16

1502 Words
Simya ders çalışmaktan ya da bir şeyler araştırmadan sıkılacak biri değildi. Her zaman derslerin diğer aktivitelerden önemli olduğuna inanırdı. Yine de bilmediği bir dünyada yeri yerler keşfetmek bulunmayacak bir fırsattı. "Nereye gidiyoruz?" dedi heyecanlı heyecanlı. Tibet aslında sürpriz yapmak istiyordu ama gene çenesini tutamadı. Biri mavi diğer kahverengi gözlerini kaçırarak "Okulun biraz aşağısında bir yere gideceğiz. Hem göl kıyısına da ineriz" dedi. Simya günlerden Salı olduğuna emindi, okuldan ancak Cuma günü izinle çıkabiliyorlardı. "Okuldan çıkmamız yasak değil mi?" diye kuşku dolu bir bakışla sordu. Tibet yine bir haylazlık peşindeydi ve izin alacak değildi. Simya onun gözlerindeki bu sinsi bakışı hemen tanıdı. "Sorun olmayacağına eminim Kızılcık. Hadi ayakkabılarını giy" dedi. Simya hemen ayakkabılarını giydi, ders çalışırken genelde ayakkabılarını çıkarırdı. Ve Tibet'in peşinden merdivenlerden aşağı indi. Beraber okulun giriş kapısından çıkarak eşsiz yeşil renkli çayırdan aşağı koşarak indiler. Simya yeni tanışmış olsa da Tibet'e inanılmaz bir güven duyuyordu. Bu güveni duymasındaki en büyük sebep de Tibet'in ona karşı olan bu iyi tavrıydı. Kendi dünyasında birinin ona sürpriz yapmak için bir yere davet etmesine kesinlikle olumlu cevap vermezdi. Çayırlıktan aşağı koşarken çok mutluydu, sıcak rüzgâr yüzünü dövüyor, saçlarını uçuşturuyordu. Koşmaktan biraz soluğu kesilmişti. "Hadi ama nereye gidiyoruz" diye bağırdı. Bir yandan hala koşuyorlardı, asma köprüye yaklaşmışlardı neredeyse. Kuşların mutlu cıvıltıları, güneş ışıklarının parlattığı göl kıyısı, gerçekten de çok güzel bir gündü. Hava yine cam gibiydi. Asma köprüye yanaşmışlardı ki Simya'nın daha koşacak dermanı kalmamıştı. Nefesi kesilmeye başlamıştı. Tibet onu baya geçmişti arkasını dönüp "Hadi ama az kaldı" diye bağırdı. Rüzgârında etkisiyle ses boş çayırlıkta yankı yaptı. Simya ellerini dizlerine koymuş derin derin nefes alırken, karşıdan asma köprünün oradan genç bir erkeğin geldiğini fark etti. Artık yorulmuştu bir adım daha atacak halde değildi. Tibet arkasını döndüğünde gördüğü bu yabancıya doğru koşup sarıldı. "İnanmıyorum dostum" dedi Tibet. Sesi mutlu geliyordu. Sanki uzun zamandır görmediği biriyle karşılaşmış gibiydi. "Neden erken geldin?" Bu genç uzun boylu, yapılıydı. Gözlerinin mavisi taa uzaktan bile belli oluyordu. Simya sarışın, mavi gözlü bu gence daha yakından bakmak istedi. İlerleyip yanlarına yanaştığında hala derin derin nefes alıyordu. Yabancı hala Tibet'e bakıyordu. "Dostum seni özledim" dedi gülerek "Ceza nasıl gidiyor?" Bunu gülerek söylemiş olsa da gözlerinin içindeki hüznü Simya hemen yakalamıştı. Her gün aynaya baktığında kendi gözlerinde gördüğü türden bir hüzündü bu. Yabancı Simya'yı fark etmişti ancak ona doğru bakmıyordu. Biraz sert mizaçlı birine benziyordu. Tibet'in yanında çok daha olgun ve büyük biri gibi gözüküyordu. "Bırak şimdi cezayı falan" dedi Tibet. Kolundan yabancıyı çekiştirdi. Sesinde hafif bir bozulmuşluk vardı. "Demek beni özledin? O zaman neden hiç kazanla mektup yollamadın." "Hem sen neden yürüyerek geliyorsun?" diye ekledi Tibet. Yabancı eliyle bacaklarını işaret ederek "Benimde bacaklarım var, hem güzel havanın keyfini sürmek istemiştim" diye cevap verdi. Tibet'in sonunda aklına Simya'nın orada olduğu geldi. Eliyle Simya'yı göstererek yeni öğrenci olduğunu, arayı kapatmak için yazın ders aldığından bahsetti. Simya ağzından sihirli kitapla ilgili bir şey kaçıracak diye çok korkuyordu. Ama Tibet ona verdiği sözü tutarak hiç kitap mevzusunu açmadı. Sihirli kitaptan, farklı bir dünyadan gelmesinden, ailesinin ölümünden insanlara bahsetmek hoş bir şey olmayacaktı. İnsanların meraklı şekilde hayatına burnunu sokması ya da onu eleştirmelerini kaldırabileceğini sanmıyordu. Can kibar bir ses tonuyla "Memnun oldum" dedi. Cüssesine ve sert duruşuna rağmen tatlı bir ses tonu vardı. Simya bir süre gözlerini ondan alamadı. Hayatındaki gördüğü en güzel yüze sahip olabilirdi. Sarı hafif dalgalı saçlar, cam gibi parlak buz mavisi gözler, keskin bir çene yapısı, uzun yapılı bir fizik. Büyülü dünyanın erkeklerinin de büyülü olduğunu düşünmüyor değildi. Hala derin nefes aldığı için cevap vermek yerine memnun oldum der gibi başını salladı. Tibet ağaç köprüye gittiklerini, onlara katılmasını söyledi. Can'ın daha önemli işleri varmış gibiydi. "Aslında Profesör Arel'i görmeye gelmiştim" dedi. Ama Tibet'in hayır cevabını kabul etmeyeceği, daha teklif ederken ki ses tonundan belliydi. Üçü birlikte ağaç köprüye kadar yürüdüler. Ağaç köprü asma köprüden daha aşağıdaydı. İsminin ağaç köprü olmasının sebebi iki tane ağacın birbirine sarılmış şekilde birleşmesinden dolayıydı. Aynı asma köprü gibi okul ve kasabanın olduğu yamaçları birbirine bağlıyordu. Yamacın iki tarafındaki iki tane koca incir ağacı sanki birbirine sarılmış gibi bir köprü oluşturmuştu. Simya gördüğü bu doğa harikası şey karşısında şaşırdığını saklayamadı. İki koca ağaç sanki sevgili gibi birbirine sarılmış olması gördüğü her şeyden daha güzeldi. Tibet hemen köprünün tarihçesi ile ilgili konuşmaya başlamıştı. Sesinde bilindik ukalalık seziliyordu. Ağaç köprünün, tahta köprü yapılmadan çok önce yapıldığını, eskiden okul ve kasaba arasında geçişlerin buradan yapıldığını anlattı. Köprüyü yapmak için ağaçları dikenin büyücü Weber'in büyük kızı Agena olduğunu söyledi. İki ağacın kökleri uzatılarak birbirine sarılmıştı ve bir köprü oluşturulmuştu. Simya'nın yüzünden keşfetmenin verdiği o gülümseme vardı. Tibet artık bu bakışa o kadar alışmıştı ki. "Burayı beğendin sanırım" dedi gülerek, Can'a döndü. "Simya ilk defa gördüğü yeri beğendiyse suratında bu şapşal gülümse oluyor" Simya biraz utanmıştı, beyaz teni üzerinde kızaran yanakları hemen belli oldu. Güneşin vurmasıyla çilleri de daha fazla göze çarpmaya başlamıştı. "Benimle uğraşma lütfen " dedi gülümseyerek "Üstüne çıkabilir miyim?" "Deli misin tabi ki çıkabilirsin" dedi Tibet. Simya yüksekten korktuğunu falan unutmuştu, bu köprü tam bir doğa harikasıydı. Çocuklar gibi şen şakraktı. Belki de ömründe ilk defa bu kadar mutlu oluyordu. Bu okul, Tibet, bu dünya ona çok iyi gelmişti. Sıcak havanın ve köprünün keyfini sürerken Can bir kenarda durmuş öylece Tibet'le konuşuyordu. Bir süre daha köprüde durduktan sonra göl kıyısına indiler. Simya ve Tibet ayaklarını gölün kıyısındaki tahta iskeleden suya soktu. Can kenarda sessiz sakin oturuyordu. Simya onun soğuk birisi olduğunu düşünmekte haksız sayılmazdı. Pek fazla göz göze gelmiyordu. Direk ona bakarak konuşmuyordu bile. * Üçlü beraber çayırlığa yukarı yürümeye başladılar. "Senin ne gibi güçlerin var? "diye sordu Simya bir arkadaşlık bağı kurmak istercesine ama sorduğuna o an pişman olmuştu. Can pek de konuşmayı seven biri gibi değildi. Çok sıradan bir şeyden bahsedermiş gibi "Benim uçabilme gibi bir gücüm var. Bunun yanında hızlı koşarım ve çok güçlüyümdür" dedi. Uçabilmek süper olurdu diye mırıldandı Simya. Tibet ona yan bir bakış attı, ağzı kulaklarındaydı. Can gözlerini kapattı, konsantre oldu birden ayakları yerden havalandı. "Bu çok iyiydi" diye bağırdı Simya. Can güçlerini birine göstermeyi sevmişe benziyordu. Sonunda gülümsemişti. Simya onun gülümseyişini de çok beğenmişti. İnci gibi dişleri yaz güneşi altında parlıyordu. Mavi keskin gözleriyle etrafı süzüyordu. Yan tarafında yürüyen Can'ın şak diye ortadan kaybolduğunu gördü. Etrafta sadece saydam bir bulut kalmıştı. Birden omzuna bir el dokunduğunu hissetti. Arkasını döndüğünde Can ile burun buruna geldi. Nasıl olduğunu anlamadan yine aynı saydam bulut oluştu. Tekrar arkasından bir el dokunduğunu hissetti. Anladım diye bağırdı. "Sen ışınlanabiliyorsun. Bu gerçekten süper bir güç" Can evet dermiş gibi kafasını salladı ve reverans hareketi ile Simya'yı selamladı. Tekrar okula dönerken yolda Tibet Can'ın kaçırdığı her şeyi anlattı. Sihirli kitaptan, Simya'nın başka bir dünyadan gelmesinden bahsetmeye başlamıştı bile. Simya Tibet'in ona zarar verecek bir şey yapmayacağını bildiğinden buna engel olmadı. Okulun girişindeki merdivenlerinden çıkarken koyu bir sohbete dalmışlardı. Tibet okulda yaptığı şeylerden, kaldığı cezadan bahsediyordu. Sıkıcı geçmesi gereken cezanın Simya'nın gelişi ile nasıl eğlenceli olduğundan dem vuruyordu. Simya duyduklarından utanmışa benziyordu ki güneşten kızaran yüzü ve saçları aynı renge büründü. Okulun kapısının önünde koca burnundan soluyan Profesör Öker ufak boyuna rağmen hemen dikkat çekti. Yine kendisinden çıkması beklenmeyen bir sesle sinirli bir şekilde; "Tibet evrakları neden bitirmedin?" diye bağırdı. Sesi okulun duvarlarında yerine bulmuştu bile. "Hem siz ne yapıyorsun okulun dışında. Cezanın uzamasını istiyorsun sanırım?" Tibet açıklamaya başlamak için ağzını açtı ama o anda açıklanacak bir şey olmadığını hatırladı. Açtığı küçük ağzını kapattı. Profesör Öker'in delice bakışlarına daha fazla maruz kalmamak için "Profesör hemen gidip hallediyorum" diyerek ana binaya doğru koşturdu. Arkada Can ve Simya kahkaha atmamak için kendilerine hâkim olmaya çalışıyorlardı. Ama ikisi de başarılı olamadı. Profesör Öker umursamaz öğrencilerden nefret ettiği kadar karşısında kıkır kıkır gülen öğrencilerden de nefret ediyordu. "Simya dersin yada ödevin yok sanırım?" dedi Tibet'e bağırdığı yüksek sesle "Buralarda gezdiğine göre sana verdiğim sakinleştirici iksirini bitirdin" Simya gözlerini kocaman açtı onunda verecek bir cevabı yoktu. Kendisini zeminindeki taşları incelerken buldu. Cevap vermesine fırsat bile kalmamıştı ki Profesör Öker bu sefer de Can'ı haşladı. "Senin ne işin var burada? Okulun açılmadığına eminim. Tatil döneminde okula girmeniz yasak" dedi. Can kendisinden emin bir ses tonuyla "Profesör Arel ile görüşmeye gelmiştim efendim" dedi sertçe "Kendisi zaten beni bekliyordu" Profesör Öker kaşlarını çattı, böyle bir cevap beklemiyordu. "Pekâlâ, öyleyse ikiniz de görevlerinizin başına" dedi daha yüksek bir sesle. Simya en sonunda boğazının kısılacağına emindi. Belki de ses tellerine de yumuşatma büyüsü yapıyordur diye düşündü. Profesör Öker ne kadar sinirli, kaşları çatık bir adam olsa da Simya onu seviyordu. İçeri koşarken bu kadar küçük bir adamdan nasıl böyle bir ses çıkar diye Can'a sordu. Bu onların daha da çok gülmesine sebep oldu. Can, Profesör Arel'in odasına gitmek için Simya'nın yanından ayrıldı. Simya'da her zamanki zırhlı şövalye heykelinin yanından taş merdivenleri kullanarak kütüphaneye çıktı. Koca bir saati andıran kütüphanede tek başına olmak onun için ürkütücü bir şey değildi. Yalnız olmaya her zaman alışkındı. Pencerenin önüne çektiğini büyük masanın üstünde bir sürü kitap açık duruyordu. Simya önce Profesör Öker'in dediği iksirin yapılışını, malzemeleri ve kullanım alanlarını anlatan uzun bir ödev hazırlamalıydı. İnci gibi yazısıyla yaklaşık üç sayfalık uzun ödevi sonunda bitmişti. Daha sonra da okulla ilgili öğrenebileceği tüm bilgileri içeren büyük eski bir kitap aldı eline. Sesli okumayı sevdiğinden boş kütüphane de sesi yankılanarak okumaya başladı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD