Aras tarafından göz açıp kapayıncaya kadar bir ağacın arkasına çekilince istemsizce diğerlerine dikmiştim gözlerimi. Kaçmaya devam eden 2 kız ve 1 oğlanın üzerine atlayıp boyunlarından ısırarak öldürdükten sonra yavaşça ateşe doğru yürümeye başlayan kırmızı çizgili kaplan dik dik ateşe bakarken korkudan oldukları yerde kaskatı kesilen çocukların nefes dahi almadıklarını fark etmiştim. Bazıları yere çökmüş, bazıları kaçacakken yere düşmüş ve kaplanın dikkatini çekmemek için gözlerini dahi kırpmadan hareketsizce yerde bekliyorlardı.
Yerde yatan üç bedene baktım bu sefer. Bu boyutlardaki bir kaplanın çene gücünün küçümsenmemesi gerektiğini hatırlatırcasına çocukların kırılmış omurgaları dışarıya çıkmıştı ve etraflarında hızla büyümeye devam eden bir kan göleti vardı.
Aç olmadıklarında canlılara zarar vermeyen etçil hayvanlar olan kaplanlar, ağaçlara tırmanabilirler ve kaçarsak kolaylıkla bize yetişip öldürebilirdi. İçgüdüsel olarak kovalama eğilimleri yüzünden kaçarsak hiçbir şansımız olmayacaktı ancak sessizce beklersek bizim zararsız olduğumuzu fark ederek buradan gidebilirdi. Yerdeki üç çocuğa baktığımda onları yemediğini fark ettim. Aç değildi ama öldürmüştü. Nedenini tam anlayamasam da sebebini kaçmalarına bağladım.
Kaplan ise birkaç kez ateşi koklayıp ağzına bulaşmış olan kanı yaladıktan sonra bir anda o altın sarısı gözleri bana dönmüştü. Korkuyla olduğum yerde kilitlenip kalırken kaplan bana burnunu kırıştırarak dişlerini gösterdikten sonra karanlık ormanın derinliklerine koşup gözden kaybolmuştu.
Elimi hızla atmaya devam eden kalbimin üzerine koyup ağaca yaslandıktan sonra Aras'a baktım. Korkmuş gibi değil de, bir şeyleri içinde çözmeye çalışıyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde. Sonra da ağacın arkasından çıkıp ateşe yaklaştı ve bir süre dik dik ateşi izledi.
Herkes saklandığı ağacın arkasından çıkarken bazıları baygınlık geçiren kızları ayıltmaya çalışıyordu. Kimisi yere çökmüş derin nefeslerle sakinleşmeye çalışırken, kimisi de donuk bir ifadeyle zemine bakıyordu. Herkese bir travma etkisi bırakan bu olay hakkında kimse tek kelime bile etmemişti.
Gözlerim az önce ateşin başında duran Aras'ı ararken onu görememenin verdiği hafif şaşkınlıkla etrafa bakınmıştım, ancak görüş alanımda değildi. Nasılsa çıkar ortaya diyerek yerde oturmuş derin nefesler almaya çalışan ve muhtemelen panik atak geçiren bir kızın yanına gittim ve onu sakinleştirmeye çalıştım. Belki onlar da hayatları boyunca o odada tıkılı kalmışlar ve vahşi hayatın nasıl bir şey olduğunu unutmuşlardı. Bunu bilemezdim tabiki, ama ben bundan çok daha kötülerini 5 yaşında küçük bir çocukken her gün görüyordum. Alnından vurulan adamlar, ölen çocuklar, beyni gözlerimin önünde paramparça olan insanlar, savaşa rağmen ölen annesi başında ağlayan küçük yaralı bedenler...
Alıştığım için artık tüm bu olanlar beni o kadar da etkilemiyordu. 5 yaşındaki küçük bir çocuğu ölüme alıştırmışlardı...
Kızın daha iyi olduğuna kanaat getirince yerde kanlar içinde yatan 3 bedenin yanına gittim. Nabızlarına bakmaya gerek yoktu, çünkü omurgalarından itibaren boyunları püreye dönmüştü ve onlar için yapılabilecek en iyi şey, bedenlerini gömmek olurdu ancak bu, şu anda mümkün görünmüyordu. Görünüşe göre burada kamp kurmak düşündüğümüzden daha tehlikeliydi ve buna rağmen burada durmamız pek mantıklı olmazdı.
O sırada yerde yüz üstü yatan kız cesedinin kolu dikkatimi çekti. Merkezdeki iğneler yüzünden hepimizin dirseklerinin iç kısmında kalıcı morluklar oluşmuştu ve bunlar, iyileşmesi oldukça zaman isteyen morluklardandı. Ancak bu kızın kolunda değil morluk, iğne izleri bile göremiyordum. Diğer cesetlerin de kollarına baktığımda aynı manzarayla karşılaşmıştım.
O sırada Aras ağaçların arasından çıkınca, cesetleri incelemeyi bırakarak ona yöneldim. Elinde eski ıslak bir battaniye gibi bir şeyle ateşe doğru yürüyordu. Elindeki ıslak battaniyeyi ateşin üzerine örttüğünde çıkan "coss" benzeri bir sesle birlikte ateş hiç duman çıkarmadan sönünce herkesin odağı burası oldu.
"Burada daha fazla kalamayız. Kurtulan herkesin şu anda burada olduğunu farz ediyorum. Merkez yakalayamasa bile bu gidişle ormandaki hayvanlara yem olacağız." dediğinde herkes az önceki olayın şokuyla ses çıkarmadan bizi takip ederken önden giden Aras'ın yanına gittim.
"Nereye gidiyoruz?" diye sorduğumda bana çevirmeden ileriye diktiği gece mavisi gözlerine baktım.
"Batıya. Ormanın sonunda bir kasaba olmalı. Bir süre orada dinlenip tekrar yola çıkarız. Harita bulmamız gerekiyor. Güvenli bir bölge bulunca rotamızı değiştirip oraya gideceğiz." dediği şeye kafamı salladım.
"Peki ya kasaba yoksa?" dedim. Aslında kasaba vardı ama ihtimaller üzerine yola çıkamayacak kadar kendime güvenmiyordum. Aslında ben kimseye güvenmiyordum ya neyse.
"Var." dedi kesin bir dille. "Küçükken gitmiştik babamla, çok net hatırlıyorum." dediğinde başımı salladım.
"Ama nereden baksan 10 kilometre var. Sabaha anca orada oluruz." dedim düşünceli bir ifadeyle. Zaten sabah yolculuk yapmak merkez açısından tehlikeli, gece yolculuk yapmak da vahşi hayvanlar nedeniyle tehlikeliydi. Her iki yolla da ölebileceğimiz için vahşi hayvanları seçerek gece yolculuğunu seçmiştim, çünkü hayvanların saldırıp saldırmayacakları kesin değildi, ama merkez bizi gördüğü yerde kafamıza sıkardı.
Bakışlarımı Aras'ın yüzüne çıkardığımda dimdik ileri baktığını gördüm, ama o oldukça düşüneli görünüyordu. İç sesiyle olan çatışması, mavi gözlerinden okunuyordu.
"Ne düşünüyorsun?" dediğimde dudaklarını birbirine bastırıp kaşlarını çatmıştı.
"İsyan ediyorlar." dedi sadece benim duyabileceğim bir sesle. "Şimdiden bize karşı çıkmaya başlayanlar var."
Hiç dikkat etmemiştim buna. İlgim hep ilerisi olmuştu. Ne yapacağımız, ve yaptığımız şeylerin sonuçlarını düşünmekten yanımdaki tehlikeyi görememiştim. Eğer bize karşı cephe alırlarsa, işler çok daha kötü olacaktı.
Bize isyan etmeleri başlı başına bir saçmalıktı. Onları kurtaran bizdik ancak başımıza gelenler, onlara keşke hiç kaçmasaydık dedirtmiş olabilirdi. Ya da bizim onları bir tuzağa çektiğimizi düşünmeye başlıyor, veya bunun merkezin bir oyunu olduğunu da düşünüyor olabilirlerdi. Bu yüzden onlara da hak vermiyor değildim.
"Ne yapacağız?" diye sordum direk olarak. Açıkçası benim aklıma hiçbir şey gelmiyordu, ve o bana göre daha ince düşünüp gözlemleyebiliyordu.
"Şimdilik bir sorun olacağını düşünmüyorum, çünkü kaçmak için bize ihtiyaçları var. Ama eğer olay büyürse ben el atarım. Bir sorun olduğunu düşündüğün an bana söyle, tamam mı?" dedi ileriye dönük mavi gözlerini bana dikerken. Sadece başımı sallayarak onayladım onu. Aklında bir şeyler vardı ama ne olduğunu tam kestiremiyordum.
Arkamı dönüp ay ışığında bizi takip eden bedenlere baktım kısaca. Zaten ormanda nemden dolayı hafif bir sis vardı ve bu görüşümüzü kısıtlıyordu. Ayrıca 48 kişi kalmıştık ve yolculuk oldukça zor olacaktı. Özellikle kasabada bu şekilde büyük bir grup olarak gezersek, ilgi toplardık ve bu bizim açımızdan felaketle sonuçlanırdı.
Yine de aklım sürekli Aras'ın söylediklerine kayıyordu. Belli bir gruplaşma varsa ve bu durum, isyana doğru gidiyorsa iyi olmazdı. Merkez ve avcılar yetmiyormuş gibi bir de arkamızdaki 48 kişilik grubu da kendimize düşman edemezdik. Bu hem onların, hem de bizim sonumuz olurdu.
Bu düşüncelerle birlikte sabaha kadar hiç durmadan yürümüştük ve yorgunluktan ölüyorduk. En azından merkezde iyi bir uyku çekmiştim ve giydiğim spor ayakkabılarım da oldukça rahattı. Diğerlerine oranla daha az yorgun olsam da başta hafif olan çantam, yavaş yavaş ağırlaşıyor gibi hissediyordum. Yorgunluk üzerime binmişti sanki.
Güneş doğarken ormanın sonuna gelmiştik ve 10 dakikalık bir yürüme mesafesindeki küçük kasabayı görebiliyorduk. Ama hepimiz vasat durumda olduğumuz için ormanın kenarında kamp kurarak etrafa yayılmıştık. Ben de bir ağacın kenarına kıvrılıp diğerleri gibi uyumaya başladım, ki bu sefer uyumam hiç de zaman almamıştı.