğünü yapan asker, araçtan inmeden önce, dikiz aynasından Hançer'e bakarak "Komutanım?" diye sordu. Hançer, kafasını sağa sola salladı. Derin bir nefesi ciğerlerine doldurup geri dışarı gönderdi. Sakin kalabilmek için bildiği tüm yöntemleri kullanmaya çalışıyordu. Ancak asla başarılı olamıyordu. Eninde sonunda bir yerde çözülüp, gözünden bir kaç damla yaş düşeceğini içten içe biliyordu. Yine de göz pınarlarına biriken yaşları geri itmek için, kendine saatlerdir tekrarladığı o cümleyi bir kez daha tekrarladı : "Vatan sağolsun." Hançer, arabadan inerken zamanın yavaşladığını hissediyordu. Arabadan indiği ilk an, Arda'nın ailesinden kimse Hançer'i tanımamıştı. Bahçe kapısından içeri giren genç kadın, yüz ifadesini korumaya çalışarak, tören şapkasını başından çıkarttı. Hançer, boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissediyordu. Hasret hanım, Arda'nın annesi, koşarak Zeynep'in önüne geldi. Panik halindeki kadın ne ambulansı, ne de askeri aracı görmemişti. Hızla kızın önüne dikilerek "Burada ne işin var!" diye bağırdı. Hançer, ağzını açacak gücü kendisinde bulamıyordu. Dudakları titrerken, ağlamadan konuşmasının imkansız olduğunun farkındaydı. Konuşmak için hazırlanırken, Hasret hanım bir kez daha kızın üzerine doğru yürüyerek "Arda'nın aklını karıştırdığın yetmedi mi! Senin yüzünden oğlum kilometrelerce öteye gitti. Bir haber bile alamaz olduk!" diye yeniden bağırdı. Hasret hanım hariç, evdeki herkes, Zeynep'in arkasında duran resmi aracın ve ambulansın farkındaydı. Askerlerden biri, genç kadını korumak için öne atılacakken, Zeynep, eliyle askere durmasını işaret etti. Emre, Arda'nın abisi, kıza meraklı gözlerle bakıyordu. Kimse kıza ne olduğunu sormaya cesaret edemiyordu. Alacakları cevaptan her biri korkuyordu. Emre'nin eşi, Burcu, oğlunu yavaşça içeri gönderip, Zeynep'e yaklaştı. Zeynep'in elini avuçlarının içine alarak kızın gözlerinin içine baktı. "Zeynep, sen neden kamuflaj giyiniyorsun? Anlatmak ister misin bir sorun mu var?" dedi. Zeynep, boğazındaki son ve en büyük düğümü de zorla, yutkunarak bastırmaya çalıştı. Titreyen sesiyle, "Milli İstihbarat Teşkilatının son operasyonunda görevli, rütbeli Binbaşı Hançer. Şırnak'ta ki son operasyonda Arda ile birlikteydik. Yüzbaşı Arda Aslan, sınır ötesinde gerçekleştirdiğimiz operasyonda şehit olmuştur. Başımız sağolsun." dedi. Titreyen sesini zar zor kontrol ettiğini sansa da, cümlenin sonuna doğru sesi üzerinde hiçbir kontrolü kalmamıştı. Kafasını dik tutmak zorunda olan Hançer, gözünü, evin kapısının hemen yanındaki duvarda asılı Türk Bayrağına dikerek, gözünden yaşların sırayla süzülmesine izin verdi. Hasret hanım, şaşkın bakışlarla kızın gözünün içine bakıyordu. Orta yaşlı kadın, gözünden süzülen yaşlarla birlikte titremeye başlamıştı. "Oğlum!" diye feryat eden kadın, Zeynep'in kollarına tutunup, tören kıyafetinin kusursuz ütülenmiş ceketine sarılarak ağlamaya başladı. Zeynep kıpırdayamaz durumdaydı. Kıpırdadığı anda yüreğine ateş düşürdüğü bu ana ile birlikte yere çöküp ağlamaya başlayacağını biliyordu. Erdi bey, Arda'nın babası korku dolu bakışları ile Zeynep'e bakıyordu. Mavi gözlerini kızın gözlerine dikerek titreyen sesi ile "Emin misin Zeynep kızım? Bir yanlış olmasın?" dedi. Hançer için en zoru kısım da, gözleri Arda'nın gözleri ile bire bir aynı gözleri olan bu adamın gözlerinin içine bakarak acı haberi vermekti. Hançer boğazındaki düğümle birlikte sesinin titremesinin önüne bir kez daha geçmeye çalışacak olsa da bunun bir faydasının olmayacağını düşünerek yutkundu. Tek nefeste "Şırnak operasyon bölgesinde, sınır ötesi görevde Jandarma İstihbarat Subayı, Yüzbaşı Arda Aslan şehit düşmüştür." diye tekrar etti. Hasret hanım, Zeynep'in söyledikleri ile birlikte daha çok ağlayarak, feryat ederek Zeynep'in kollarına tutundu. Kadının bir yerden güç almaya ihtiyacı vardı. Zeynep, kadını dirseklerinin altından tutarak desteklemeye çalıştı. Ancak kadın ağladıkça ayakta duramıyordu. Hasret hanım dizlerinin üzerine çökerken, Zeynep de kadın düşmesin diye kadınla birlikte yere çöktü. Erdi bey, olduğu yerde hareketsiz kaldı. Acılı baba, gzünün birinden düşen yaşı elinin tersiyle silerken gururlu bir duruşla "Vatan sağolsun." diye fısıldadı. Arkalarında bekleyen hemşirenin, askerlerin gözünden oluk oluk yaş akarken, hepsi dik durmaya çalışıyorlardı. Bu acıya şahit olmak her birinin yüreğini ayrı ayrı yakıyordu. Hasret hanım, Zeynep'in ceketine sıkı sıkıya yapışmış feryat ederken, arkadaki askerlerden biri gözünü elinin tersiyle sildi. Dik durmaya çalışarak derin bir nefes alan asker, titreyen sesine hakim olmaya çalışarak, verilen her şehit haberinde okunan o standart metni okumaya başladı. Hasret hanım, Zeynep'in omzuna yaslanıp, her acılı ananın yaptığı gibi, oğlunun adını sayıklaya sayıklaya, feryat ede ede, acıyla, göğsündeki ateşle ağlıyordu. Hasret hanım ne söylenen sözlerin, ne kendisine sarılan kolların farkındaydı. Ambulans hemşiresi titreyen ellerle sakinleştirici hazırlamaya çalışırken, gözünden akan yaşlara hakim olmaya çalışıyordu. Burcu, Emre'nin omzuna yaslanmış, hayretle ağzına kapattığı ellerini oğlu duymasın diye ağzından çekmeden hıçkırıklara boğulurken, Emre de oğlu duymasın diye yüzünü karısının saçlarının arasına gömmüş ağlıyordu. Zeynep'i en çok yaralayan da Emre'nin hali olmuştu. Kendisini onun yerine koymaktan geri duramıyordu. Arda'ya neler oldu, nasıl oldu bilmek en çok onun hakkı diye düşünüyor olsa da, bunu ona söyleyemeyeceğini biliyordu. Söylemesi yasaktı. Yasak olmasa da, kollarının arasında ağlayan bir oğlu şehit olmuş bu kadının öteki oğlunun da katil olmasını istemiyordu. Zeynep, kendisini Emre'nin yerine koydukça daha çok ağlıyor, daha büyük acılar çekiyordu. Belki de Emre bilse, kendisini öldürür de, kendisi de Arda'yı da ailesini de yaktığı ateşte yanar diye çok umut etmişti ama bir masumun elini kana bulamaya hakkı olmadığına karar vererek susmayı tercih etmişti. Ambulans hemşiresi, Hasret hanıma sakinleştirici vurmak için uzandığında hala gözünden akan yaşlara engel olmaya çalışıyordu. Bir yanda acısına rağmen evine direk olmaya, güçlü durmaya çalışan bir baba, bir yanda acısında boğulan bir anne, bir yanda kardeşi öldü diye yüreği yanan bir abi... Hasret hanım, bir ara, sakinleştiricinin de etkisiyle kapanmaya başlayan gözlerini aralayarak, içindeki tüm suçluluk duygusuyla Hançer'in gözlerinin içine baktı. Hıçkırıklarının arasında "Hakkını bana da oğluma da helal ettin mi?" diye sordu. Hançer, gözünden süzülen yaşlar ve hıçkırıklarının arasında zoraki aldığı bir nefes ile "Esas siz bana hakkınızı helal edin. Ben çoktan ettim." diye fısıldadı. Asker, elindeki metni bitirip "Kanı yerde kalmayacak. Vatan sağolsun." dedikten hemen sonra, Hasret hanım çoktan yatışmaya ve acı dolu iniltiler ile Arda diye oğlunun adını sayıklamaya başlamıştı. Hançer, bir an için Emre ile göz göze geldi. Emre, gözlerini silip burnunu çekerek kızı başıyla onayladı. Hançer, yavaşça geri çekilerek, kadını sağ kalan tek oğlunun kollarına teslim etti. Yavaşça ayağa kalkıp tören kamuflajını ağır hareketlerle düzeltti. Askerlerden birinin kendisine uzattığı mendille gözlerini silen Hançer, Erdi beye doğru yavaşça döndü. "Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı gereken her şeyi yapacak. Bir ihtiyacınız olursa ben de ayrıca yanınızdayım." dedi. Adam kafasını aşağı yukarı zorla sallayarak kıza minnet dolu bakışlarla baktı. Hançer, oğlunu havaya uçuranın kendisi olduğunu bilse, adamın kendisine yine de minnetle bakıp bakmayacağını merak ediyordu. Kendisine sorduğu sorulara bir yenisi çoktan eklenmişti. Hançer, istemeye istemeye arkasını dönüp giderken, Erdi bey, kızı bileğinden yakaladı. Zeynep'in yakasındaki istihbarat sembolüne adamın gözü takılmıştı. Hançer'in yakasındaki takma adı hiçe sayarak acılı gözlerle kızın gözlerinin içine bakarak "Zeynep kızım, teşkilata söyle, oğlumun kanını yerde koymasın. Sen de koyma." dedi. Zeynep, tüm suçun kendisinde olduğunu söyleyemeden, boğazındaki düğümle ve dolu gözleri ile başını ileri geri sallayarak adamı onayladı. Hale, tüm olanları dinlerken, Zeynep'in ellerini ellerinin arasına aldı. Zeynep anlatmayı bitirene kadar sabırla bekleyen kadın, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Bir şekilde kızına ihtiyacı olan duygusal desteği ve gücü vermeye çalışıyordu. Ama Zeynep o kadar dağılmıştı o kadar zor şeyler yaşamıştı ki, kendisine hala küçücük bir bebek gibi görünen, daha kızını kucağına aldığı ilk anı dün gibi hatırlayan kadın için, kızının yaşadıklarını kabullenmek o kadar zordu ki, gözünden akan bir kaç damlaya engel olamamıştı. Kızının yüreğindeki yaraları sarmaya çalışsa da, hiçbirini saramayacağını o kadar iyi biliyordu ki canı yanıyordu. Canı öyle bir yanıyordu ki, biri göğsünü açıp kalbini yerinden diri diri sökse bu kadar canının yanmayacağını biliyordu. Hale'nin yüreği hem kızının bu halinin yüreğine düşürdüğü ateşle, hem de şehit analarının yüreğine düşen ateşle kavruluyordu. Hale, her zaman hassas bir kadın olmuştu. Kolaylıkla empati yapabilen yapısıyla insanların duygularını çok çabuk kavrar, yüreğinde hissederdi. Kızının bu denli kendisini suçlamasına çare bulamayan Hale, ellerine kapanıp, sessiz çığlıklarla ağlayan kızı ile birlikte sessizce ağlamaya devam etti. Annesinden aldığı telefonla evinden adeta uçar gibi çıkan Atilla, gecenin geç saatlerinde çoktan evine, ablası ve annesinin yanına gelmişti. Atilla, nihayet çocukluk hayalini gerçekleştirmiş olan ablasını çok daha iyi bir halde bulmayı bekliyordu. Ancak kapıdan girer girmez gördüğü manzara ciğerini dağlamaya yetmişti. Koltukta yatan genç kadın ablasına hiç benzemiyor gibiydi. Atilla, şaşkınca annesine baktıktan sonra koşarak ablasının yanına gitti. Titreyen eliyle ablasının saçını okşarken, koltukta adeta bir ölü gibi yatan genç kadının bedenini süzüyordu. Kızın solgun teninden, hiç mutlu olmadığını anlayacak kadar iyi tanıyordu. Uyurken bile kızın göz altları mosmordu. Kızarmış ve şişmiş göz kapakları, Zeynep'in en iyi ihtimalle bir kaç saattir ağladığını gösteriyordu. Atilla'nın varlığını her şartta hisseden Zeynep'in, kardeşinin dokunuşu ile kımıldamaması da Atilla'yı korkutmaya yetmişti. Atilla, ablasının her bir nefesinin huzursuzluğunu gözleri ile görüyordu. Kızın kolundaki yanık izlerine gözü takıldı. Ablasının bir yerde esir düşüp, görmüş olduğu işkenceye dayanamayarak, kaçabildiği ilk anda kaçıp evine geldiğini bir kaç saliseliğine düşünmüş olsa da, izlerin eski olduğunu fark etmişti. Ablasının her şeye göğüs gerebileceğine o kadar emindi ki, bir kaç saliselik düşüncesinden de çoktan utanmıştı. Ne düşüneceğini, ne yapamayacağını bilemeyen Atilla, duygusal ve zihinsel kaosundan hayatı boyunca ilk defa çıkamamıştı. Derin bir iç çekerek gözünden düşen yaşı eliyle silen Atilla, istemeye istemeye ablasından koparak annesine baktı. Soruları boğazında düğümleniyordu. Her birinin cevabından korkuyordu. Ancak korktuğu bu cevapları bir an önce almazsa, ablasına yardım edemeyecekti ve bu ihtimal, onun için cevaplardan daha korkutucuydu. Ses tonunu kontrol etmeye çalışarak "Bir çay koy da içelim. Ben de üzerimi değiştireyim. Anlaşılan uzun bir gece olacak." dedi. Atilla, annesiyle sitenin bahçesinde çay içerken tüm olan biteni dinlemişti. Yer yer göz yaşlarını tutamamış, yer yer ablasının yüreğindeki, acıyı içinde fazlasıyla hissetmişti. En sonunda kızın "benim yüzümden, ben yaptım" dediği kısımları duyduğunda ise ağzı şaşkınlıkla aralandı. "Sen ne diyorsun Hale sultan?" dedi. Hale, iç çekerek "Ben demiyorum, ablan diyor. İçim nasıl dağlandı bir bilsen.." dedi. Oğluna güç vermek için tüm gözyaşlarını içinde tutan kadın, gözünden düşen tek damlayı elinin tersiyle sildi. Hayatta bazı durumlar böyledir işte. Söylenecek bin söz olur, biri derman olmaz insana. Bazı durumları anlatırken, içinde yarattığı fırtınayı anlatamazsın. Kuracağın her cümle eksik, söyleyeceğin her kelime anlamsız kalır bazı durumlarda. Bazen bazı durumlar kendi kendini anlatır insanlara. Atilla, çayından bir yudum daha alıp sessizce sigarasına uzandı. Sigarasının beyaz filtresini, belirgin dudaklarının arasına sıkıştırırken, yarım ağızla annesine "Nasıl uyuttun peki?" dedi. Hale "Diazem vurdum. Kaç gündür uyumuyor kim bilir.. Kaç kabusuna konuk oldu yaşadıkları da bize diyemiyor Allah bilir." diye karşılık verdi. Atilla, ablasına bir çözüm bulamıyordu. İlk defa ablasına "Yanında ben varım, dik dur, yolunda yürümeye devam et." demesinin, kızın içindeki yangına bir damla su taşımayacağını biliyordu. Hale "Psikoloğa götüremeyiz. Anlatamaz." dedi. Atilla başıyla annesini onaylayarak, sigarasının dumanını gökyüzüne doğru üfledi ve "Zaten yasak. Kimliğini açık eder." dedi ve ekledi "Hala resmi olarak.." dedi ve etrafını kolaçan etti. Birinin olup olmadığına, gecenin zifiri karanlığında emin olamayınca sesini daha da alçaltarak "Hala resmi olarak görevde mi?" diye sordu. Hale bilmediğini anlatırcasına dudaklarını bükerek "İnan bilmiyorum. Silahı belindeydi ama." dedi. Atilla alnını ovuşturarak "Bu bir ölçüt değil. Görevi bıraksa da silahını ona zimmetli bırakırlar. Ajanın, polisin, askerin düşmanı çok olur." dedi. Hale çaresizce iç çekerek oğlun "Şimdi ne yapacağız?" diye sordu. Atilla, biten sigarasını kül tablasına basarken "Gidip uyumaya çalışacağız. Ablamdan önce kalkıp, evinde hissetmesini sağlayacağız ve ne yapmak istiyorsa onu yapacak, ona göre yol çizeceğiz." dedi. Ertesi sabah Zeynep olayın olduğu günden beridir gördüğü o kabusu yine görürken, Atilla ter içinde kalan ablasının alnını silmek için uzanmıştı. Kızı nasıl uyandıracağını bilmiyor, dokunmaya korkuyordu. Ablasının bunca travma ile hangi harekete nasıl tepki vereceğini bilmiyordu. Atilla’nın titreyen eli, Zeynep’in alnına değdiği anda, Zeynep ani bir hareket ile kardeşinin elini yakaladığı gibi geri doğru büktü. Atilla’nın çığlığı ile elindeki işi bırakıp çocuklarının yanına gelen Hale, sakin kalmak zorunda olduğunu düşünerek derin bir nefes alıp verdi. Zeynep, gözlerinde ölümcül bir bakışla Atilla’ya bakıyordu. Henüz kabusunun etkisinden çıkamadığı bakışlarından ve kardeşinin bileğindeki tutuşunun sertliğinden belliydi. Atilla, korkuyla ve hüzünle dolu sesi ile “Ablam. Güzel ablam benim. Kardeşin.” diye fısıldadı. Atilla basit bir temasın bile kontrolden çıkarttığı ablasının yüksek sese vereceği tepkiyi kestirememişti. Zeynep’in gözlerindeki ölümcül bakış yavaş yavaş silinirken, Atilla’nın elindeki tutuşunu da gevşeterek korku ve pişmanlıkla “Özür dilerim.” dedi ve büktüğü bileği ovuşturmaya başladı. Atilla, boştaki eli ile ablasının saçını okşayarak “Sorun değil prensesim.” dedi. Zeynep, kahvaltı sofrasında hiçbir şey yememişti. Kendisine bir bardak kahve aldıktan sonra mutfak tezgahında duran kül tablasına uzanırken göz ucuyla annesine baktı. Hale, kızına gözleri ile onay verirken, içinde bulundukları anda ona anlayış göstermekten başka seçeneği olmadığını düşünüyordu. Zeynep yorgundu. İçi çürümüş gibi hissediyordu. Ruhu bedeninden ayrılmış gibi bomboştu. Yaşamakla nefes almanın ayrı şeyler olduğunu anlamıştı. Zeynep, sessizce kahvesini içerken, boş bakışlarını masaya dikmişti. Atilla boğazını temizleyerek “Ne yapmak istersin abla?” dedi. Zeynep dudaklarını bükerek “Bilmem.” dedi. Sesi ruhsuz ve duygusuz çıkmıştı. Atilla iç çekerek “İstediğin ne?” diye sordu. Zeynep aynı ruhsuz tonda “Yok olmak.” diye karşılık verdi. Atilla, çayından bir yudum alırken kafasını aşağı yukarı sallayarak “Ederiz.” dedi. Zeynep, buna inanmamıştı. Tıslar gibi, alaycı bir gülüşle “Teşkilattan kaçamazsın.” dedi. Atilla, tüm ciddiyetini takınarak ablasına baktı. "Sen gerçekten kaçmak istiyor musun istemiyor musun ona karar ver gerisini bana bırak Zeynep." dedi. Zeynep, kardeşinden bu kadar kendinden emin ve keskin bir tavır beklemiyor olsa da, hayatında ilk defa birisinin kendisi için sorunları çözmesine o kadar ihtiyacı vardı ki, kendini tamamen kardeşine teslim etmekten başka çaresi kalmamıştı. Zaten bu hayatta Atilla'dan başka güvenecek kimsesinin olmadığını düşünüyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD