SARP
O an zaman durdu sanki.
Kahretsin; hala çok, ama çok güzeldi Dila. Eskisinden bile daha güzeldi. Bu haldeyken bile…
Kendimi toparladım. “Ben Yüzbaşı-” dedim ama ismim boğazımda düğümlendi. Gözlerimi Dila’dan alamıyordum. Hızla gidip ellerini çözdüm. Gözleri üzerimdeydi, konuşmuyordu. İyi durumda değildi. Ayağa kaldırdım onu.
“Buradan gidiyoruz…”
Derken, birden bayılır gibi kollarıma düştü. Kollarımın arasında narin bedenini sıkıca yakaladım ve belinden kavradım onu. Yarı kapalı gözlerinin arasından bana baktı. On yıl sonra onu kollarımın arasına almak… Bir şey diyecek gibi ağzı aralandı ama gözleri kapandı.
“Siktir,” diye homurdandım. “Bayıldı.” Dila’yı kucağıma aldım.
“Çıkıyoruz!” diye keskin bir fısıltıyla emri verdim, göğsüme kapanan o sıcak, hafif bedeni kavrarken. Çenem kasıldı. Dila’nın kan, toz ama yasemin dolu kokusu burnuma dolarak eski yaramı yokladı.
Aybars ilk geçişte ileri süzüldü; Cem sağ kanadı aldı, Zey ve Pars solda kaldı. Efe geride, omzundaki dizüstüyle elektronik kapatmaları yapmakla meşguldü. Cemo, sırtındaki çantayı bir piknik sepeti taşır gibi savurdu, yüzünde her zamanki muzır sırıtışı vardı ve bir bana bir Dila’ya bana bakıyordu.
Dila’yı göğsümle kollarımın arasında sabitledim. Nabzı hızlıydı, nefesi kesik kesikti. Omzumu ona doğal bir yastık yaptım ve fazla sarsmamaya çalışarak yürüdüm.
Koridor dar, duvarlar rutubetliydi. Adım seslerimiz paslı bir hava gibi ağırdı. Bir köşeyi döndük… O anda botumun altından neredeyse duyulmayacak bir klik geldi.
“YAT!” diye patladı sesim.
Bedensel refleksle bir anda Dila’yı göğsüme daha da kapatıp geriye attım kendimi.
Kıyamet koptu sanki. Her yer aydınlandı. Alev dili gibi bir parlama, midemi sıkıştıran şok dalgası, kulaklarımda demir döven bir uğultu yükseldi. Ses kulaklarımı tırmaladı. Sıcak cehennem gibi aniden yakaladı bizi.
Taş sıvalar yüzümüzün önünden şarapnel parçaları gibi geçerken, alnım bir ıslaklıkla doldu. Dila’nın kafasını içgüdüsel olarak çenemin altına bastırdım.
Dumanı yutarken sesler geri geldi.
“Ula anam!” Cemo’nun sesi toz duman arasından görünür şekilde yükseldi sanki. “Yüzbaşım bir tık daha geç kalsak abartısız kebap olurduk ha!”
“Kes şamatayı Cemo,” dedi Cem kuru bir tonla, öksürürken. “Önümüzü kapatacaklar şimdi.”
Aybars yarı çömelmiş halde barut kokusunu içine çekti. “Sol tünelde adam var,” dedi. Zey, Pars’ın tasmasını gevşetip iki parmağıyla bekle hareketi yaptı; köpeğin kulakları tıkırdadı, gövdesi ok gibi gerildi.
“İleri,” diye bağırdım. “Etkinliği sürdür… Dila bende.”
Tozun arasından çıktıktan bir üç-dört adım sonra ilk seri ateş geldi. Kurşun çizgileri duvarda kızgın kıvılcımlar çıkardı. Bedenim Dila’nın üzerine bir kalkan gibi kapandı.
Cem hızla Bora-12 silahını doğrulttu. Ateş eden gölgenin kafasına sıktı. Adam çökmeden önce başı arkaya düştü ve sırt üstü yere yuvarlandı.
“Biri indi,” dedi Cem neredeyse sıkıntıdan esnermiş gibi. “İki kaldı.”
Sol yandan gelen nefes akışını Pars, boğuk havlamayla işaret etti. Zey bir hamlede köpeği bıraktı. Pars beyaz bir gölge gibi gölgelikten fırladı, örgüt üyesinin ön koluna asılıp ağırlığıyla yere yapıştırdı. Aybars hızla gidip örgüt üyesinin kafasına sıktı. “Kaldı bir…” diye mırıldandı.
Cemo omzumun üzerinden yine bana sırıtarak baktı.
“Ne var lan?” dedim öfkeyle ona dönüp.
“Hiiç!”
“Cemo,” dedim dişlerimi sıkarak, “bir daha sırıttığını görürsem bak seni zırh yeleğinle şu kirişe asarım.”
“Emredersiniz komutanım.”
Tüneller arasında hızla ilerlemeye devam ettik.
“Çıkış hattı,” dedi Efe, köhne bir maden haritası gibi duvara çizilmiş planı parmağıyla izlerken. “Sağdaki ana galeriye varırsak, yukarı tırmanacağız.”
“Devam,” dedim.
İkinci kavşağa girdiğimizde paslı maden arabalarıyla barikat kurmuşlardı. Demir dişli çarklar, sökülmüş ray parçaları, demir hurda ne varsa üst üste koyarak, yolumuzu tıkamışlardı.
“Bunların sayısı durmadan artıyor,” dedi Efe.
Aybars yumruklarını çıtlattı. “Bu set bize engel olamaz. Bir yumruğumla yıkarım.”
“Yumruğun dursun şimdi,” dedi Cemo. Çantasından C4 patlayıcıyı çıkardı ve zamanlayıcıya tıkladı.
Hepimiz koşturup koridoru döndük ve siper aldık.
Cemo yine sırıttı. Sinirimi bozuyordu bu herif.
“Ne güzel de dizmişler el arabalarını gördünüz mü yüzbaşım? Düğün konvoyu gibi, değil mi? E gelini de aldık.”
Herkes gülüştü. Zey, Dila’nın yanına gelip onu kontrol etti. “Solunum düzenli,” dedi, “Baygınlık bence şoka bağlı. Glikoz düşüklüğü de olası. Çıkınca serum bağlarım.”
Birden düzenek patladı. Toz duman birbirine karıştı.
“Devam!” dedim. Koştuk.
Dila kollarımda en ufak kıpırdanma bile yapmıyordu. Arada bir eğilip yüzüne bakıyordum. Pürüzsüz yüzü tozla kirlenmişti. Sonunda ana galeriye vardık. Birkaç basamak sonra madenden çıkabilirdik artık…
Bir anda galerinin üstünden üç gölge sıyrıldı.
“Siper al!” diye bağırdım ve anında Dila ile duvarın arkasına geçtim. Mermiler yağıyordu. Cem yan tarafta sürünerek daha iyi bir açıya geçti. “Bırakın bana,” dedi.
Hedefine konsantre olarak tek gözünü dürbüne dayadı. Üstüne tanımıyorum derken şaka yapmıyordum. Hedefi milimetrik olarak istediği yerinden vururdu. Böyle bir yetenek görmemiştim.
Adamların hepsini indirdi.
“Hey yavrum hey!” diye bağırdı Efe. “Helal Cem!”
“Helikopter dört dakika,” dedi Aybars. “Hadi!”
Yine de madenin ağzına varmamızla, dışarıdaki karaltılar hareketlendi. Girişte üç gözcü daha ve arkada yığılı kamyonetlerin gölgesinde iki kişi daha vardı.
Cemo “Hadi be,” diye mırıldandı, “Bitin artık orospu çocukları.”
Cem hedefleri tek tek tespite başladı. Sağ taraftaki gözcüyü alnının üstüne tek noktadan aldı. Aybars’da diğerini. Kamyonların oradaki herifler kaçmaya başlarken, Cemo elindeki duman bombalarını kamyonetlerin altına yuvarladı. Herifler öksürmeye başlarken Zey yanında Pars’la silahıyla o yöne hareketlendi.
Cemo koşarken bile gevezeliğini bırakmadı. “Komutanım,” diye seslendi, “Düğün Mardinde mi olur Şırnak mı? Dönünce düğün konvoyunu ben organize edeyim mi? Patlayıcılar benden. Ama bu sefer eğlence amaçlı!”
“Organize et,” dedim ona ters ters bakarak. “Ama mümkünse bir kenarda önce kendini havaya uçur.”
Zeynep kulaklıktan bir kahkaha attı. “Kaliteli espriydi yüzbaşım. Adamları temizledim.”
Hızla madenden ayrıldık. Helikopter iniş bölgesine koşarken sol yandaki kayalıklardan tekrar ateş açıldı.
“Yeter ama ha!” diye bağırdı Aybars.
Ateş yoğunlaştı. Cemo, bir kayalığın arkasına geçti ve mermilerini doldurdu. Gün ağarmak üzereydi. Gökten bir ışık yükseldi. Sonunda helikopter gelmişti. Gökyüzünden inen o beyaz koninin içinde toz ve taş parçaları uçuştu.
Dila’yı kucağımda daha sıkı kavradım. Bir mermi sol omzumun arkasından bir kayayı ısırıp geçti.
Zey bir refleksle elini uzatıp yanağımdaki kana baktı. “Yüzeysel,” dedi, bir sağlık memuru sakinliğinde, sonra kendi etrafında dönerek ateş hattından çıktı.
Cem’in sesi geldi. “Temiz!”
Helikopterin iniş takımı toprağa sürtündü; alt kapı açıldı. İçeriden iki halat sarktı. Aybars ilk halatı yakaladı.
“Cemo, dumanı sal abicim!”
Cemo duman bombasını bıraktı; maden ağzına doğru koyu bir perde daha serildi. Düşmanın görüşü kesildi. Biz halatlara doğru koşturduk.
İlk halata Cem tırmandı, ikinciye Aybars. Ardından Efe ve Zey tırmandı yukarı. Cemo ile bana sıra geldi. Dila’yı kucağımda tutarken halatı kavramak zordu. Dila’nın beline de kendi kemerimi bağladım ve bir ilmekle bedenimin önünde sabitledim. Sol kolumla onu tutarken sağ elimle halatı kavradım. Beden ağırlıklarımız tek gövde oldu.
“Yukarı!” Pilotun sesi geldi.
Yükselirken altımızdaki toprak toz duman içinde kaldı. Bir-iki kurşun helikopter gövdesinde tınladı.
Ben son adımda içeri girerken Dila’yı önce güverteye, sonra sedyeye bıraktım. Sedyenin kemerini Zey hızla kilitledi, oksijen maskesini Dila’nın kafasına geçirdi. “Solunumu iyi,” dedi. “Başına yumuşak destek.”
Helikopter yerden koptu; pervaneler madenin tozunu göğe savurdu. Aşağıda kalan karaltılar küçüldü, küçüldü, nokta oldu.
Operasyon başarılıydı, rehineyi kurtarmıştık.
“Temiz,” dedi Cem, omzundaki silahı indirdi. “Peşimize takılan yok.”
Cemo, derin bir oh çekti. Sonra başını eğip Dila’ya baktı. “Hanımefendi… uyanırsanız söyleyeceğim bir şey var,” dedi, şaka ile ciddiyet arasında bir çizgide. “Ama uyanmadan söylersem komik olmaz.”
Aybars kıkırdadı. “Şaka havuzuna düşer.”
Hepsi kıkırdadı.
“Geçin dalganızı geçin,” dedim öfkeyle. “Ben size yapacağımı bilirim.”
“Ne var yüzbaşım ya!” dedi Efe küçük bir çocuk edasıyla. “İki gülmeyek mi?”
Zey bana baktı; bakışı bir saniye ısındı. Sanki “Aferin,” demek ister gibiydi. Hayvanlara, doğaya, kadın- erkek eşitliğine çok önem verirdi. Zeynep benim için bir başkaydı. Eldivenini çıkarıp Dila’nın avuç içini nazikçe yokladı. “Refleks geri geliyor yüzbaşım.”
İşte o anda Dila’nın kirpikleri titredi. Göz kapakları ağır ağır aralandı. Mavi gözleri beni buldu…
Sanki helikopterin bütün gürültüsü bir anlığına suyun altına gömülmüş gibi sustu. Sadece nefesim ve onun nefesi kaldı. Dünya ikimizden ibaret oldu.
Gözlerimi kaçırmadım. İçimde bir yer, on yıl önceki o isteme gecesinden kalma siyah ve paslı bir çiviyi hala içimde taşıyordu. Ama yüz ifademi okumak mümkün değildi. Çelik gibi tuttum.
“İyi misin?” dedim sadece. Sesim bir emir gibi çıkmıştı; sanki ona komut veriyormuşum gibiydi. İyi ol, hayatta kal.
Dila kafasını salladı ve sedyede doğrularak bize baktı. “Ben… Hayat- hayatımı kurtardınız. Size nasıl teşekkür etsem bilemiuyorum.”
“Teşekküre gerek yok,” dedim. “Biz görevimizi yaptık.”
Dila bakışlarını bana çevirdi. Gözlerindeki ikilemden beni bir yerden tanıdığını ama çıkaramadığını anlayabiliyordum. Sonunda dayanamadı. “Siz?” dedi. Bakışları beğeniyle üzerimde dolaştı. “Sizinle daha önce karşılaşmış mıydık?”
Çehrem karardı ve bakışlarım çelik gibi üzerine kilitlendi. Tüm nefretimi toplayarak yüzüne baktım. Profesyonellik bitmişti; görevimi yerine getirmiştim. Bundan sonra Dila'ya olan davranışlarım tamamen kişisel olacaktı.
“Evet,” dedim dişlerimin arasından. “On yıl önce Mardin’de sizin konağınızda…”
Dila güldü. “Mümkün değil,” dedi. “Sizin gibi birini evimde görsem asla unutmazdım. İsminiz neydi?”
“Sarp,” dedim dişlerimin arasından. “Yüzbaşı Sarp Karadağ.”
İşte o an beni tanıyarak gözleri açıldı.