Elazia bu kez gözlerini Zoe’ye çevirdi. Birkaç saniye bakıştıktan sonra, iç çekti. “Doğru dürüst bir kilometre bile gidemeyiz.” Ardından yavaşça başını eğdi, kısık bir sesle mırıldandı. “Evde kalmak en güvenlisi. Biz annem ve babamın tam olarak nerede olduğunu bilmiyoruz. Ama onlar bizim nerede olduğumuzu biliyorlar. Buraya geleceklerdir.”
Zoe başını tekrar eğdi. Parmaklarını birbirine kenetleyerek dizlerinin üzerinde oynattı. Dudaklarını büzdü ama gözleri hâlâ doluydu. “Ya gelemezlerse?” diye fısıldadı. “Ya... yolda bir şey olduysa? Ya öyle bir şey olduysa...”
Elazia, kardeşinin gözlerindeki endişeyi görünce bu kez gözlerini kaçırdı. Yanıt vermek istemediği bir soruydu bu. Sessizlik boğazına düğümlendi, kelimeler dilinin ucuna geldi ama hiçbirini söyleyemedi. Zihninden geçen ihtimaller çok daha karanlıktı, ama bunları Zoe’nin duymasına izin veremezdi.
Derin bir nefes aldı. “Onlara bir şey olmuş olsa bile… bizim bunu hemen bilmemiz mümkün değil. Ki babam usta bir nişancı, annemi ve kendini koruyabilir. ” Sesi çatallıydı ama hâlâ kontrol altındaydı. “O yüzden şu an yapmamız gereken tek şey… beklemek ve hayatta kalmak. Gelecekler ve bizi bulacaklar.”
Zoe gözlerini yere dikti. Göz kapakları titredi. “Sen de umutsuzsun, değil mi?” diye sordu yine. Bu sefer sesinde bir meydan okuma değil, sadece bir teyit isteği vardı.
Elazia sessiz kaldı. Cevap vermek, korkusunu kabul etmek, kardeşini tamamen kaybetmek gibiydi. Ama yalan söylemek de anlamlı gelmedi. Yutkundu. “Evet,” dedi sade bir şekilde. “Ama hayatta kaldığımız sürece umut her zaman olacaktır O yüzden beklemeli ve hayatta kalmalıyız.”
Bu sözler Zoe’yi bir anlığına durdurdu. Gözlerini Elazia’ya çevirdi, bakışları boş değildi artık. “Kamp ve av malzemeleri arasında silah olmalı. Kendimizi koruyabiliriz. O aletlere ihtiyacımız var.”
“Mutfakta keskin bıçaklar var. Tehlikeli bir şey olursa ki-evde olduğumuz sürece tehlike de olmayacağız- bıçakları kullanırız.” dedi Elazia kardeşine net bir bakışla sürerken. “Kapalı kapılar ile pencereler ile birlikte evimizde güvendeyiz. Annem ve babamda geldiğinde bir çözüm yolu bulacaklardır eminim.”
Zoe, Elazia’nın güven vermeye çalışan ama içi boş kalan sözlerine bir süre inanamıyormuş gibi baktı. Omuzları kasılmıştı, gözleri kederli bir huzursuzlukla ablasınınkiler arasında gidip geliyordu. Ama haklı olduğunu biliyordu. Bunu kabul etmek istemese bile... Dışarıda olsalar şansları ne kadar olabilirdi ki? Sonra başını öne eğdi. Parmakları, telefonunun üzerinde hâlâ birbirine kenetliydi, tırnakları neredeyse avuçlarını acıtır hale gelmişti.
“Ya buraya gelirlerse ama... artık onlar gibi değillerse?” diye fısıldadı. Bu sefer sesi neredeyse yok gibiydi; korkusu cümlelerinden çok tenine sinmişti. “Ya... bizi tanımazlarsa?”
Elazia’nın dudakları seğirdi. Bu düşünce onu midesinin kasılmasına sebep oldu. Yutkundu. “Buraya gelecek kadar iyi olacaklarsa hala insan olacaklardır. Bizim annem ve babamız olacaklardır.” Bu kez bakışlarını kaçırmadı, kardeşinin gözlerinin içine baktı. “Diğer senaryoyu düşünmek için erken.”
Zoe bu kez başını sallamadı, gözlerini kaçırmadı. “Ya sabaha kadar dönmezlerse, o zaman ne yapacağız?” diye sordu. Sesindeki titreşim artık kaybolmuştu, onun yerine sessiz ama derin bir umutsuzluk yerleşmişti. Her kelime, içinde büyüyen korkunun buz gibi yankısıydı. “Bir plan yapmamız gerekmez mi?”
Elazia, kardeşinin yüzüne bir anlık duraksamayla baktı. Zoe’nin gözleri doluydu ama artık ağlamıyordu; artık başka bir yere geçmişti. Korku ve endişeden daha sessiz, daha ağır bir yere. Elazia, ciğerlerinin ağrıdığını hissederek derin bir nefes aldı. “Sabaha kadar bir şeyler düşünürüz,” dedi yavaşça, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Evde birkaç hafta yetecek kadar konserve, kuru gıda var. Suyumuz da var. Elektrik hâlâ kesilmedi. Ordu şehre inmişti en son, hükümet sessiz kalamaz. Bir noktada müdahale etmek zorundalar. Yakında her şey düzelecek.”
Zoe, Elazia’nın söylediklerini duydu ama sanki onlara tutunamıyordu. Sözcükler havada asılı kalıyor, ona ulaşmadan yere düşüyordu. “Sen... dediklerine inanıyor musun ki?” diye fısıldadı. Sesi çok hafifti, neredeyse yok gibi. Bir çocuk gibi değil, bir gerçeği öğrenmek isteyen bir yetişkin gibiydi. “Haberlerde bile tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Telefonuma bakacağım... tamam mı? Neler olduğunu kendim görmek istiyorum.”
Elazia, bu sözlere karşı çıkmadı. Sadece bir an gözlerini kardeşinin yorgun yüzünde gezdirdi, sonra başını eğerek “Hadi bak...” dedi. “Neler olduğunu gör.”
Zoe telefonunu eline aldı. Titreyen parmaklarıyla ekran kilidini açtı. Elazia o sırada yerinden kalktı, sessizce pencereye yürüdü. Elleriyle kenardaki perdeyi hafifçe araladı. Dışarısı karanlıktı. Sokak lambalarının zayıf, sarı ışığı kaldırıma vuruyor, ama hiçbir şeyin siluetini tam olarak göstermeye yetmiyordu. Ne bir motor sesi, ne bir ayak sesi. Sadece rüzgâr... ve onun ölü gibi uğultusu. Bu sessizlik, birkaç saat önce olanlardan önce olsaydı huzur verici olurdu. Şimdi ise kabus gibi bir boşluktu.
Zoe’nin ani nefes kesilişi Elazia’nın dikkatini dağıttı. Arkasını dönmeden, yalnızca başını biraz yana eğerek kız kardeşinin tepkisini dinledi. O sesi tanıyordu. Bu, bir şeyin sadece korkunç değil, aynı zamanda gerçek olduğunu fark eden birinin nefesiydi.
Telefonun ekranından yayılan ışık Zoe’nin yüzünü solgun ve hasta gibi gösteriyordu. Parmakları ekranın üzerinde kayarken, gözleri gittikçe büyüyor, dudakları aralanıyor ama ses çıkarmıyordu. Görüntüler açıktı: Sallantılı bir kamerayla çekilmiş, sokak arasında panikle kaçan birkaç insan... ardından koşar adımlarla gelen başka figürler. Yüzleri seçilemiyor, hareketleri doğallıktan uzak ve çarpık görünüyordu. Koşmuyorlardı, adeta saldırıyorlardı. Çığlıklar, ağlamalar ve sonra görüntünün aniden kararması.
Zoe bir an başını geri attı, dudaklarını elinin tersiyle kapattı. Midesi bulanmıştı, gözleri yaşarmıştı. “Tanrım...” diye sızlandı. Sesi neredeyse duyulmazdı, sanki kendine fısıldıyordu.
Elazia haklıydı, dedi içinden, ama bu cümleyi bir türlü dışarı çıkaramadı. Ablası her zaman haklı olurdu ve Zoe ona inat ters davranırdı.
“Elazia...” diye fısıldadı sonunda. Kız kardeşi dönüp ona baktı. Sesindeki ton, Elazia’nın içini ürpertti. Ne korku vardı ne panik... sadece çıplak bir dehşet. Zoe’nin bakışları telefon ekranında takılı kalmıştı ama artık görmüyordu. Düşünüyordu.
“Bunlar tıpkı... şeye benziyor. Şeye...”
Elazia’nın boğazı kurumuştu. Midesinde bir düğüm vardı, kalbi yavaş ama güçlü atıyordu. Dudağını ısırarak gözlerini kardeşinin gözlerinden ayırmadı. “Zombilere.” dedi alçak bir sesle. “Zombilere benziyorlar.”
Kısa bir sessizlik oldu. İki kardeş göz göze geldiler, söylenmemiş binlerce kelime, gözlerinin içinde yankılandı. Sonra Elazia pencereye döndü. Soğuk parmaklarıyla perdeyi kapattı, sıkıca. Sanki dışarının uğursuzluğu, içeri sızmasın diye.
“Gördün işte. . . . .” dedi sonunda, sesi titrek ama kontrol altındaydı. “Dışarıda olsaydık başımıza bundan farklısı gelmezdi. Telefonu kapat. Bu gece için bu kadarı yeter.”