Elif, üniversite kampüsünün en sessiz köşesinde, kütüphanenin arka tarafındaki bilgisayar laboratuvarında oturuyordu. Gece yarısına yaklaşmıştı. Ödev yapıyormuş gibi görünse de ekranda aslında yeni çıkan bir savaş oyunu açıktı. Kulaklığını taktı, derin bir nefes aldı ve “Başla” tuşuna bastı.
Oyun Osmanlı ordularını konu alıyordu. Kılıç sesleri, at nalı gürültüleri ve mehter marşı bilgisayarın hoparlörlerinden yükselirken Elif bir an için kendini fazlasıyla kaptırdı. Tam en kritik savaş sahnesinde ekran titredi. Kodlar bozuldu, renkler birbirine girdi. Elif geri çekilmeye çalıştı ama klavye ve ekran bir girdap gibi onu içine çekti.
Gözlerini açtığında sert bir toprağın üzerinde yatıyordu.
Etrafında ne kampüs vardı ne de bilgisayar. Yerini çadırlar, meşaleler ve zırhlı askerler almıştı. Hava barut ve duman kokuyordu. Elif korkuyla ayağa kalktı, üzerindeki modern kıyafetlere baktı. “Bu… bir rüya olmalı,” diye fısıldadı.
Tam o anda uzun cüppeli, beyaz sakallı bir adam yaklaştı. Elinde tuhaf sembollerle dolu bir asa vardı. Gözleri bilgece parlıyordu.
“Hoş geldin, zaman yolcusu,” dedi adam sakin bir sesle.
Elif donakaldı. “Siz… kimsiniz?”
“Ben Hâkimü’z-Zaman,” diye cevap verdi sihirbaz. “Bilgisayardaki demir kutundan bu çağa düşen ilk kişi sen değilsin ama en tehlikeli zamana geldin.”
Elif, Osmanlı ordusunun büyük bir savaşa hazırlandığını öğrendi. Oyun sandığı şey, aslında geçmişle açılan bir kapıydı. Sihirbaz, Elif’in modern dünyadan getirdiği bilgilerle tarihin akışını değiştirebileceğini ama bunun büyük bedelleri olacağını söyledi.
Elif şimdi bir seçim yapmak zorundaydı:
Geri dönüp her şeyi unutmak mı, yoksa Osmanlı’nın kaderinde rol oynayıp tarihin bir parçası olmak mı?
Rüzgâr çadırların arasında uğuldarken, Elif kaderinin artık sadece bir oyun olmadığını anladı…