18

1482 Words
Ağustos ayının başı olmuştu. Hava hala sıcaktı. Diğer öğrenciler tatillerinin keyfini sürerken Simya, Can ve Tibet tatili okulda çalışarak geçiriyordu. Profesör Arel müdür olduğu için pek ortalarda gözükmese de Simya diğer öğretmenlerinden ders aldığı için hepsini her gün görüyordu. Can cezalı olan Tibet'e yardım ediyor günler birbirini kovalayan şekilde ilerliyordu. Simya artık ikisiyle de çok iyi arkadaş olmuştu. Derslerinde de ilerlemişti. Okul zamanının yaklaşmasıyla diğer profesörlerde okula gelmiş, yeni yıl programlarını hazırlıyorlardı. Profesör Ulaş'ın dersi olan büyü tarihi konusunda Simya boş kaldığı her an araştırma yapıyordu. Üç seviyenin kitaplarını bitirmişti bile. Profesör Elena onu her seviye için ayrı ayrı sınava sokuyor ve hepsinden de başarılı oluyordu. Seviyelerin genişliğine göre seneye ayrılabilirken bazen bir dönem içinde iki seviyede alınabiliyordu. Bir sonraki seviyeyi alabilmek için bir önceki seviyenin geçilmesi gerekiyordu. Not sistemi A'dan İ'ye göre sıralanmıştı. A 100, B 90, C 80, D 70, E 60, F 50, İ 40 olarak puanlandırılıyordu. Sene içerisinde her ders için 3 sınav yanı sıra uygulama sınavları ve değerlendirme projeleri de veriliyordu. Simya bunları derslerle alakası olmayan Tibet'ten değil de, daha çalışan olan Can'dan öğrenmişti. Çünkü Tibet'e göre hayata okulda alınan notlar yön vermiyordu. Simya temel matematik, dil bilgisi gibi derslerde zorlanmıyordu, çünkü bunlar okulda gördüğü tarzda derslerdi. Seçmeli olarak alınan, resim, müzik, dans tarzı derslerin hocaları henüz gelmediği için bunlarla ilgilenememişti. Simya için okuldaki en güzel yer kütüphane ve sonrasında de hayvan barakasıydı. Ders çalışmaktan kalan zamanının çoğunu hayvan barakasında geçiriyordu. İçeri de yeni bir düzenleme yapmış yavru ejderhaları ayrı bir bölüme almıştı. Artık ateş püskürtebildikleri için diğer hayvanlara zarar verebiliyorlardı. Can hayvanları çok sevse de yanlarına yanaşmakta zorluk çekiyordu. * Ana binanın en yüksek kulesinde etrafı seyrediyordu, yükseklik korkusunu ancak böyle böyle aşabilirdi. Rüzgarda uçuşan saçlarını toplamaya çalışırken okulun arka tarafındaki büyük çayırlıkta çizgileri silinmiş bir stadı fark etti. Etrafı seyretmeye öyle dalmıştı ki arkasından gelen sesi bile duymamıştı. "Orası GümüşÜçgen stadı" dedi bir ses. Simya'nın korkudan aklı çıktı. Göz bebekleri yerinden çıkacak kadar büyümüştü. Suratı da kırmızılık ve morarıklık arasında gidip geliyordu. Parmağıyla annesinin her zaman yaptığı gibi damağını çekti. "Bir daha gelirken bu kadar sessiz olmasan Can" dedi. Korktuğu için biraz utanmıştı. "Aklım çıktı" Can korkutmak istemediğinden bahsetmeye başladı. Simya'nın günü o ana kadar sorunsuz devam ediyordu. Taki ani seslenmeden korktuğu için camdan düşecek olmasına kadar. "Burada ne yapıyorsun?" dedi Can. Simya yine kafasını stada doğru çevirdi. "Hiç... Rüzgârın yüzüme vurmasını seviyorum, o yüzden buraya çıktım" diye karşılık verdi. Can'da onu etkileyen bir şeyler vardı ama kimseden etkilenmemesi gerektiği ve tek derslerine odaklanması gerektiğinin de farkındaydı. Simya yaşıtlarına göre olgun bir kızdı. Tabi bundan anne babasını küçük yaşta kaybetmesinin de etkisi vardı. Kule dört kişinin yığabileceği büyüklükte yuvarlak, taştan örülme bir yerdi. Yüksek ve dik bir çatısı ve dört tarafını çeviren camları vardı. Simya tüm camları sonuna kadar açmıştı. Saçları uçuşuyordu. Kuleler pek kullanılmadığı için baya tozlanmıştı ve camların açık olmasıyla da tozlar etrafta uçuşuyordu. Can eliyle sanki havayı topluyor gibi bir hareket yaptı. Simya'nın saçlarını uçuran rüzgâr kesildi. "Havayı kontrol edebiliyorum" dedi Can peşinden birkaç hapşırdıktan sonra gelen boğuk bir sesle "Ve tozdan nefret ederim, alerjim var " Toz Simya'yı rahatsız etmiyordu. Göz alıcı manzarayı izliyordu. "GümüşÜçgen nasıl bir oyun?" dedi. Tozdan çok etkilenen Can konuşacak gibi gözükmüyordu. Kulenin dar basamaklarından inerken Can sonunda tozun etkisinden biraz kurtuldu. Eliyle yüzünü kapatırken bir yandan da anlatmaya çalışıyordu. "GümüşÜçgen bir tür turnuva, her sene düzenlenir" dedi. Öyle hızlı anlatıyordu ki merdivenlerden aşağı nasıl indiklerini bile anlaşmamışlardı. Büyük geniş koridora indiklerinde Can konuşmayı bitirmişti ama Simya pek de bir şey anlamamıştı. Hiçbir zaman arası bu tarz sporlarla iyi olmamıştı zaten. Kütüphane katına indiklerinde Simya iki dakika bekle diyerek kütüphaneye daldı. Geri döndüğünde elinde büyük bir kitap vardı. "Kusura bakma ama senin anlatışından pek bir şey anlamadım" dedi. Elindeki kitabın kenarında GümüşÜçgen ve Tarihi yazıyordu. Ana binanın çıkışına kadar merdivenlerden sohbet ederek indiler. Zırhlı şövalye heykelinin yanına gelmişlerdi. Can birden "Bak" dedi eliyle pencereden dışarıyı işaret ederek. Tibet her zamanki Profesör Elena'dan fırça yiyordu. Bir süre durup Profesör Elena'nın çığırmasını dinlediler. Sonunda Profesör Elena sıkılıp odasına döndü. Odasına giderken bile hala söylenmesi kesilmemişti. Can ve Simya sessiz kahkahalara boğulurken, baştan aşağı kıpkırmızı olan Tibet'in yanına yuvarlak bahçeye çıktılar. Tibet yere saçılmış bir sürü kağıdın arasında boğulmuş gibi gözüküyordu. İkisi de bir şey demedi zaten Tibet tepeden tırnağa önce kızarmış sonrada morarmıştı. "Profesör Elena beni haşladı" dedi boğuk bir sesle "Hemde sadece mezuniyet evraklarını karıştırdığım için." Yaptığı çok basit gibi gözüken Tibet olayın ciddiyetini kavramamıştı. Simya dayanamayıp kahkaha attı, Can'da onu takip etti. Tibet iyice bozulmuş gözüküyordu. Yere dağılan kâğıtları toplayıp taş duvarın üstüne oturdular. Tibet sabır dilerken Simya kıs kıs gülüyordu. Profesör Elena'nın odasının kapısının tekrar açıldığını duyunca irkildiler, Tibet kucağındaki evrakları da alıp çalıştığı boş odaya doğru yola koyuldu, bir süre sonra kapı kapatılma sesi de okulun boş koridorlarında yankı yaptı. Can meraklı bir şekilde hem tozdan alerji olmuş gözlerini siliyordu hemde konuşmaya çalışıyordu. "Senin dünyandaki okulun nasıldı? Ne tarz dersler görüyordunuz" dedi. "Eski okulum buradan çok farklıydı biz başka dersler görüyorduk" dedi Simya. "Sihir olmadığı için haliyle buradaki çoğu ders yoktu." Can anladım derce kafasını salladı. Yerdeki taze kesilmiş çimen kokusu eşliğinde parlak gökyüzünün altında oturdular. Güneş öyle parlaktı ki elindeki kitabın sayfalarını okumakta bile güçlük çekiyordu. Okul sanki suçlu bir çocuk gibi çok sessizdi. Sessizliği bozan sadece Can'ın sesiydi. "Neler yapmaktan hoşlanırsın? Hobilerin var mı?" dedi. Simya kafasını elindeki kitaba gömmüştü bile. "Ben kitap okumayı, yeni yerler keşfetmeyi ve yüzmeyi çok severim. Hatta eski okulumda yüzme takımındaydım. Yarışlar düzenlenirdi. Canım sıkkınken sahilde yürüyüş yapmayı severim" dedi. Can kafasını kitaptan kaldırmadan konuşmasını biraz komik buldu. Sesinde Tibet'inkine benzer bir muzurluk vardı. "Kitap okumayı sevmiyorsun bence" dedi "Resmen kitaplarla aşk yaşıyorsun" Beraber baya gülüştüler. Can kitabın sayfalarından birinde GümüşÜçgen stadının çizimini gördü. "İşte benim yerim burası" diye parmağıyla gösterdi. Simya nasıl bir oyun olduğunu merak etmişti. Kare şeklinde kitabı Can eline aldı. Oyunla ilgili bilgiler yazıyordu içinde. Can bir yandan sahanın çizimini gösterirken bir yandan öncekine göre daha yavaş şekilde anlatıyordu. Bu oyun yıllardır turnuva şeklinde devam ediyor yılda bir kez yapılıyordu. Simya kitaptaki sahayı inceledi. İki üçgenin birbirine geçmiş haline benzeyen saha her iki köşesinde iki kaleye sahipti. Her takımın iki kalesi vardı. Oyuncular gümüş renk kare şeklinde topu birbirine atarak sayı kazanmaya çalışıyorlardı. Faulun serbest olduğu oyunda büyü güçleri kullanmakta serbestti ancak asalı büyülerin kullanılması yasaktı. Can okuldaki takımların isimlerini saymaya başlamıştı ancak Simya'ya oldukça tuhaf gelen isimlerdi. Kitabı önüne çekip isimleri kendisi okumaya başlamıştı. Yeşilbaşlıyılan 'Renkleri yeşil, siyah, kırmızı' Demirkuyrukluejderha 'Renkleri koyu mavi, beyaz' (Can takım kaptanı) Yıldırımtozu 'Renkleri beyaz, gri' Kırmızıakbabalar 'Renkleri kırmızı, bordo' (Umay takım kaptanı) Büyükyosunbalığı 'Renkleri mavi, yeşil, sarı' Zehirlisolucanlar 'Renkleri eflatun, mürdüm, lacivert' Bunlar ne kadar tuhaf isimler diye düşünürken aslında bu dünyadaki her şeyin tuhaf olduğu aklına geldi. Can kasılarak Demirkuyrukluejderha takımını kaptanı olduğunu söyledi. Ve en büyük rakibi olan Kırmızıakbabaları gösterdi. "Bu takımında kaptanı Umay. En büyük rakibimizdir" dedi. Can'ın Umay denen çocuktan hoşlanmadığını her halinden belliydi. "Okuldaki yetenekli öğrencileri her kaptan kendi takımına almak için uğraşır. Umay'da bu konuda oldukça başarılı" dedi Can. Can düşmanını sevmese de başarılı olduğunu söyleyebilecek kadar da efendi biriydi. Bir süre sonra pantolonu toz içinde Tibet çıkageldi. Belli ki Profesör Elena ona çok eski dosyaları aratmıştı. Tibet bu takım muhabbetlerinden hiç hoşlanmıyordu. Akşamüstü olmuştu, parlak güneş dinlenmek için yerine çekilirken üçlü de yemek için yemekhaneye yöneldi. Aşçı yine döktürmüştü. Tereyağlı ekmekler, börekler, frambuazlı pastalar, kaşarlı makarna derken yemek menüsü oldukça zengindi. Yemekhane Simya'nın ilk geldiği zamana göre daha kalabalıktı bir sürü profesör sohbet eşliğinde yüksek sesle konuşup yemek yiyordu. Profesör Elena yemeğe herkesten geç gelmişti, asabi gözüken yüz hatları uzun siyah saçlarını yukarıya doğru toplamasıyla daha da asabileşmişti. Tibet'in yanından geçerken ona insanın içini delip geçecek kadar sert bakış fırlattı. Tibet iyice kaşarlı makarna dolu tabağının içine doğru kafasını soktu. Simya artık iyice meraklanmıştı. "Ne yapmış olabilirsin acaba?" dedi ağzına kocaman bir parça makarna atarak. Tibet sanki yediği lokmalar boğazında kalmış gibi konuşamıyordu. Kafasını makarna dolu tabağından kaldırdı. Sesinde bir suçluluk hissediliyordu. "Yine yaptım bir şeyler" dedi lafı ağzında geveleyerek. Can ve Simya ona suçlar gibi bakıyordu. Sonunda dayanamayıp "Tamam ya eskiden asa almış öğrencilerin listelerini birbirine karıştırdım" dedi terslerce "Haliyle Profesör Elena'da beni az daha küçük çirkin bir kurbağaya çeviriyordu" Can gülmemek için kendini zor tutuyordu ama Simya gülünecek kadar komik bir şey olduğunu düşünmüyordu. "Neden çocuk gibi davranıyorsun? Neden hiç bir şeyi ciddiye almıyorsun" diye Tibet'e çıkıştı. "Profesör Elena haklı sürekli muziplik yaparak yaşayamazsın. En basiti de okulu bitiremezsin" Tibet yediği fırçalarla doymuştu. Daha yemek yiyecek bir tarafı kalmamıştı. Yavaşça masadan kalktı. Sitemkâr gözüken bir şekilde "Ben yatmaya gidiyorum. Size iyi geceler" dedi "Bu arada annende okul bitmeden asa kazanmış evrakını buldum" Ama iyi geceler derken aslında sadece Simya'yı kast etmişti. Can'a dönerek "Hadi yatakhaneye gidelim ama senin yönteminle" dedi. Can sürekli ışınlanma derdinde olan Tibet'i pek kıramıyordu ama bu sefer Simya haklıydı. Tibet'in çocuk gibi davranmaya bir son vermesi gerekiyordu. "Dostum ayakların yok mu senin? Yan binaya da ışınlanalım?" diye çıkıştı. Tibet iyice bozulmuştu. "İyi sen bilirsin" diye fısıldadı. Sert bir şekilde yemekhanenin kapısını çarparak dışarı çıktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD