14

1016 Words
Bu soru, Doktor Dawn’ın beklemediği bir doğrudanlıktaydı. Ancak yüzündeki ifade, artık çok daha netti; içinde bir zamanlar hüküm süren belirsizlik ve kararsızlık yerini soğukkanlı bir sorumluluk duygusuna bırakmıştı. Gözlerinde, pek çok olasılığı zihninde tartmış bir bilim insanının yorgun ama odaklanmış bakışı vardı. “Seo–Yun,” dedi, sesi bu kez daha ölçülü ama kesinlikle daha derin bir ağırlık taşıyordu. “Artık kişisel endişelerimizin ötesinde düşünmeliyiz. Kendimizi, insanlık adına büyük bir sorumluluğun altına soktuğumuzu kabul etmeliyiz. Bilimsel ilerleme tarih boyunca fedakarlıklarla mümkün oldu, evet... Ama bu sefer mesele yalnızca etik sınırları zorlamak değil; doğrudan insan zihninin ve karar mekanizmalarının yeniden inşası söz konusu. Bunu geri döndürülemez şekilde etkileyebiliriz. Bu nedenle, daha fazla adım atmadan önce, her ihtimali değerlendirmemiz gerekiyor.” Bir an durdu, derin bir nefes aldı. “Dediğim gibi,” diye devam etti. “Doktor Von Auster ile konuşacağım. Onun bilgisi ve projedeki uzun vadeli gözlemleri olmadan ilerlemek, sadece kör bir cesaret olur. Elimizdeki bulgularla onu ikna etmem gerek. Aksi takdirde, bu projeyi durdurmak için resmi kanallar dışında yollar düşünmemiz gerekebilir.” Seo–Yun başını hafifçe eğerek onayladı. “Haklısınız Doktor Dawn. Böyle bir kararı tek başımıza veremeyiz... Ama yine de...” Sesi titredi. “Umarım yanılıyorsunuzdur.” Bu sözlerde hem dua hem de korku vardı. Belki de insanlık gerçekten dönülmez bir noktaya gelmişti, belki de sadece cesur bir adımla yeni bir çağ açılacaktı. Ama ikisinin arasındaki fark, artık ölçülmesi zor olan bilimsel ihtimallerin ötesine geçiyordu. Seo–Yun yavaşça toparlandı, sırtındaki hafif titremeyi bastırmaya çalışarak laboratuvar masasından uzaklaştı. “Bir saate dönerim. Size yi çalışmalar,” dedi nazikçe ve kapıya yöneldi. Laboratuvarın soğuk, metalik atmosferinde attığı her adım yankılanıyor gibiydi. Doktor Dawn, onun yüzünde beliren huzursuzluğu net bir şekilde fark etti. Ancak bu gerginliğe karşı söyleyebileceği teskin edici hiçbir şey yoktu. Bazı gerçekler, sözcüklerle yumuşatılamazdı. Kapı, otomatik bir ‘tıslama’ sesiyle kapanırken, Dawn derin bir iç çekerek yeniden mikroskobun başına geçti. Lensi dikkatle ayarladı, ancak zihni hâlâ Seo–Yun’un sorusuna takılıydı. “Geç mi kaldık?” sorusu artık yalnızca teorik bir tartışma değil, belki de insanlık tarihindeki en önemli sıfır noktalarından birine dönüşmek üzereydi. Dawn, mikroskobun başına yeniden eğildiğinde, artık görüntüdeki hücre yapılarını değil, bu yapılar aracılığıyla açılan geleceği görüyordu. Lensin altındaki numunede, ilacın etki ettiği sinaptik -sinirsel- bağlantılar yavaş yavaş biçim değiştiriyordu. Prefrontal korteksteki hücre aktiviteleri, alışılmadık bir düzen sergiliyordu. İleri düzey bilişsel işlevlerden sorumlu bölgelerdeki bu değişimler, yalnızca bireysel karar mekanizmasını değil, kolektif toplumsal davranışları da etkileyebilirdi. Ekrandaki verileri tararken, ekranın sağ köşesinde titreşen bir uyarı beliriverdi: "Gen -Serum Z deneği: Anormal nöroplastisite örüntüsü tespit edildi." Dawn bir anda doğruldu. Bu, son haftalarda fark ettikleri eğilimleri doğrulayan güçlü kanıttı. Varyantlarını inceliyordy. Hücreler, yalnızca uyaranlara farklı yanıt vermekle kalmıyor, aynı zamanda nöral bağlantılarını bilinçle yönlendirilemeyecek şekilde yeniden yapılandırıyordu. Elini çenesine götürüp düşündü. Bu, zihinsel özerkliğin yavaş yavaş ortadan kalkması anlamına gelebilirdi. Eğer beyin, dış uyaranlara karşı daha az tepki verir hale geliyor ve içsel kontrol merkezlerini baskılıyorsa, bu yalnızca bireylerin karar alma yetisini değil, ahlaki yargılarını da etkisizleştirebilirdi. Birden, Seo–Yun’un yüzü yeniden gözlerinin önüne geldi. Gözlerindeki tereddüt, karnına dokunurken fark ettiği o bilinçli korku... Dawn, yalnızca teorik bir tehditle değil, somut bir sonuçla da karşı karşıyaydı artık. Bu bir hipotez değil, bir çocuğun—belki de yeni neslin—yaşam hakkıydı. Hemen ardından, laboratuvarın kontrol paneline yöneldi. Von Auster’ın erişim veritabanına bağlantı kurdu. Parmakları klavyede hızla gezinirken bir yandan da iç sesi konuşuyordu: “Eğer bu verileri görürse, belki o da projenin yönünü sorgular. Belki... belki durdurabiliriz.” Ancak sistem erişimi reddetti. “Yalnızca Baş Araştırmacı Erişimi.” Dawn hafifçe dişlerini sıktı. Von Auster’ın kendini tüm proje üzerinde tek yetkili olarak konumlandırması, şimdi gerçek bir tehdit haline gelmişti. Birden aklına bir fikir geldi. Kodlardan birini anımsadı: Seo–Yun’un önceki çalışmalardan birinde kullandığı, arayüz sistemine alternatif bir giriş noktası sağlayan yan protokol. Eğer bunu kullanırsa, verileri şifreli bir biçimde dışa aktarabilir, belki bağımsız etik kuruldan bir görüş talep edebilirdi. Ya da en azından, Von Auster’ın tekeli kırılabilirdi. Dosyaları toplamaya başladığında gözleri saate kaydı. Öğleden sonra saat 3.35 idi. Seo-Yun en az bir saat önce gelmiş olmalıydı ancak laboratuvardan içeri kimse girmemişti. Belki de işi çıkmıştı diye düşündü. Asistanlara -hamile de olsalar-fazla iş verirlerdi. Önemsemeden işine devam etti. “Yarın sabah Von Auster’la konuşacağım. Ama bu verileri onunla paylaşmadan önce hazırlıklı olmalıyım,” dedi kendi kendine. Ardından bir yedekleme birimine kopyaladığı verileri dış kütükte şifrelemeye başladı. İşi bittiğinde yeniden saate vakti Akşama doğru 4.30’du. Seo-Yun’dan hala ses soluk yoktu. Yerinden kalktıktan sonra, gerginliğini bastırmak için birkaç derin nefes aldı. Avuçlarının terlediğini fark edince, farkında olmadan ellerini laboratuvar önlüğünün yan ceplerine sildi. Gözleri masanın üzerindeki dağınık belgelerden kayarak telefonuna takıldı. Bir anlık kararsızlıktan sonra eline aldı ve ekranını açtı. Ekranda, en son gönderdiği mesaj belirdi: Elazia, Zoe’ye matematik ödevinde yardım etmeyi unutma. O an yüzünde hafif, neredeyse refleksif bir gülümseme belirdi. Cuma akşamıydı ve kızının, küçük kardeşi Zoe ile birlikte pizza siparişi verip televizyon başına kurulduklarını hayal etmek bile yüreğini biraz olsun yumuşatmıştı. Ama o kısa huzur anı, telefonun ekranında beliren Gordan Arıyor... bildirimiyle paramparça oldu. Kalbi bir anlığına durdu. Gordan mesai saatlerinde onu asla aramazdı. Bu onların arasında söze dökülmemiş bir kural gibiydi; iş saatleri boyunca birbirlerini rahatsız etmezlerdi, özellikle acil bir durum olmadıkça. Parmakları otomatik bir refleksle ekrana dokundu ve çağrıyı cevapladı. “Hey,” dedi, sesini hafifçe yumuşatarak, durumu hafife almayı umarcasına, “mesai saatleri içinde aramama kuralına ne oldu?” Ama karşıdan gelen yanıt hafif bir gülümsemeyi bile imkânsız hale getirecek kadar ciddiydi. “Anna,” dedi Gordan. Sesi soluk soluğaydı, sanki koşmuştu ya da telaştan düzgün nefes alamıyordu. “Beni dikkatle dinle hayatım. Bir şeyler çok yanlış gidiyor!” Anna’nın kalbi bu sefer daha sert atmaya başladı. Endişe sesine yansımıştı bile. “Elazia ve Zoe... Onlar iyi mi?!” diye sordu, sesi titreyerek. “Evet, sanırım öyle. Evde olmaları gerekiyor,” dedi Gordan, sesi bu kez daha kontrollü, ama altında bastırılmış bir panik vardı. “Sorun onlar değil. İnsanlar, Anna... insanlar delirmiş gibiler. Toplu bir çıldırma hali. Gördüğüm şeye inanmakta zorlanıyorum. Seni almaya geliyorum!” Anna’nın dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Boğazı kurudu, dudakları güçlükle aralandı. “Ne demek istiyorsun? Sen... sen iyi misin Gordan?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD