Yazarın Anlatımıyla
Sabahın ışıklarına dek Halil İbrahim, gözünü bir an bile Selvi'nin üzerinden ayırmadı. Kafası karışmışken, kalbi Selvi diye böğürüyordu resmen. Aklı ve kalbi arasında sıkışmış, bir çıkar yola ulaşamamıştı. Ne yapacağı konusunda henüz bir karara varamamıştı.
Çünkü Selvi, gece boyunca acı acı inlemiş, bir tek Defne'nin adını dilinden düşürmemişti. İmkanı olsa Defne'yi arayıp bulacak, Selvi'ye getirecekti. Yeterki daha fazla üzülmesin diye...
Selvi, yüksek ateşten yanarken ara ara gözlerini açmış, Halil İbrahim'i puslu bir şekilde görmüştü. Aklı, gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu ayırt edecek kadar yerinde değildi.
Gecenin köründe ateşi tekrar yükselmiş, üşüyorum diyerek üstünü örtmeye çalışmıştı. Bunu engellemeye çalışan Halil İbrahim'in yüreği burkulmuş, içi yanarak kızın üstünü örtmesine engel olmuştu. Halbuki Selvi'yi sarıp sarmalamak, onu ısıtmak için neler vermezdi...
Bu kez de Selvi yatakta bükülmüş, Halil İbrahim'in kucağına bir kedi gibi kıvrılıp sokulmuştu. Onun tenindeki sıcaklık ile ısınmaya çalışıyor, ateş yüzünden titreyen bedenine bir çare arıyordu. Halil İbrahim'in beline sarılmış, dizlerine başını koymuştu.
Bu ne yaman bir çelişkiydi Halil İbrahim için... Sarılmasını isterken, sarılmasına izin verememek... İçi kavrulurken, zorla Selvi'yi yerine yatırdı. Selvi zaten güçsüz ve zayıf bir kızdı. Zorlanması Halil İbrahim'in kendi nefsinden ve hissettiği duyguların yoğunluğundan kaynaklanıyordu...
Hemşireyi çağırmış, serumuna bir ateş düşürücü daha yapılmasını sağlamıştı. Selvi'nin ateşi sabaha karşı sonunda düşmüş, derin bir uykuya dalmıştı.
Halil İbrahim bir elini yüzüne yaslamış Selvi'yi izlerken, telefonu çalmaya başladı. Selvi'nin kaşları, sesi algılayıp uykusunu böleceğini belli eder gibi çatılınca, Halil İbrahim hızla telefonu açıp odanın dışına çıktı. Kapıyı kapatmadan önce son bir kez Selvi'ye baktı. Uyumaya devam ettiğini görünce, rahat bir nefes alarak konuşmaya başladı.
" Efendim abi ? " Arayan kişi, Mustafa abisiydi. Bu adam da iyiydi hoştu ama, gamsızın önde gideniydi. Varsa yoksa eşi ve çocuklarıydı. Sadece onlarla ilgilenirdi. Ne köyün işleriyle, ne de evdekilerle muhatap olmazdı pek. Şu an araması şaşırtıcıydı.
...
" Hastanedeyiz abi. Annem de benimle. "
...
" Selvi'yi getirmek için geldik zaten abi. Kaçmadı yani ! "
....
" Doktor görecekmiş bir saat sonra. Ona göre ya çıkacak ya da yatış yapacaklarmış. Hele belli değil... " Aslında merak eden Cafer ağaydı. Ne gece ne de gündüz, eşi Hatice Hanımı görememişti.
Fırsatını bulunca da, oynaş tuttuğu kadınlardan birini koynuna almış, karısının yokluğunda yataklarını kirletmişti. Bunu ilk kez de yapmıyordu üstelik. Hatice Hanım farkında olmasa bile, yıllardır aldatılıyordu... Sabah da sanki tüm gece endişelenmiş gibi numara yapıp, oğlu Mustafa'nın binde bir denk gelen korku duygusuna kapılmasını sağlamıştı.
...
" Tamaaaammm. Haber veririm abi. Selam söyle herkese... " diyerek telefonu kapattı. Konuşma boyunca babasının arkadan söylenmeleri kesilmemişti. Selvi hakkında kötü konuşan kimseye tahammülü yoktu.
İlk kez sevdalanmış yüreği pır pır ederken, bunun sevincini bile yaşayamadan sıkıntısını yaşayıp duruyordu. Yine de Selvi'nin yüzüne baktığı her an, içindeki sıkıntılar susuyor, tatlı bir huzur, içine çörekleniyordu.
Odaya dönmeden önce bir de annesini aradı. Gece geldim demiş, sonra da bir şey dememişti. Telefon açılınca abisi Ömer'i sordu.
" Sorma oğul sorma ! Üçünüzü de ben doğurdum. Hepiniz bambaşka olup çıktınız ! Abin gamsız deve kuşu ! Kafasını gömüyor odasına. Varsa yoksa karısı ! Olsun tabii de, biz de ailesi değil miyiz ?
Ömer desen o kime çekti Allah bilir ! Ne karı kızı bitiyor, ne içkisi, ne kumarı ! Hele geldiğimde evin halini göreydin Halil'imm ! Her yerde içki şişeleri, kadın donları... Bu çocuk kime çekti de böyle oldu, geceden beri sorup duruyorum kendime !
Neyse ki Allah seni bana verdi de, bir sende teselli buluyorum oğlum ! Güya en küçük oğlum sensin ama hepsine de sen abilik ediyorsun. Allah senden razı olsun. " Derin bir nefes verip, sinirini yok saymaya çalıştı. Aklını meşgul eden diğer konuya döndü hemen.
" Selvi nasıl oldu ? Yazık yavrucak kaşık kadar kaldı. O analığına göstereceğim ben. Bakayım benim müstakbel gelinime nasıl el kaldırır da, soğuk sulara atar ! Adımızı şanımızı yere düşürür ! "
Hatice Hanım sinir ve öfkeyle bir konuşmuş, pir konuşmuştu. Mustafa kime çekmişti bilinmez ama, Ömer tıpkı babasının gençliğiydi. Zaten Cafer ağa da bunun farkında olduğu için ellemiyordu oğlanı.
' Ben büyüyünce düzeldim. Elbet o da düzelir ' kendinin düzeldiğine inandığı düşünceleri, dün geceyi yok sayıyordu. ' O da ağalığın şanındandır ! Erkek adam değil miyim ? Elim kiri olur neticede ! ' Bu iğrenç düşünceleri de, kendini haklı ve masum saymasına neden oluyordu.
Halil İbrahim anasına çeken tek evlattı. Keza Fidan da, fitne fesatlıkta adeta öncülük edecek kadar kötüydü...
" İyi sayılır ana. Ne diyeyim. Ateşi düştü işte birazdan doktor gelip bakacak. Ya çıkaracak ya da yatıracakmış. Sen bekleyecek misin yoksa gelecek misin ? "
Hatice Hanım sıkıntıyla ofladı. Bütün gece oğlu eve gelmemişti. Görmeden, iyi olduğunu bilmeden gitmek istemiyordu. " Ömer gelmedi hele. Bir gelsin de, olmadı ben sonra dönerim köye. Tek Selvi iyi olsun da oğlum, aman diyeyim. Ne gerekiyorsa yapsın doktorlar. "
Halil İbrahim annesini onaylayıp telefonu kapattı. Odaya girdiğinde Selvi de gözlerini açmaya başladı. Nerede olduğunu düşündüğü sırada, Halil İbrahim'i gören baygın bakışları, çakmak çakmak yanmaya başladı.
" Korkma. Hastaneye geldik. Gece çok ateşin çıkmıştı. " Halil İbrahim, Selvi'den önce davranmış durumu açıklamıştı.
Selvi'nin bütün kemikleri ağrıyor, etleri sızlıyordu. Buna rağmen güçlü duruşunu kuşanıp kaşlarını çattı. " Neden korkacak mışım ? Çocuk muyum ben ? "
Halil İbrahim Selvi'nin en çok bu halini seviyordu. Güçlü, omuzları ve başı dik, sözleriyle ve bakışlarıyla meydan okuyan haline vurulmuştu ilk başta. Hala bu haline vurulurken, içi eriyordu sanki.
" Hele 18 yaşına gelmeyenler çocuk sayılıyor ya boncuk göz ! " Sonda ettiği iki kelime, ilk kez Selvi'nin yüreğine dokundu. Halil İbrahim herkesten farklı olanı derken, herkes gibi kara kız demeye başlamıştı. Şimdi yeniden boncuk göz deyişi, boncuk gözlerini titretti.
Bakışları Halil İbrahim'in üzerinde kalmış, cevap verememişti. Hem haklıydı sözlerinde, hem de bir dahaki sefere kara kız derse diye endişelenmişti.
Halil İbrahim, üzerindeki bakışlardan utanmıştı. Utanma duygusunu ilk kez yaşadığı an, bu andı. Sevdiği kızın gözleri ona sabitlenmiş bakarken, hiç utanıyor gibi görünmüyordu.
Oysa Selvi şaşkındı. Bu adam onda bir sürü duyguyu açığa çıkarmıştı. Önce öfkelenmişti. Sonra onunla atışmak hoşuna gitmişti. İlk kez birinin yanında ağlamış, bu adamdan çekinmeden sesli sesli ağlamaktan çekinmemişti.
Ona kırılmıştı. Ona küsmüştü. Gönlünü almasını ummuştu. Sırtını bir ona açmış, zarar vermez diye de hala tanımadığı bu adama güvenmeyi seçmişti. Şimdi de bir boncuk göz deyişiyle, bam teline dokunmuştu sanki.
Halil İbrahim gülümsemesini daha fazla tutamadı. Sevdiği kızın büyülenmiş gibi attığı bakışlar, kalbini tam ortasından vurmuş, bu anlar oldukça hoşuna gitmişti.
" Vuruldun mu bana yoksa boncuk göz ? Zaten evleneceğiz. O yüzden vurulabilirsin sıkıntı yok ! " Sözleri eden kendisi olmasına rağmen, kendi kalbi ağzında atıyor, sesini titretmek için elinden geldiğinde hızlı çarpıyordu. 20 yaşındaydı ama gönlü ilk kez bu denli coşuyordu...
Aynı etkileri Selvi'ye de hissettiren bu sözler, etkisini göstermeye başladı. Boncuk gözleri irice açılırken, yanakları da hızla kızarmaya başladı. İçinden sorguladığı sırada, cevabı kendi aklı ya da kalbinden değil, Halil İbrahim'in ağzından duymuştu.
Böyle bir şey mümkün değildi ! Ne vurulmasıydı ? Kim vuruluyordu ? Öyle bir şey yoktu ! Okuyup avukat olacaktı o !
İçinden hırsla ve yüksek seslerle kendine bağırıyor, düşüncelerini hızlanan kalbine ve beynine empoze etmeye çalışıyordu.
Sinirlendi. Fark ettiği şeyler hiç hoşuna gitmemişti çünkü. Kaşlarını çatıp cevap verecekti. Çünkü Halil İbrahim en güzel gülümsemesiyle ona bakıyordu. Üstelik yanağında, üst seyrek sakallarının arasında olmasına rağmen, fazlaca belli olan bir de gamzesi vardı ! Neden görmüştü ki o gamzeyi !
Ağzını açtığı an, odanın da kapısı aynı anda açıldı. " Buradaki hastamız dün acilden giriş yaptı. İlk geldiğinde ateşi 40.7'ydi hocam. Gece boyunca damardan antibiyotik ve ateş düşürücü verdik.
Şu an da ateşiiii... 38.1 derece. Yatış verelim mi yoksa çıkacak mı ? " Gelen hemşire hasta dosyasından geçmişi okumuş, şimdi ki ateşini de ölçmüştü.
" Aç bakalım ağzını küçük hanım ! " Doktor elindeki çubukla diline bastırmış, boğazına bakıyordu. Gördüğü görüntü başını sallamasını sağladı.
" Üst solunum yolları enfeksiyon kapmış. Bademcikleri şişmiş. Ateşe sebep olan da bu. Ben reçetesini yazayım. Hemşire hanımla gönderirim. Sonra çıkış yapabilirsiniz. Geçmiş olsun ! " diyerek, peşindeki iki hemşireyle birlikte odadan çıktı.
Halil İbrahim odadaki eşyaları toparlarken, üzerindeki elbiseye baktı. Dün gece bunu giymediğinden emindi. Oysa şu an üzerinde farklı bir elbise vardı. Bakışları hemen yanındaki komodinin üzerindeki eşyaları toplayan Halil İbrahim'e kaydı.
Yumruk yaptığı elini, var gücüyle Halil İbrahim'in omzuna indirdi. Şaşıran Halil İbrahim, bakışlarını Selvi'ye dikti. Gözleri alev alevdi. Oldukça sinirli bakarken bile, çok güzeldi.
" Sen nasıl değiştirirsin benim üstümü ? " Yanında ondan başka kimseyi görmeyişi, aklına başka birini getirmemişti. Halil İbrahim alınmış gibi bir hale büründü.
" Aşk olsun ama ! İnsan müstakbel kocasına vurur mu ? İleri de sen de benim üzerimi değiştirirsin, ödeşiriz olmaz mı ? "
Selvi şok olmuştu. Nasıl da arsız bir adamdı bu ? Bir kez daha vurdu aynı yere. Halil İbrahim işini bırakmış, sedyenin boşluk yerine oturmuştu. " Kız Allah yakar haa ! Kocaya vurulur mu ? "
Hala sinirli olan Selvi'nin gözleri dolacaktı nerdeyse. Hırsla bir kez daha vuracağı sırada, Halil İbrahim bileğini havada yakalayıp onu kendine çekti.
" Ben öyle bir adam değilim Selvi. Aklına yaz bunu. Sen gelmedikçe, istemedikçe, yaşın reşit olmadıkça; ne elim, ne de gözüm değmez sana...
Annem de buradaydı. Gece yatıracakları zaman, o değiştirmiş üstünü. Bana inanmıyorsan, istersen arayayım annemi, sen sor öğren. "
Selvi tek bir cümle dışında, hiç bir şeyi duymamıştı. " Sahi mi ? Sahiden ben istemediğim sürece dokunmaz mısın bana ? "
Fırat'tan o kadar canı yanmıştı ki, karşısındaki bu adamı da, diğer bütün erkekleri de aynı kefeye koymuştu. Hiç bir erkeğe güvenmeyişi, Fırat'ın yüzündendi. Melek yüzlü şeytandan başka biri değildi Fırat. Yıllardır yaşadığı korku, yediği dayaklardan daha korkunçtu...
Hala Selvi'nin bileğini tutan eli ateşlerdeydi. Bedeni ve nefsi her şekilde Selvi'yi istese de, gururu ve karakteri, onun isteklerinin ve yaşının farkındaydı. İstemeyen kimseye el sürecek kadar haysiyetsiz bir adam değildi Halil İbrahim.
" Sahi tabi ? İstersen yemin edeyim ! Söz vereyim ? Nasıl inanacaksan söyle onu yapayım. "
Selvi, bunların blöf ya da kandırmaca olup olmadığını anlamak için, bir kez daha diretti. " Hepsini yaparsan, anca öyle inanırım ! "
Halil ibrahim Selvi'nin gözlerini ve yüz ifadesini dikkatle inceledi. Buna inanmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu fark etti. Derin bir nefes aldı. Tuttuğu bileğin iç kısmını baş parmağıyla okşayarak nabzını hızlandırdığından habersizce, çelimsiz bir gülümseme kondurdu dudaklarına.
" Söz veriyorum. Sen isteyene kadar, sana el sürmeyeceğim. Evlendiğimizde bile, sen bana adım atana kadar sana dokunmayacağım. Yemin ederim ! Oldu mu bonc... "
Selvi inanmıştı. Hem söz vermiş, hem de yemin etmişti. Üstelik bir de evlensek bile ben istemediğim sürece bana dokunmayacağını demişti. İçindeki coşkuya boyun eğerek teslim olmuş, Halil İbrahim'in boynuna atlamıştı.
İlk kez birine güvenmişti. Defne haricinde. Bu hayatta artık onun için değerli, 3 kişi vardı. Biri Defne, diğeri atı Kara, son olarak da nişanlısı Halil İbrahim'di...
Halil İbrahim donmuş, ne yapacağını bilemiyordu. Bedeni donsa da, kalbinin atışları Selvi'nin göğsünden bile hissedilecek kadar güçlüydü.
Ellerini kızın beline koyacağı sırada, az önce ettiği yemin geldi aklına. Koca bir küfür etti kendine o sırada.
Selvi sarıldığı göğse sinmiş, yorgun ruhunu dinlendiriyordu. Tek olmak, yalnız başına çabalamak yoruyordu. Şimdi güvendiği bir adam olmuştu. Artık yalnız değildi. Defne gelene kadar bu adama güvenebilirdi...
" Eeee kim dokunuyor şimdi ? Yemini veren benim ama, temas eden de sensin boncuk göz ? Namusuma mı göz koydun yoksa ? "
Halil İbrahim, bu sarılışı sonlandırmak zorundaydı. Ziraa duyguları bedenini ele geçirmek üzereydi. Daha fazla sürerse bu sarılma, daha ilk dakikadan yeminini bozabilirdi.
Selvi duyduğu cümlelerle çok utanmış, kendine kızarak geri çekilmişti. " Valla ben de sen istemezsen dokunmam. Özür dilerim. Bir an çok sevinince, tutamadım kendimi... "
Halil İbrahim Selvi'nin çenesine parmaklarını koyup başını kaldırdı. " Sen istediğin her an dokunabilirsin boncuk göz. Neticede kimse Kara ağaya karşı koyamaz. Bak, sen de bana çekildin işte ! Allah da sizi benimle sınıyor işte, ama sana helal olacağım sonuçta. O yüzden bir sana serbest ! " cümleleri bittiğinde bir göz kırpması, son noktaydı.
Bir teselli ya da, utanma falan demesini bekleyen Selvi, duyduğu cümlelerle güldü. Kibirli cümleleri sadece Selvi'yi güldürmek isteyişindendi. Bunu ikisi de fark etmişti. Gülerek Halil İbrahim'in omzuna bir yumruk vurdu.
" Çok kötüsün ama sen yaaaa ! "
İlk kez... Selvi hayatında ilk kez mutlu olduğunu, gülerken ilk kez bu kadar sahici olduğunu hissetmişti. Neyse ki, Halil İbrahim iyi bir adamdı. Geçen sefer neden öyle kötü bir söz söylediğini de soracak, öğrenecekti.
Halil İbrahim de mutluydu. Ancak daha çok kendine kızgındı. Bir yemin etmişti. 3 sene düğün için bekleyecekti zaten. Yetmezmiş gibi bir de evlendikten sonra bile el sürmem demişti !
Kendine kızsa da, aslında içten içe biliyordu. Yemin etmeseydi bile, Selvi istemediği sürece ona dokunacak değildi...
.
.
.
.
.
.
.
Devam edecek...