O kapı sesini duyduğum anda bile yutkunamadım. Dudaklarım birbirine yapışmıştı, ağzımın içi çöl gibi kuruydu. Başımı kaldıracak halim yoktu ama kapının açıldığını fark ettim. Ayak sesleri... ağır, sert, kararlı. Kim olduğunu bilmeme gerek yoktu. Gelmesini istemediğim tek kişiydi. O gelmişti.
"Konuş artık!" dedi. Sesi tok ve sertti. Duydum ama tepki veremedim. Göz kapaklarım ağır, zihnim pusluydu. Gözlerimi kaldıracak dermanım yoktu. O anda içimden sadece bir şey geçiyordu: Su… Su verin bana… Onu bile sesli söyleyecek halim yoktu.
Sandalye gıcırdadı, bir şeyler söylendi ama hiçbirini anlayamadım. Sonra ayak sesleri uzaklaştı. Bitti sanmıştım. Her şey bitti sanmıştım. Ama döndü… Elinde bir kova sesini duyduğumda, yavaşça gözlerimi araladım. Ne yapacaktı?
"Al bakalım." dedi, alaycı bir öfkeyle. Ve bir anda o buz gibi su başımdan aşağıya döküldü.
Nefesim kesildi. Vücudum şokla titredi. Ama aklım sadece o suyun dudaklarıma, yüzüme, ağzıma değdiği andaydı. O an, içgüdüyle, rezilce, çaresizce ağzımı açtım. Akan suyu yutmaya çalıştım. Yalayıp emdim, boğazımdan aşağıya süzülen her damlaya şükrettim. Gözyaşı mıydı, yoksa suyun serinliği mi gözümden akan bilmiyorum ama içimde hala bir parça utanma kalmıştı.
O ise bir adım geriye çekilip beni izliyordu. Yüzüme baktı. Belki ilk kez, gerçekten baktı. Korkuyla değil, öfkeyle değil, şaşkınlıkla. Ne gördü bilmiyorum ama ben onun gözlerinde hala bir düşman gibi duruyordum.
"Sen... hala numara yapıyorsun utanmadan. " dedi soğukça.
Numara mı?
İnsan bir yudum su için suyu yalarken nasıl numara yapabilirdi ki? Sadece bir şey fısıldayabildim:
"Ben… hiçbir şey yapmadım…"
Ama o duymadı bile. Çekip gitti. Bu da bir tür işkenceydi anlamıştım.
Sorgu odasının duvarları üstüme üstüme geliyordu artık. Soğuk betonun içime işleyen keskinliğiyle titriyordum. Üzerime dökülen sudan kalan ıslaklık, vücudumda ince bir tabaka halinde donmuştu sanki. Dışarıda hava sıcaktı büyük ihtimalle ama sıcak buraya işlemiyordu. Ya da bana. Dişlerim birbirine vuruyordu ama korkudan değil. Çaresizlikten. Karanlığın içinde kıvrılmış beklerken, kapının tekrar açıldığını duydum. Bu defa ayak sesleri daha sertti.
O yine gelmişti.
Elindeki dosyayı masaya fırlatır gibi koydu. Aramızdaki masa değil, nefret duvarıydı.
“Kod adın ne senin?” diye sordu, gözlerini dikmiş, tıpkı bir hayvan avını izler gibi.
Yutkundum. Boğazım hala kuruydu. Ama o an içimde nedensiz bir direnç kabardı.
“Adım Yaren.” dedim. Sadece bu. Basit. Düz. Gerçek.
Gözlerinde bir öfke kabardı. Masaya doğru eğildi, yumruğunu bastı.
“Kimin kadını olduğun için verdiler bu kod adını sana? Konuş!” diye bağırdı. Salonda yankılanan sesi ciğerlerime kadar işledi.
Yutkundum tekrar. Gözlerimi kaçırmadım bu defa. Titrek ama kararlı sesle cevap verdim:
“Kod adım yok benim. Adım Yaren. Yaren Zeydan.”
Ve o an…
Yanağımda yanan bir alev gibi, sert bir tokat indi yüzüme. Başım yana savruldu. O tokadın sesi odada yankılanırken, ben burnumdan gelen sıcak kanın tadını aldım.
Kulağım çınlamaya başladı. Başım zonkluyordu.
Ardından bir tokat daha. Ve bir çığlık. Bu defa benden değil, sanki içimdeki masum çocuktan geldi o çığlık. Gözlerimin önünde kısa bir an: annem, çocukluğum, okul çantam… Hepsi birer hayal gibi gelip geçti.
Ve ben, o ikinci tokatta hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmayacağını anladım.
“Senin yüzünden üç şehit verdim.” dedi dişlerinin arasından. “Konuşman ölümünü acısız yaşamanı sağlar.”
Nefesim kesildi. Ama içimde hala bir umut, bir sığınma noktası vardı.
“Ben hiçbir şey yapmadım. Ben sadece kendimi kurtarmaya çalışıyordum.” dedim.
Sesim çatallandı, gözümün kenarından bir damla yaş aktı. Ama ağlamaktan değil. Haksızlıktan. Bu dünyada adalet olmadığını kabullenmekten.
Doğruyu söylüyordum ama beni sürüye sürüye getiren bu adamın bana inanmak gibi bir niyeti yoktu. Beni tanımıyordu bile. Ona göre ben sadece bir düşmandım. Bir hain.
Okumayı hayal ettiğim şehirlerden birine, düş gibi gördüğüm sokaklara, şimdi suçlu olarak getirilmiştim.
Suçlamalar… İşkenceler… Üç askerin ölümü benim üzerime yıkılmıştı.
Oysa ben sadece hayatta kalmaya çalışıyordum.
Ama kimse masum olduğumu umursamıyordu.
O an kapı tekrar açıldı.
“Üsteğmenim.” dedi içeri giren asker, “Komutan seni çağırıyor.”
O dönüp baktı adama. Gözlerinde hala bitmemiş bir öfke vardı.
“Geliyorum.” dedi.
Adam ekledi: “Kız hayattayken gelsin dedi.”
Bu cümlede bir tehdit gizliydi. Oysa hala nefes alıyordum. Az önce dökülen su gibi, içimdeki son damla inançla direniyordum.
Serdar bana döndü. Gözleriyle baktı, elleri hala titriyordu.
“Kimse dokunmayacak bu haine. Onun işini ben bitireceğim ” dedi. Dişlerinin arasından sızan nefretle.
Ve gitti. Beni öldürmeye kararlıydı. Anlatmak istiyordum ama ne anlatmaya gücüm vardı ne de karşımdaki adamın inanmak gibi bir niyeti.
Kapı kapandı. Ben kaldım yine o karanlıkta. Bir tokatla yanaklarımda yankılanan utançla, bir çığlıkla içimde kopan geçmişimle… Ama hala susuyordum. Çünkü konuşacak bir suçum yoktu. Ve ne acı ki, bazen en büyük ceza, gerçekten masum olmaktı. O benim masumiyetimi dinlemek istemiyordu. Kaybettiği canlara karşı can istiyordu.
Yavaşça doğrulmaya çalışırken kapı ansızın açıldı.
O. Bu kez birde ışık sızdı odaya ya da benim gözüm biraz açıldı.
Üzerindeki üniforma dünden daha sert, bakışları dünden daha karanlıktı.
Yanı başında iki asker. Elinde bir dosya, ama asıl dosya onun gözlerinde duruyordu.
Masaya yaklaştı, sandalyesini çekip oturdu. Bir asker gibi değil, ölmüş üç askerin yasıyla yanan bir adam gibi baktı bana. Gözleri konuşmadan sorguluyordu. Sustum. Çünkü söylesem de inanmayacaktı.
"Senin yüzünden üç şehit verdim. Türk askerinin kanı yerde kalmaz. "
"Ben hiçbir şey yapmadım. Sadece… sadece kurtulmaya çalışıyordum. Benim terörle ilgim yok. " dedim, gözümden yaş değil, acının sessizliği aktı.
Duvara yaslandım. Kafam zonkluyordu. Ama içimde hala "anlar belki" diye umduğum bir yanı kalmıştı. Ne safça...
"Sadece hayatta kalmaya çalışıyordum." dedim yine.
Güldü. Alay eder gibi değil, sinirle… kendine bile inanmıyor gibi.
"Hayatta kalmak için asker mi öldürülür lan!" diye bağırdı.
Ben hiçbir şey demedim. Çünkü hiçbir şeyi o yapmamıştım. Ama ne ben anlatabiliyordum ne o duymak istiyordu.
"Kendini savunamayacak kadar bitkin hale geldin, farkında mısın? Dışarıda çocuklarını bekleyen üç kadın var. Onların gözlerinin içine bakacak yüzüm kalmadı senin yüzünden. Sana acımamı falan bekliyorsan… unut! Bizim insanlığımıza güveniyorsunuz, mertliğimize ama benim size gösterecek hiçbir iyi yanım yok. "
O kapıya vurdu. İçeri iki asker girdi. Beni zincirlediler.
" Ben bir şey yapmadım. "
Bundan başka bir şey diyemedim.
Zemindeki kan pıhtısı kuruyalı çok olmuştu. Kollarım yukarıdan zincirlenmiş, ayaklarım yerden neredeyse kesilmişti. Bedenim bir kumaş gibi sarkıyor, ayak ucum bir tabureden zorla destek alıyordu. Beni zincirlerken koymuşlardı. Bedenime gelen her yeni darbede içten içe yırtılıyordum sanki. Birazdan dağılıp yok olacaktım.
Serdar ’ın sesi yine tok ve sarsılmazdı. Her kelimeyi, yumruk gibi savuruyordu üzerime.
“Üç asker. Senin gibi bir sırtlanın yüzünden toprağa girdiler.”
Ayaklarımın altına bastığı tabureyi çekti aniden. Vücudum aşağı doğru asıldı. Omuzlarım yerinden çıkacak gibiydi, bir çığlık boğazımdan fırladı ama hemen kısıldı.
“Türk askerinin kanı yerde kalmaz. Senin gibi sızmışların kanıyla sularız biz onların topraklarını. Konuş. Oraya çağırdığın kim varsa hepsi geberdi. Ben irtibatta olduğun asıl kişiyi istiyorum. Konuş. ”
Yüzüme buz gibi bir su döktü. Nefes almaya çalışırken ağzıma, burnuma doldu. Öksürdüm, can havliyle çırpındım ama zincir sesi dışında duyulan tek şey Serdar’ ın soğukkanlı nefesiydi.
“Ver. ” dedi bir başkasına.
Ne olduğunu anlamam bir saniyemi aldı. Kalem kalınlığında bir metal parçası elime dayandı. Serdar bana değil, sanki duvara konuşuyordu.
“Bak bakalım sinir uçların hala çalışıyor muymuş.”
İnce bir kırılma sesi… Ve ardından yükselen bir çığlık. Bu sefer bendendi. Her şeyden bağımsız, kontrolsüz, ruhumun derininden gelen bir çığlık.
“İnsan gibi konuşsaydın, biz de insan gibi dinlerdik. Ama senin gibilerin dilini başka türlü çözüyoruz.”
Bir süre hiçbir şey yapmadı. Nefes sesimi dinliyordu sanki. Sonra eğildi, göz hizama gelmeden önce durdu.
“Masum olduğunu söylüyorsun ya… Masum birinin sesi böyle titremez. Gözleri böyle kaçmaz. Timin son telsiz konuşmasını unutmam mümkün değil. Ve sen, tam o saatte oradaydın. Cehennemin ortasında bir kadın bir anda ortaya çıkmaz, arkasında kurşun izi, kan izi ve üç ölü bırakmaz. O yüzden kes masum ayaklarını. ”
Dişlerimi sıktım. Ellerim artık uyuşmuştu. Sadece acının adını değiştiren darbeler hissettiriyordu kendini. Acı, bağırmaktan yorulmuş bedenime, sessizce içime çökmüştü.
“Konuş. Bu duvarlara izini kazımadan buradan çıkamazsın. Her hainin izi kalır. Cesedinin izi. Konuş seninki acısız olsun. ”
Ve sonra… yeniden başladı. Bu kez sıcak bir metal derime dokundu. Derin nefes aldım, çünkü canımın ne zaman alınacağını bilmiyordum.
Ama bildiğim bir şey vardı.
Kesinlikle acımı umursamıyordu.
O sadece adalet istiyordu.
Kendince, kanla.