22

1239 Words
Adam başını güçlükle kaldırdı. Gözleri boşluğa bakıyordu ama sesinde nefretle karışık bir itiraf vardı. “O biyolog kadın...” dedi neredeyse tükürürcesine. “Hepsi onun ve ekibinin suçu! Bu kabusu onlar başlattı!” Elleriyle titreyerek silahını kavradı. Namluyu ağır hareketlerle ağzına çevirdi. Gordan ileri atılacak gibi oldu ama adam başını sertçe salladı, durmasını ister gibiydi. “Burada yaşayan kimse kalmadı... Enfekte olan çalışanları saymazsak,” dedi, nefesi artık boğuk çıkıyordu. Gordan mırıldandı: “Enfekte...” “Ben de ısırıldım!” diye bağırdı adam aniden, sesi koridoru doldurdu. Çığlığı öfkeyle ve korkuyla doluydu. “O... o yaratıklar gibi olmak istemiyorum. Anlıyor musun?! Etlerini kemiren o mahlûklar gibi... Orospu çocukları gibi olmak istemiyorum!” Adamın göz bebekleri titriyordu, zihninin yavaş yavaş paramparça olduğunu Gordan bir bakışta anladı. Aynı uyuşturucu etkisinde olan keşler gibi. Parmaklarındaki titreme sona erdiğinde, gözlerini bir anlığına kapadı. Ve sonra... Bang! Küçük, kısa bir patlama sesi. Adamın kafası geriye doğru savruldu, arkasındaki duvara beyninden parçalar ve kan sıçradı. Gordan bir an yerinden kıpırdayamadı. Damarlarında adrenalin hâlâ akıyordu ama kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Kokuyu hissetti—kan, barut ve insan etinin yanık kokusu. Gordan, dizlerinin üzerinde can veren adamın artık tanınmaz haldeki yüzüne son bir bakış attı. Sonra gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Gordan gözlerini açtığında, sessizlik yeniden çökmüştü. Ama bu, huzurlu bir sessizlik değildi; bu, ölümün ardından gelen korkunç bir boşluktu. İnce duman, patlamanın ardından odada süzülüyordu. Tavan lambalarının kırık camları titrek kırmızı ışığı yansıtıyor, duvarlarda dans eden gölgeler yaratıyordu. Gordan, hâlâ dizlerinin üzerinde, titreyen parmaklarını yavaşça yumruk yaptı. Ellerinde hâlâ o sıcaklığı hissediyordu—kanın sıcaklığı. Bir saniye bile geçmeden, kulaklarına tekrar o hırıltılar çarptı. Yaklaşıyorlardı. Sessizlik bir yalanmış. Her şey sadece bir süreliğine durmuştu. Gordan ayaklarının altındaki zeminde yayılan kan gölüne bir anlık göz attı. Adamın cansız bedeni bir çuval gibi yere yığılmıştı; kafasının arkasındaki kemikler çatlamış, beyni duvara dağılmıştı. Metal yüzey, adamın sıcak kanıyla kayganlaşmıştı, ayaklarını dikkatle bastı. Tetiği bıraktığında silahının gövdesi hâlâ sıcaktı. İkincil tabancasını kontrol etti. Dokuz mermi. Az ama yeterli olmalıydı. Bu cehennemde “yeterli” kelimesi zaten anlamını çoktan yitirmişti. Koridorun diğer ucundaki ışıklar çatırdayarak yanıp sönüyordu. Sonra, gölgelerin içinden bir kıpırtı. Derin, boğuk bir inilti. Ardından şekilsiz, neredeyse insana benzemeyen bedenler ortaya çıktı. Derileri çürümüş, kasları deforme olmuştu. Yürüyüşleri düzensizdi ama o kararsız adımlar hızla atılmaya başlamıştı. Gordan gözlerini kırpmadan baktı. Silahını iki eliyle kavradı, nefesini tuttu. İlk yaratık aniden koşmaya başladı. Gordan tetiğe bastı. Bang! Kurşun yaratığın omzuna saplandı ama onu yavaşlatmadı. *Bang! Bang!* İkinci kurşun kafasını parçaladı, yaratık boylu boyunca yere devrildi. Diğerleri peşinden geldi. Gordan döndü, çelik tabanlı botlarının çıkardığı ses koridor boyunca yankılandı. Alarm sesi tizleşmişti, duvarlardan gelen yankılar beynini delercesine zonklatıyordu. Ama fark etti—bu ses, yaratıkları sersemletiyordu. Onlar dengesizleştiğinde, birkaç saniyelik bir avantajı oluyordu. Sağ taraftaki titanyum kapıya ulaştı. Erişim paneline hızla eğildi, parmakları titremeden kodu girdi. Panelin ışığı yeşile döndü. Hidrolik kilitler açılırken, kapının altından dışarı uzanan eller görünmediğini fark etti. Şansı yaver gitmişti. Kapı açılır açılmaz içeri daldı. Parmakları hızla kapama düğmesine bastı. Kapı ardında kalan yaratıklardan biri son anda kendini fırlattı, ama kapı tam zamanında indi. İnce bir parmak ezildi, kapının altında kalan et cızırdayarak koptu. Gordan, sırtını kapıya yasladı ve bir anlık derin bir nefes aldı. Boğazındaki yanmaya rağmen beklemedi. Gözleri, paslı bir levhada yazan ibareye kilitlendi. 3. KAT GİRİŞ Zihni hemen harekete geçti. Merdivenlere yöneldi. Ayak sesleri yankılanıyordu ama bu yankı artık korkudan değil, amaca yönelikti. Alarm hâlâ çalıyordu. Işıklar sürekli yanıp sönüyordu, her bir patlayan floresan ampul, dar merdiven boşluğuna gölgeler düşürüyordu. Basamakları hızla çıkarken, bir şeyin yukarıdan aşağı sürünerek geldiğini duydu. Bir ses, tırnakların metale sürtünmesi gibi. Gordan geriye dönmeden hızlandı. Üçüncü kata vardığında, kapı sensörüne ulaştı. Kapı açılır açılmaz içeri daldı—ve tam o an, bir gölge üzerine atladı. Yaratık bir kadındı—ya da öyleydi. Gözleri cam gibiydi, yüzünün yarısı çürümüş, çenesi yerinden çıkmıştı. Gordan karnına bir tekme savurdu ama kadın geri çekilmedi. Tetiğe bastı. Bang! Yüzü paramparça oldu, çenesinden başlayan kurşun, kafasının arkasından çıkarken et parçaları duvara sıçradı. Kadın bir anda geriye savruldu ve yere düştü. Gordan üzerine yürürken, kadının cansız gözlerine son bir kez baktı. Sonra, gövdesine çöken iki beyaz önlüklü enfekte adamı gördü. Onlar... besleniyordu. Adamlar başlarını kadının etine gömmüş, çürümüş dişleriyle etini sündürüyordu. Gordan irkildi ama zaman kaybetmedi. Silahını kaldırdı, adamların dikkatini çekmemek için sessizce geri çekildi. Koridora yöneldi. Duvarda büyük, kanla çizilmiş bir harita vardı. -C KORİDORU- okunuyordu. Hedefi oradaydı. Koşmaya başladı. C koridoru yerde ölüler yatıyordu ve karanlıktı. Biri bu koridoru temizlemişti. Tavandaki lambalardan bazıları patlamıştı. Zemine dökülmüş sıvılar—kan, kimyasal atıklar—ayaklarının altını kayganlaştırıyordu. Kırmızı ışıklar bu katta da yanıp sönüyordu. Duvarlardan birinden gelen tiz bir metalik sürtünme sesi Gordan’ın omuzlarını gerdi. Ses hemen kesildi, ama yankısı hâlâ kulaklarındaydı. Sonunda, koridorun sonunda kalın, mühürlü bir kapı: LAB-06. Altı numaralı laboratuvar. Gordan yutkundu. Buraya kadar gelmişti ama içeri girmeden önce son bir kez arkasını kontrol etti. Enfekteler henüz fark etmemişti. Şimdilik. Ama içeride ne olduğunu kimse bilmiyordu. Belki Anna... belki başka bir şey. Gordan ellerini sıktı. Tetiğe hazırlandı. Kapıya doğru hareket etti. Anna ise Seo-Yun’un hemen dibinde dikiliyordu. Odanın loş kırmızı ışıkları, gözlerinin altındaki yorgunluk halkalarını belirginleştiriyordu. Seo-Yun’un bilinci kapanalı henüz birkaç dakika olmuştu. Yatırıldığı masanın üzerinde hâlâ titriyordu. Bilincini kaybetmeden hemen önce steril bantların izin verdiği kadar Anna’nın bileğini kavramış, tırnaklarını derisine geçirecek kadar sıkı tutmuştu. Gözleri dolmuştu, ama sesi sakindi. “Bebeğimi koru... Ne olursa olsun... O bir erkek. Ve adı... adı Kang Min-Sijun olacaktı.” demişti. Korece bir kaç kelime daha mırıldanmıştı ancak Anna bu kelimeleri anlayamamıştı. “Kocam Kang Ji-Shin bu ismi çok seviyordu. Bende bu ismi sevmiştim. Sijun’u lütfen koru Doktor Dawn...” Anna, dudaklarını sıkıca birbirine bastırarak yemin etmişti. O an gözlerinde korku değil, kararlılık vardı. Şimdi ise Anna, asistanına sadece bir araştırmacı gözüyle bakıyordu. Duygularını bastırmıştı. Bilimsel zihni, içindeki panik ve korkuya üstün gelmişti. Kırmızı acil durum ışıkları yanıp sönerken, dışarıdan yankılanan çığlıklar ve metal kapılara vurulan yumruk sesleri odanın içinde boğuk yankılar bırakıyordu. Ama Anna dikkatini dağıtmadı. Telefonunun ekranına baktı. Şarj %16. Zaman kısıtlıydı. Zamanlayıcıyı açtı ve “Başlat” tuşuna bastı. Dakikaları ve saniyeleri izlemeye başladı. Belki de tarihte ilk kez, bir insanın zombiye dönüşüm sürecini bu kadar yakından gözlemliyordu. Zamanlayıcı; 00 saat – 07 dakika – 33.7 saniyeyi gösterdiğinde, Seo-Yun aniden gözlerini açtı. Sanki bedeninin içinde bir şey harekete geçmişti. Anna irkildi, istemsizce bir adım geri attı. Nefesini tuttu. “Yun...” diye fısıldadı, hem şaşkın hem de çaresiz bir ses tonuyla. Seo-Yun’un gözleri, eskisinden farklıydı. İrisleri soluklaşmış griydi, damarlar gözbebeklerine kadar yayılmıştı. Ağzı yavaşça aralandı. Ardından normal bir insanın yapamayacağı şekilde çenesini açtı, sanki içinden bir çığlık kopmak üzereydi. Ama hayır… Hırıltılı, boğuk bir ses çıktı sadece. Salya çenesinden süzülüp boynuna doğru aktı. Dişlerini açıp kapatıyor, bir ritimle, neredeyse içgüdüsel bir hareketle çenesini oynatıyordu. Anna’nın elleri titremeye başladı. Ama yine de geri çekilmedi. Telefonunun kamerasını açtı, titreyen parmaklarıyla kayıt tuşuna bastı. Objektif, Seo-Yun’un dönüşümünü tam anlamıyla yakalamak için titizlikle sabitlendi. Bilim bunu bilmeliydi. İnsanlık bunu bilmeli… diye düşündü Anna. O an, korkudan çok merak hâkimdi zihnine. Ama içten içe şunu da biliyordu: Bebeği koruyacağı kadın artık o masada yatmıyordu. Seo-Yun’un gözleri, her saniye daha da bulanıklaşan gri renk tonlarıyla Anna’nın gözlerine odaklandı. Anna, derin bir nefes alıp, ellerini kameradan ayırmadan geri çekilmeye çalıştı. Seo-Yun’ın çenesi iyice açıldı ve boğuk sesler, masanın metalik tekerlekleri sağa sola hareket ederken bir hışırtıyla birlikte havada yankılandı. Her hareket, korkunun üstüne yeni bir katman ekliyordu. Anna, içindeki dehşetle savaşarak soğukkanlı kalmaya çabaladı, ama o korkunç dönüşümü izlemek her geçen saniye daha zordu. “Infector-Z.” diye fısıldadı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD