Narin' in anlatımı...
Eve önce bir gelinlik, ardından da yöresel bir elbise geldi. İkisi de göz alıcıydı ama benim için bu, hayatta yaşanabilecek en zor anlardan biriydi. O elbiseler, özgürlüğümün bedelini simgeliyordu. Kına yakılacaktı düğünden önce. Duyduğuma göre Zerda, olayları tiye alarak, "Madem kurban ediliyorum, kurban kınasız olur mu?" demişti. O, her zamanki gibi dilinin sivriliğiyle etrafındaki sessiz çığlıkları bastırıyordu. Zerda’ nın sesi çıkıyordu elbette. Lise mezunu bir ağa kızıydı. Eğitimli, ne istediğini bilen biriydi. Benim gibi cahil, içine kapanık bir kız değildi. Onun her sözünde, her adımında bir başkaldırı vardı.
Bense o başkaldırının yankılarında kaybolmuştum.
Kına gecesi yaklaştıkça evdeki gerginlik daha da artıyordu. Annem ve babam, kına sırasında Zerda ’nın avucuna konacak altını ayarlamaya uğraşıyorlardı. Sanki bu küçük detay, her şeyi yoluna koyacakmış gibi. Zerda ’nın öfkesi, sessiz isyanı ya da benim içimde büyüyen çaresizlik kimsenin umurunda değildi. Önemli olan geleneklerin düzgün bir şekilde yerine getirilmesiydi.
O sırada Dicle ’nin bakışları bedenimde birer ok gibi hissediliyordu. Bana nefretle bakıyordu. Gözleriyle konuşsa, "Senin suçun! Bu evlilik senin suçun!" diye haykıracaktı. Halbuki sanki ben bu evliliği istemiştim… Onun sevdiği adamla evlenmek zorunda bırakılırken, ben de bir köşede kendi yıkımımı yaşıyordum. Ablamın acısını anlıyordum, ama kimse benim de canımın yandığını fark etmiyordu. O bakışlar altında eziliyor, suçlu olmadığım halde suçluluk duyuyordum.
Kına için hazırlanmama komşular yardım etti. Yöresel kıyafeti üzerime geçirirken, bir yandan da sessizce bana talimatlar veriyorlardı: "Gözlerin yerde olsun. Sakın gülme. Zerda gibi diklenmeye kalkma." Herkesin bana öğüt verecek bir cümlesi vardı ama kimse içimde kopan fırtınaları görmüyordu.
Yöresel kıyafet ağırdı, nakışları tenime batıyor gibiydi. Başımı kaldırmadan aynaya baktım. Gördüğüm kişi bana ait değildi. Gözlerim, içimdeki sessiz çığlıkları saklamaya çalışan bir yabancıya aitti.
Kına gecesinde erkekler olmayacaktı. Kadınların ağıtları, türküleri, gülüşleri ve arada bir çıkan hıçkırıkları arasında kaybolacaktım. Zaten bu gece de, ertesi günkü düğün de benim değildi. Ben bu hikayede sadece bir figürandım. Zerda ’nın isyanı ise, herkesin kulak tıkadığı bir haykırıştı.
Kına töreni başlamıştı. Türküler, ağıtlar ve kadınların geleneklere bağlı hareketleri arasında, herkes kendini bir parça bu ritüelin içine kaptırmıştı. Kadınlar türkü söyleyip, kına yakılmasını izlerken, Zerda her zamanki gibi farklı bir şey yapacaktı, bunu hissettim. O hiç susmazdı, hiç boyun eğmezdi. Bu kadar sessiz durması bana bile garip geliyordu. Yani hakkında duyduklarım öyleydi. Pek tanıyorum sayılmazdı ama günlerdir gelen giden ondan bahsediyordu.
Zerda 'nın ellerine kına yakılmaya başlandı. Annem kınayı büyük bir özenle sürdü. Altını avucuna yerleştirdiği sırada, Zerda’ nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. O tebessüm bir meydan okuma gibiydi, ama kimse fark etmedi. Kadınlar, türkülerine devam etti. Zerda ise avucundaki kınaya bir süre baktı, sonra derin bir nefes alarak ellerini açtı. Kınalı elini alnına götürdü, avuç içindeki kınayı alnına sürdü. O an herkesin sesi kesildi.
Birden bire ortamda bir sessizlik oldu. Türküler sustu, kadınlar şaşkınlıkla birbirine baktı. Zerda 'nın bu hareketi geleneklerin dışında bir şeydi. Alnına sürdüğü kına, tıpkı bir savaşçının yüzüne sürdüğü boya gibiydi. Zerda 'nın gözlerinde bir kararlılık, bir isyan vardı.
"Madem kurban ediliyorum yakışanı budur. " dedi sakin ama kararlı bir sesle.
Kadınlar arasında bir uğultu yükseldi. Kimisi onu takdir eden, kimisi ise bu hareketi yadırgayan sözler fısıldadı. Annem donup kalmıştı. Elindeki kına kabı yere düştü, ama Zerda umursamadı. Yerinden kalktı, kınalı ellerini açarak etrafa baktı. Sanki oradaki herkese meydan okuyordu.
Dicle gözyaşları içinde koşarak dışarı çıktı. Zerda, onun ardından bir an baksa da hiçbir şey söylemedi. Ben ise orada, olduğum yerde kalakalmıştım. Zerda ’nın bu kadar cesur ve başına buyruk davranabilmesine hayran kalmış, ama aynı zamanda onun için endişelenmiştim. Çünkü biliyordum, bu hareketi ona pahalıya patlayacaktı. Abimin tersi kötüydü.
Zerda ise kına gecesinin kalanında kimseye aldırış etmeden oturdu. Kadınların bakışlarına, mırıldanmalarına, hatta annemin sessiz öfkesine bile aldırmadı. Annesinin gelip söylenmesini de takmadı. O an anladım ki, Zerda sadece bir kurban değil, aynı zamanda bir direnişin sembolüydü. Alnındaki kına, onun bu mücadelede taşıdığı sessiz bir bayraktı. Kimsenin silmesine izin vermedi. Bana da arada öfkeyle bakıyordu. Ama haklıydı. Beni sebep görüyordu bu evliliğe. Ablam bile gerçeği bildiği halde beni anlamazken onun anlamasını bekleyemezdim.
Benim de kınam yakıldı o gece. Ama ben hiçbir şey yapmadım. Sessizce oturdum, usulca avcumu açtım. Avucumun içine bırakılan kınayı ve üzerime kapanan elleri hissettim. Kadınlar türkü söylerken ben sadece kafamın içinde yankılanan sessizliği dinliyordum. Hayatım boyunca kurban olmaktan başka bir şey bilmiyordum. Hep bir fazlalık, hep bir gereksizlik. Evin ikinci kızıydım sonuçta.
Bir kız yeterdi. Fazlası yük demekti. Ama annem beni doğurmuştu işte. Babam hiçbir zaman bunu affetmedi. Beni o kadar sevmedi ki… Ne zaman ablam ya da abim bir şey istese, parası yoksa hemen beni öne sürerdi. "Narin' in boğazı, derdi, hastalığı duruyor mu ki paramız kalsın. " derdi. Sanki ben olmasam her istedikleri olacak, rahat yaşayacaklardı. Abillerimde, ablamda böyle büyüdü.
Babamın gözlerinde hep bir pişmanlık vardı. Sanki beni dünyaya getiren annemi suçluyor gibiydi. Annem sessizce boyun eğerdi. Beni susturur, babama karşı durmazdı. Ama ben her baktığımda onların sessiz yüzlerinden şunu anlardım: Eğer ben dünyaya gelmemiş olsaydım, belki biraz daha rahat yaşayacaklarına inanıyorlardı.
Kına gecesi boyunca kimse gözümün içine bakmadı. Zerda 'nın alnına sürdüğü kınayla yaptığı başkaldırıdan sonra herkesin bakışları hala onun üzerindeydi. Ben ise sadece oturuyordum. Kurbanlığımı kabullenmiş bir şekilde, sessiz, tepkisiz. Kınalı ellerime baktım. O kadar narin, o kadar güçsüzdüler ki. Ellerimi sıktım. O kınalı avuçlar, hiç kimsenin istemediği, sadece bir yük olarak görülen Narin 'in elleriydi.
Kınanın kokusu içime dolarken, o gecenin sessiz tanığı oldum. Zerda’ nın isyanı yankılanırken, ben kendi sessizliğimle baş başaydım. Zerda’ nın her hareketi, benim sessizliğimle bir tezat oluşturuyordu. O başkaldırıyordu; ben ise boyun eğiyordum. Ama belki de böyle olması gerekiyordu. Her hikayede bir direnişçi ve bir kabullenici vardı. Ve benim rolüm belliydi: Hayatı olduğu gibi kabul etmek.
Ellerime bakarken kendi kendime fısıldadım: "Ben zaten hayatım boyunca kurbandım."
Kına gecesi bitti. Herkes dağıldı, ev sessizliğe gömüldü. Annem ve babam yorgun bir şekilde odalarına çekilmişti. Ama ablam, odada bütün gece ağladı. Hıçkırıkları duvarlardan yankılanıyordu. O kadar derindi ki ağlaması, sadece kulaklarımı değil, kalbimi de delip geçiyordu.
Onun yanına gittim, belki bir teselli olurum diye. Ama ne diyeceğimi bilemedim. “Sakin ol.” desem, hangi söz sakinleştirebilirdi onu? Oturdum yatağının ucuna, usulca bekledim. O ise ağlamaktan yorulduğu anlarda bile laf sokmayı ihmal etmedi.
“Bu senin suçun Narin.” dedi, gözyaşları arasında titreyen bir sesle. “Hayatımda sevdiğim tek adamı aldın. Yetmedi mi hep benim olan her şeyi elimden almaların?”
Sessiz kaldım. Ne söyleyebilirdim ki? Beni suçlayan bakışlarını üzerimde hissettim. Sanki tüm bu olanları ben planlamışım gibi, sanki isteyerek hayatına bu darbeyi vurmuşum gibi… Halbuki hiçbir şeyin kontrolü bende değildi. Ben de onun kadar istemiyordum bu evliliği.
“Benim suçum değil.” dedim sonunda, sesim fısıltı gibi zayıftı. “Ben hiçbir şey istemedim. Kimse beni dinlemedi.”
Ama ablam susmadı. Gözyaşlarının arasına sinirini karıştırıp sözlerini acımasızca sıraladı. “Tabii tabii istemedin. Sen zaten hiçbir şeyi hak etmedin, hiçbir zaman. Ama işte, hak etmediğin her şeyi de aldın. Hayat hep senin için fazla adil oldu, Narin. ”
Yutkundum. O sözler, içimde zaten var olan yarayı kanatmıştı. Ama bunu ona belli edemezdim. Bir an sustu, yatağa dönüp sırtını bana verdi. Sessizlikte hıçkırıklarını dinlerken ne yapacağımı bilemedim. Yerimden kalkıp yatağıma döndüm.
Kendi yatağıma oturup avucumdaki kına izine baktım. Kınanın kokusu hala ellerimdeydi. Sessizce düşündüm. Ablamın haklı olduğunu hissediyordum bir yandan. Belki de gerçekten, benim varlığım onun mutsuzluğunun bir parçasıydı. Ama bu benim suçum muydu? Sessizlik, o gece beni teselli etmek yerine suçlamaya devam etti.
Ablam bütün gece ağladı. Ben ise sadece oturdum, kimseyi teselli edemeyen, hiçbir şeyi çözümleyemeyen Narin olarak.
Güneş köyün toprak damlarına vururken uyanmıştım. O an içimde bir düğüm vardı; geceden beri çözülmemişti. Bugün düğün günümdü, ama içimde ne bir heyecan ne de bir mutluluk vardı. Fırat ’la evlenmek istemiyordum, o da benimle evlenmek istemiyordu. İkimiz de bu düğüne zorlanmıştık. Acaba beni ne bekliyordu? Fırat bana nasıl davranacaktı?