14

1557 Words
"Dönüşüm yaptığımda daha sakin düşünebiliyorum" dedi Profesör Elena dağılan siyah saçlarını toplayarak. Üstünde ince uzun sarı renk bir elbise vardı. Çok güzel giyinen bir kadındı, giydiği şeyler yaşına da fiziğine de yakışıyordu. Zaten ip ince olan beli daha da ince gözüküyordu. Simya yaklaşık iki saat boyunca daha önce görmediği bir sürü hayvanın ne dediğini anlamaya çalıştı. Küçük bir kafeste fareye benzeyen ama dişleri daha büyük olan bir hayvan vardı. Simya onun konuşmasının çok komik olduğunu düşünmüştü. Akvaryuma benzeyen ağzı kapalı cam bir fanusta iki tane ince biri kırmızı diğer mavi olan yılan vardı. Yılanların ikisi de tıslamıyordu sessizce yatıyordu. Profesör bir yandan öğrenci kayıtlarını düzenlerken bir yandan da Simya'nın çabasını seyrediyordu. Simya sonunda yılanların kendisiyle konuşmak istemediklerine karar verip yan kafesteki altın rengi minik kuşun yanına geçti. Kuş oldukça konuşkandı, Simya ile de çok iyi anlaşmıştı. Sınıftaki tüm hayvanlarla konuşabilmiş, ne dediklerini anlayabilmişti ama iki yılanla bir türlü konuşamamıştı. "Profesör Elena bu yılanlar konuşmak mı istemiyor acaba?" diye sordu. Profesör yerinden kalkıp fanusun başına geldi. "Onların ne dediklerini anlayamadın mı?" dedi gülümseyerek. Simya gerçekten de onları anlamamıştı. Hayır, manasında kafasını iki yana salladı. "Bunlar gerçek yılan değil de o yüzden anlayamadın. Bunlar cezalandırılmış olan iki insan" dedi. Simya'nın bembeyaz teni iyice beyazlaşmış. Fanustan bir iki adım geriye çekildi. Kaşlarını çatmıştı. "Nasıl yani? Onlar insan mı?" dedi. Profesör Elena parmağıyla kırmızı olan yılanı gösterip "Bu dişi olan, diğeri de erkek. Evli bir çifttiler ama yaptıkları bazı yanlışlar yüzünden yılana dönüşme cezasına çarptırıldılar. Ben kendim dönüşümlerini yaptım" dedi. Simya iyice yüzünü ekşitmişti. İki insanı yılana çevirmek büyük bir vicdansızlık diye düşünüyordu. "Ama efendim iki insanı hürriyetin alıkoymak, bir hayvana çevirmek sizce de çok vahşice değil mi?" dedi. Profesör Elena elini fanusun camında dolaştırıyordu. Uzun beyaz ojeli parmaklarının camda bıraktığı izlere baktı. "Daha çok küçüksün. Kimse durduk yere cezalandırılamaz. Onlar büyük bir suç işlediler. Başka bir cadıyı öldürdüler hemde lanetleyerek. Elbette bu yaptıklarının bir cezası olacaktı. Biz burada ölüm cezasını tasvip etmiyoruz onun yerine hayatını sürdürebilecekleri hayvanlara dönüştürüyoruz. Tabi ki sihir güçlerini engelleyerek" dedi. Simya duyduklarından pek hoşnut olmamıştı ama suç işleyenlerin cezalandırılması gerektiğini de biliyordu. Ders sonunda bitmişti. Simya odadan ayrılıp yemekhaneye indi. Tibet'le birlikte öğle yemeği yedikten sonra hayvan barakasındaki ejderha yavrularını sevmeye ayırdı kalan gününü. Sonunda Cuma günü gelmişti. Tibet ile sabah erken saatte yola koyuldular. * Okulun ana giriş kapısından çıktıktan sonra uzun engebeli çayırlıktan aşağı asma köprünün ayağına ulaştılar. Simya ne kadar yüksekten korksa da bu köprü okulun içindeki köprüden daha az sallanıyordu. Kasaba çok yakın sayılmazdı normalde insanlar at arabalarıyla gidip geliyordu. Ancak Simya etrafı gezebilmek için yürüyerek gitmek istemişti. Uzun toprak bir yolu takip ederek yürüdüler. Yol boyu meyve ağaçlarının kokusu ve küçük sincapların neşeli koşuşturmaları terapi gibi geliyordu. Okulun çevresi ev olamadığı için tenha bir yerdi. Simya gece buradan yürümeyi hiç istemeyeceğini fark etti. Yol boyunca değişik bitkilerle karşılaştı, Tibet'in komik okul anılarını dinledi. Yolun sonuna geldiklerinde nihayet kasabaya da ulaşmışlardı. Kasaba dağ eteklerine doğru kurulmuştu. Bu yüzden adı da Montem Kasabasıydı. Kasabanın adı eskiden Montem Lacus olarak anılsa da yıllar içinde kısaltılmıştı. Simya kütüphane de karıştırdığı bir kitaptan montem'in anlamını öğrenmişti bile. Kasaba kurulduğu zamanlarda hala eski bir dil olan Espostina kullanılıyordu. Montem Lacus olarak kurulan kasabanın ismi zaman içerisinde kısaltılarak sadece Montem olarak kullanılmaya başlanmıştı. Kelime anlamı olarak dağ eteğindeki göl manasına geliyordu. Eski zamanlarda kasabanın etrafındaki göl sayısı çok fazla olduğu için böyle bir isim almıştı. Ancak zaman içerisinde kasabanın etrafındaki göller kuruyunca kasabanın ismi de kısaltılıp sadece dağ manasına gelen Montem olarak kullanılmaya başlanmıştı. Kasabanın etrafı ağaçlarla ve ekin tarlaları ile çevrili, olabildiğince yeşillikle kaplıydı. Toprak yol kasabayı diğer yollara bağlıyordu. Tüm yolların birleştiği göbek noktasında büyük bir su fıskiyesi vardı. Fıskiyenin mermerden yapılma kenarları sayesinde küçük bir havuz görüntüsündeydi. Meydan büyükçe bir alandı, insanların oturup sohbet edebileceği kafeler, restoranlar vardı. Kıyafet, ayakkabı, mücevher dükkânları yanı sıra fırınlar, pastaneler, şekerleme dükkânları da kasaba halkına hizmet ediyordu. Yemek yenilecek mekânların dışarıdaki masalarında bir sürü tuhaf giyimli cadılar ve büyücüler derin sohbetlerde dalmış birbirleri ile ahbaplık ediyorlardı. Ortalarda koşuşan küçük çocuklar birbirlerine güçlerini gösteriyordu. Simya gördüğü her yere meraklı gözlerle bakıyor, gördükleri karşısında hayrete düşüyordu. Geldiği dünyada olmayan şeyleri görmek yeni yerler keşfetmek hiç bu kadar zevkli olmamıştı onun için. Evlerin çoğu tahtadan, bazıları ise taştan yapılmıştı. Yaz olmasına rağmen neredeyse hepsinin bacası tütüyordu. İnsanlar evlerinin alt katlarını dükkân olarak işletiyor, yoğun bir alışveriş trafiğine kapılmışlardı. Simya tahta tabelası sallanan küçük şirin mavi pencereleri olan bir mekân gördü, talebesinde Büyü Kazanı yazıyordu. Yeşil renkli çatısı, tepesinde okuldaki kuleleri andıran eklentileri ile çok şirin bir yapıydı. Üç katlı binanın en tepesinde küçük mavi pencerenin hemen altında büyük bir saat asılıydı. Binanın küçük birbirinden farklı penceresi ve tahtadan söveleri vardı. Ahşap rengi bir boyayla güzelce boyanmıştı ve pencerelerinin önünde beyaz renk zambaklar sallanıyordu. Simya mekânı görür görmez Tibet'in babasına ait olduğunu anladı. Eski kovboy filmlerindeki gibi tahta iki küçük kanadı olan kapısından içeri girdiler. "Seni babamla tanıştırayım" dedi Tibet. Mekânın için tamamen ahşaptan yapılmaydı. Verniklenmiş ahşap güneş ışıklarının da vurmasıyla çok parlak gözüküyordu. Bina ağaçtan kütüklerle destekleniyor, yuvarlak masaların üstünü mavi renk manolyalar süslüyor, ağaçtan yapıldığı belli olan sandalyeleri de mavi renk örtü süslüyordu. Henüz yeni açılan mekânda Simya'nın dikkatini içerideki tek kişi yani sandalyeleri kaldıran uzun boylu, kumral çocuk çekti. Kendisinden büyük duruyordu. Tibet içeri girer girmez "Selam gençler" diye bağırdı. Sandalyeleri düzelten genç kafasını kaldırdı. Hafif kızmış bir yüz ifadesi vardı. "Senin burada ne işin var?" diye sordu yakışıklı genç adam. O esnada büyük şöminenin yanındaki tezgâhın arkasından yaşlı, saçı sakalı beyazlamış bir adam çıktı. Omzunda ıslak bir bez duruyordu. Üstünde siyah bir önlük takılıydı. Tibet'i görünce şaşırmış ama biraz da kızmış bir yüz ifadesi takındı. "Oğlum sen ne yapıyorsun burada? Yine okuldan mı kaçtın?" diye Tibet'i azarlamaya başladı. Tibet derdini anlatmaya çalışsa da onu dinleyen pek yok gibiydi. "Baba kaçmadım. Profesör Elena gönderdi. Simya'nın birkaç eksiğini alacağız" dedi. Sanki ailesi Simya'yı tanıyormuş gibi söylemişti bunu. Simya mekânın kapısının önünde dikilmiş duruyordu. "Özür dilerim sizinle tanıştırmadım. Bu arkadaşım Simya okula yeni geldi" diye ekledi Tibet. Tibet'in babası özür dileyerek kendini tanıttı. İsmi Nadir'di. Biraz yaşlıca elli yaşının üstünde hafif göbekli, sert mizaçlı biriydi. Sandalyelerle ilgilenen genç de Simya'ya elini uzattı. Tokalaştıktan sonra "Benim adım Acar. Tibet'in abisiyim" dedi. Acar oldukça yakışıklıydı ve babası gibi sert mizaçlı biriydi. Tibet ne abisine ne de babasını benziyordu. Bir şeyler içmek için oturdular. İçeriye birkaç müşteri girmişti bile. Tibet'in abisi Acar okuldan mezun olmuştu, 25 yaşındaydı. Babasıyla birlikte Büyü Kazanında çalışıyordu. Asa sahibi olamamıştı ama bunu çok fazla sorun etmediğini dillendirip duruyordu. Acar müşterilerle ilgilenmek için kalktığında Simya Tibet'e "Abin de çok yakışıklıymış" dedi. Tibet biraz bozulmuş gibiydi, suratını ekşitti, sanki çok da umurunda değilmiş gibi kaşlarını kaldırdı. "Ne yani benden daha mı yakışıklı" dedi gülerek. Annesi ortalıkta gözükmüyordu. Simya annesinin nerede olduğunu tahmin etmişti. Tibet'in annesi Nergis hapishanede çalışıyordu. Bir süre bir şeyler yiyip içtikten sonra Simya'ya kıyafet almak için mekândan çıktılar. Simya'nın para hesabından anlamadığı için cüzdanındaki altın, gümüş ve bakır parayı Tibet'e uzattı. Tibet'in yüzündeki gülümsemenin tarifi yoktu. "Profesör Elena çok bonkör davranmış. Bunlarla dünyanın kıyafetini alabiliriz" dedi. Simya hala para hesabını bilmediği için yorum yapmak istemedi. Tibet para hesabını anlatmaya başlamıştı bile. "Burada en büyük para birimi altındır. 100 tane gümüş para 1 altın eder. Ve 100 tane bakır para da 1 gümüş eder" Bayan Talya'nın Şekerleme Dükkânı yazan bir tabelanın önünde durmuşlardı. Simya buranın Profesör Arel'in odasından aldığı çikolataların satıldığı yer olduğunu anladı. İçeri girdiklerinde her taraf mis gibi çikolata kokuyordu. İki tarafta bulunan çikolata şelaleleri insanın ağzını dayayıp içmek istemesi gibi istek uyandırıyordu. Daha erken saat olduğu için içerisi pek kalabalık değildi. Duvarlardaki raflar cam fanusların çikolatalarla kaplıydı. Gül yapraklı, fındıklı, böğürtlenli, karamelli çikolata çeşitleriyle çikolata cennetini andırıyordu. Simya hepsine tek tek göz attı, dükkânda çalışan kız ile sohbet etti. İstediklerinin tadına bakabileceklerini söylediğinde içinden sıcak çikolata akan beyaz çikolatayı ağzına attı. Gerçekten de dışı soğuk olan beyaz çikolatanın içinden sıcak çikolata akıyordu. Tibet içinde on tane büyük fındıklı çikolata olan bir paket eline aldı. "Mesela 1 bakır paraya ile bunu alabilirsin" dedi gülümseyerek. Çikolata paketini alarak teşekkür edip dükkândan çıktılar. Sonunda kıyafet satan bir mağazanın önüne gelmişlerdi. Üstünde Sihirli Makas yazan bir dükkândı. İçerisi çok kalabalıktı. İçeride değişik giyimli bir sürü cadı vardı ve hepsi bir şeyler satın almak istiyordu. Uzun mor bir elbise için birbirine asa doğrultmuş iki cadı bile vardı. Simya tezgâha yaklaşıp sessizce "Bakar mısınız?" dedi. Arka taraftan ufak tefek bir kadın çıktı. Üstündeki her şeyin rengi birbiriyle uyumsuzdu. Çok renkli bir giyim tarzı olduğu ortadaydı. Uzun kollu yeşil bir bluz, limon sarısı bir etek ve kırmızı ayakkabılar giymişti, sarı saçlarına da kocaman bej renk bir tüylü şapka takmıştı. Yeşil gözleriyle kendisini izleyen Simya'ya peltek bir konuşma ile "Hoş geldin. Benim ismim Taba. Nasıl yardımcı olabilirim güzelim?" diye sordu. Simya taba'nın bir renk ismi olduğunu biliyordu. Rengârenk giyimli bu kadının olsa olsa ismi bu olabilirdi diye düşündü. Biraz utana sıkıla etrafına bakınmaya başladı. Tibet'in yanında olmasından rahatsızlık duymuş gibiydi. Tibet durumu fark edip "Kızılcık ben kasanın oradayım, işin bitince gelirsin" diyerek yanından ayrıldı. Sonunda tezgâhtaki kadınla baş başa kalan Simya istediklerini söyledi. Bayan Taba istediklerini paketlerken Simya'nın gözüne arka tarafta dikiş diken bir kız takıldı. Kendi yaşıtı olan bu kız dikiş dikiyordu ama iğneyi tutmadan. Parmaklarını sanki dikiş diker gibi hareket ettiriyordu. Dikiş diken kız tıpa tıp tezgâhtaki kadına benziyordu. Onun gibi sarışındı, onun gibi rengârenk giyinmişti. Simya'nın ona baktığını fark eden kız hafifçe tebessüm etti. Simya'da ona karşılık verdi. Sonunda Bayan Taba elinde paketlerle geri döndü. Neredeyse on koca poşet dolusu kıyafet almıştı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD