Kapının çarpma sesiyle herkes kapı tarafına döndü. İçeri okulun zorba çocuğu Faruk girdi. Simya içinden umarım benimle uğraşmaz diyordu. Ama Faruk'un okulda en sevdiği şey insanlarla uğraşmaktı. 100 kiloya yakın, kısa boylu, esmer biriydi Faruk. Sürekli Simya'nın çilleri ile dalga geçerdi. O günde sınıfa girer girmez.
"Bakın bakın burada kim varmış. Turuncu kafalı çilli hala okula geliyor musun sen?" dedi iğrenç gülümsemesiyle.
Simya cevap vermek yerine defterine bir kedi resmi çizmeye devam etti. Faruk defteri masanın üstünden çekti ve havaya kaldırdı.
"Havuç kafalı konuşan kedilerini mi çiziyorsun" dedi. Simya ayağa kalktı, defteri elinden almaya çalışıyordu ama Faruk onun iki katıydı. "Benimle uğraşmaktan daha iyi bir işin yok mu?" diye sordu sinirle.
Faruk defteri yere doğru çarparak "Senin dilin pek uzamış kesmek gerekiyor sanırım. Kiminle konuştuğuna dikkat et" dedi ağzındaki tükürükleri saçarak. Simya iyice sinirlenmişti, elinin altındaki kitabı kafasına vurmamak için kendini zor tutuyordu.
"Kiminle konuştuğumun farkındayım. Benimle uğraşma pişman ederim seni" dedi gözlerini sanki içini delip geçecek gibi Faruk'a dikerek. Sınıftan bir ses yükseldi. Herkes Faruk'un cevabını beklerken içeri tarih hocası Mehtap Hanım girdi.
"Herkes yerine geçsin" diye bağırarak derse başladı, o kadar hızlı konuşuyordu ki ne dediğini zor anlaşılıyordu. 50'li yaşlarda kısa boylu, kilolu, hiç evlenmemiş bir kadındı Mehtap hoca, kendini beğenmiş huysuz ve yaşlıcaydı. Simya not almaya dalmıştı ki sinirden titreyen elleriyle zor yazıyordu. Ders akıcı ancak bir o kadar da sıkıcıydı. Mehtap hoca yarınki sınavla ilgili birkaç açıklama yapıyordu ki zilin sesi duyuldu. Sonunda teneffüs olmuştu. Öğrencilerin çoğu çıktı, sınıfta pek kimse kalmamıştı. William kantine inmiş, Simya ise fizik notlarına son bir kez göz atıyordu. Faruk yine Simya'nın tepesine dikildi. Defterlerine vurdu. "Hey deli kız!" dedi gülerek "Fizik sınavında kâğıtları değiştireceğiz benimkileri de yapacaksın"
Simya suratını ekşitti, kaşlarını çattı, duyduğu şeyden emin olamıyordu. "Ne münasebet, ben neden böyle bir şey yapacakmışım?" dedi masadaki kitaplarını bir hışım toplayarak. Faruk o kocaman elini büyük bir yumruk şeklinde sıktı yoksa seni gebertirim kızım diye bağırdı. Simya ayağa kalmıştı ama Faruk'un yarısına anca geliyordu.
"Sen bana baksana, ben senle uğraşmıyorum emin ol uğraşsam pişman olursun" diye çıkıştı. Faruk ve arkadaşları gülmeye başladılar. Sınıfta onlardan başka kimse kalmamıştı. Faruk ve üç salak arkadaşı Cenk, Galip, Hasan vardı sadece içeride. Arkadaşları da aynı onun gibi zorba, aptal ve sadece ebeveynlerinin paraları sayesinde böyle bir okulda okuyabiliyorlardı. Simya'nın kolundan tutup sallamaya başladı. Ağzından tükürükler saçarak yapacaksın kızım ben ne diyorsam yapacaksın diye bağırıyordu. Simya'yı yüzüne o kadar çok yaklaştırmıştı ki Simya onun yeni çıkan siyah bıyıklarını bile net görebiliyordu.
Bırak kolumu diye Faruk'u ileri doğru itti. Kendisinin iki katı olan birini nasıl bu kadar uzağa itebildiği anlamamıştı ama pek de önemi yoktu. Faruk kıpkırmızı oldu, koca burnundan bir boğa gibi nefes veriyordu. Bir iki adım ileri attı ama Simya gözüne tebeşir kutusunu kestirmişti. Yavaşça parmaklarını hareket ettirdi. Kutudaki tüm tebeşirler son sürat hızla üstlerine doğru fırladı. "Ahhh" diye bağrışmaya başladılar, Faruk sınıftan kaçarken bile hala "SEN GÖRECEKSİN" diye bağırıyordu. Simya gülmemeye çalışsa da pek başarılı değildi. Onların yaptıklarının yanında bu azdı bile. Nasıl yaptığını bilmiyordu, kendisinin yaptığından bile emin değildi ama bazen böyle tuhaf şeyler yapabiliyordu.
Nihayet gün sonu gelmiş, dersler bitmişti. Fizik sınavı oldukça zor geçmişti. Elif hoca her zamanki en kazık soruları hazırlamıştı. Simya ondan korkuyor, sınavlarına tükenmez kalemle giriyordu. Ne olur ne olmaz ya cevaplarımı silerse diye düşünüyordu. Belki de doğru düşünüyordu. Sınav boyunca Elif hoca gözünü bir an bile üstünden çekmemişti. Aynı halasına benziyordu. Sıskaydı, uzun boyluydu, kocaman çirkin bir burnu vardı. Sanki yolunmuş gibi gözüken kabarık saçları hemen dikkat çekiyordu.
*
Son ders zili de çalınca kendini sıcak bir yaz akşamı tek başına okulun bahçesinden buldu, William birkaç arkadaşı ile basketbol oynamaya gittiğinden eve tek yürüyecekti. Yeni yeni kararan havada uzun ışıklı yoldan yürüdü, her adımında düşüncelere gömüldü. Yaşadığı hayatı sorguladı, içinde olduğu bu hayat sanki onun değilmiş gibiydi. Sanki başkasına ait bir hayatı yaşıyordu. Sanki başka bir yerde olmalıydı, onu anlayan seven insanların olduğu bir dünyada...
Sınıfta olanları düşündü; gerçekten de tebeşirleri hareket ettirmiş olabilir miydi? Ya da o kediyi gerçekten anlayabilmiş miydi? Sanki hayata tutunur gibi sıkıca tuttu elindeki birkaç defteri. Uzun yol boyunca kendini dinledi, içten içe ne istediğini düşündü. Kendisini yaydan çıkmış bir ok gibi hissediyordu, bir yönde gidiyordu ama bu yöne kendi karar veremiyordu. Düşünceleri dönüp dolaşıp sorunun belki de kendisinde olabileceğine getirdi. Belki de kafayı yiyordu, hayvanlarla konuşmak, eşyaları hareket ettirmek bunlar herkesin yapamayacağı şeylerdi. Kendi yalnızlığına o denli gömülmüştü ki kafasını kaldırıp yardım isteyemiyordu, kimseye bunları anlatamıyordu. Hayvanlarla konuştuğunu söylediğinde ona deli demelerine yetiyorken, kilit açabilmekten ve eşyaları dokunmadan hareket ettirmek bahsedemezdi. William'da olmasa hiç kimsesi yoktu.
Yolun ne zaman bittiğini fark etmeden kendisini, cansız gözüken yüksek çitlerle çevrili bahçe kapısının önünde buldu. Taşlarla süslenmiş bahçeye girdi evin ışıkları yanmıyordu. Demek ki evde değiller diye düşündü. Halası çoğu kez bir yerlere gitseler de Simya'ya haber verme zahmetinde bulunmazdı. Kendi anahtarı olduğu için Simya bu durumu dert etmezdi zaten onlarla bir yere gitmek tam bir işkenceydi. Bu ilk defa olan bir şey değildi açıkçası. Simya'yı asla yanlarında götürmezlerdi. Bu eve yerleştiği ilk yıllarda eniştesinin bir arkadaşının evine yemeğe gitmişlerdi. O zaman Cem daha çok küçüktü. Simya onunla oynarken ev sahibinin küçük bir biblosunu yanlışlıkla kırdığı için 1 ay oda cezası almıştı. Kapıdan içeri süzüldü yavaşça, sanki içeride olan birinin onu fark etmesini istemiyordu. Her zamanki alışkanlıklarından biriydi. Sırt çantasını yere, kitapları büyük aynının önündeki konsola bıraktı, konsolun üstünde küçük bir not gördü.
"Biz geç geliriz, bizi bekleme"
Oldukça kısa ve açıklayıcı bir nottu bu. Halasının eğri büğrü yazısını hemen tanıdı, demek ki bir yere gitmişlerdi. Hızlıca üst kata çıkıp üstünü değiştirdi, ev o akşamlık kendisine kalmıştı. Bol sütlü bir kahve yaptı, salondaki büyük mor koltuğa yayıldı. Bu koltuk oldukça rahattı. Eniştesinin kimseye bırakmadığı her akşam yayıla yayıla oturduğu koltuğa yayıldı, henüz bitiremediği yetim bir kızla ilgili olan kitabını okumaya koyuldu. Sonra kendisine mısır patlatmaya karar verdi. Halası kokusunu sevmediği için çocukları istemedikçe evde mısır patlattırmazdı. Camları açarım koku dağılır diye düşündü. Kendine kocaman bir çanak mısır patlattı, kitabın konusuna kendini kaptırdı. Yarın kütüphaneye gidip yeni kitap alayım diye düşündü, elindeki kitap neredeyse bitmek üzereydi. Duvardaki saatin akrep ve yelkovanı birbirini kovalarken kitabı bitirdi, saatin baya geç olduğunu fark etti ama henüz gelen giden yoktu. Birden kapı sesine irkildi. Topuklu ayakkabı sesi ve aşırı sigara kokusu ile içeri gireni görmeden halası olduğunu tahmin etti. Bir hışım içeri dalıp kendini koltuğa bıraktı, Kemal enişte de kucağında Deniz'le birlikte merdivenlere yöneldi. Cem ayakta uyuyordu dosdoğru odasına çıktı. Simya koltuktan doğruldu, etrafı çoktan temizlemişti.
"Hoş geldiniz hala" dedi uykulu bir sesle.
Halasının yüzünde pek de hoş bulmuş bir ifade yoktu. Dağılmış göz kalemiyle zayıf bir pandaya benziyordu.
"Hoş bulduk hoş bulduk al bunlar senin için" dedi göz ucuyla demin mermer tezgâha bıraktığı kocaman bir tabağı göstererek "Sana gönderdiler"
Tepside o akşamdan kalan yemekler vardı belli ki, birileri kalan yemeyi ona göndermişti. "Sevgili komşumuz Şule sana gönderdi bunları. Gelemediğin için çok üzüldü" dedi hiç de hoşnut olmayan bir sesle. Simya sonunda kendisini düşünen birileri olmasına az da olsa sevinmişti. Şule Hanım iki ev aşağılarında oturan bir kadındı. İyi kalpli biriydi en azından Simya'yı görünce iyi davranır, bahçesindeki çiçeklerden verirdi. Halası "Yiyeceksen yede yukarı odana çık" diye azarlayan bir ses tonuyla konuştu, bu onun her zamanki ses tonuydu aslında. Ama bu sefer daha agresif duruyordu.
Birkaç kurabiye ve börek alarak odasına çıktı. Ahşap merdivende eniştesiyle karşılaştı ama Kemal enişte her zamanki suratsızlığı ile dönüp yüzüne bile bakmadı. Daha odasına ulaşamadan halasının Simya diye ciyaklamasını duydu. Sanki kuyruğuna basılmış kedi gibiydi. Tabağı bırakıp tekrardan aşağı indi. Bade'nin yüzünde korkunç bir ifade vardı.
"Bak küçük hanım bir şey demeyeyim diyorum ama olmuyor. Sürekli senin hakkında şikayet almaktan bıktım."
Simya ne olduğunu sormak için ağzını açacaktı ama halası gene bağırdı. "Sus sesini bile duymak istemiyorum. Bak bu akşam senin yüzünden rezil olduk. Şule hanıma yemeğe gitmiştik. Bir de kimi göreyim, Necati Bey ve eşi de oradaydı. Necati Bey kim biliyorsun sanırım"
Evet dercesine başını aşağı yukarı salladı Simya. Necati Bey koca göbekli, insanlara laf söylemekten hoşnut bir adamdı. Ve okuldaki zorba Faruk'un babasıydı. Bu çocuğun kime çektiğini biliyorum diye düşündü. Halası susmuyordu. "Necati Bey'in oğlu bana ne söyledi dersin? Hayvanlarla konuşuyormuşsun. Hemde insanlara da duydunuz mu diye soruyormuşsun. Birde arkadaşlarının kafalarına tebeşir atmışsın. Ne kadar utandığımı tahmin bile edemezsin" dedi.
Bade hala hiç nefes almadan konuşuyordu. Boğulacak gibi morarmaya başlamıştı ama Simya bunun sinirinden mi yoksa hızlı konuşmaktan mı olduğunu kestiremiyordu. "Biraz sakin" dedi Kemal Enişte açık pencereden karanlığa bakarak "Gecenin körü oldu"
Simya bir süre dinledikten sonra "Hala" diye bağırarak sözünü kesti. "Ben kimseye tebeşir falan atmadım. Hem o hayvanlar zaten konuşuyor..." daha sözü bitmemişti ki halası gene cırlamaya başladı.
"Gece gece elimden bir kaza çıkacak" diye bağırdı ayağındaki topukluları birer köşeye fırlatarak "Seni uyarıyorum, senin ne kadar tuhaf bir kız olduğunu ikimizde biliyoruz. Eğer bir daha böyle bir şey olursa seni okuldan alır, işe veririm"
Bu tehditlere karnı toktu Simya'nın. Zaten her seferinde aynı şeyleri duyuyordu. Umursamaz bir şekilde dinlediğini fark eden Bade tehditlerini biraz daha arttırmaya başladı. "Demek yapabileceğime inanmıyorsun. Peki, o zaman küçük hanım. Yarın gelip seni okuldan alayım da gör o zaman. Senin velin olduğum için her şeye hakkım var"