32

1006 Words
Zoe’nin kalbi göğsüne çarptı. “Öyle bir şey olmayacak!” diye fısıltıyla ama öfkeyle karşılık verdi. Neredeyse hırlayarak. Parmaklarını yumruk yapmış, tırnaklarını avucuna gömüyordu. Gözyaşlarını tutmak için dişlerini sıktı. “Beni anladın mı? Eğer hastalığa yakalansaydın, bu çoktan belli olurdu.” Banyonun içinde, soluk bir aydınlıkta titreyen Elazia, aynanın karşısındaydı. Elektriklerin gidip geldiği o ilk geceden beri banyonun üst ışığı kararsız bir titremeyle yanıyor, her kıvılcımda gölgeleri bir anlığına canlandırıp sonra tekrar ölüme terk ediyordu. Fayansların soğuk serinliği çıplak ayaklarının altına işliyor, metalin pasla karışmış kokusu, kanın keskinliğiyle birleşerek havayı ağırlaştırıyordu. Derin bir nefes aldı. Zorla. Sanki ciğerlerine dolan hava bile vücudundaki sancıya karşı çıkıyordu. Sol tarafındaki yarayı kapatmaya çalışırken, derisinin altına saplanan o yanma hissiyle gözleri karardı. Vücudundaki acıyı bastırmak için dişlerini öyle sıktı ki, çenesinden bir çıtırtı duyuldu. Ama bağırmadı. Bağırmak, karşı tarafa zayıflığını fısıldamak gibi geliyordu. Yarasının kenarlarını çevreleyen morluklar giderek yayılmış, içlerinden biri neredeyse yeşilimsi bir tona dönmüştü. Aralıklı olarak sızan taze kan, kurumuş kanın üzerine sızıyordu. Islattığı havluyla etrafı silmeye çalıştı ama her temasta bir parça daha derinlemesine sızan acı, elini titretiyordu. Yine de vazgeçmedi. Gövdesinin etrafına bandajları sardı. Sıkıca. Öyle sıkı ki, nefes alışverişi sekteye uğradı. Ama o sıkılık... kontrolün sembolüydü. Bir elini lavabo tezgâhına yaslamıştı; diğer eliyle bandajı çekerken omzu hafifçe seğirdi. Banyodaki buğulu aynanın karşısında durdu. Aynadaki yansıması silikti. Elmacık kemiklerinin altı çökmüş, dudaklarında kurumuş kan izleri vardı. Yine de... gözleri. Gözleri aynıydı. Yorgundu, evet, ama o gözlerde hâlâ bir şeyler kıvılcımlanıyordu. İnce, inatçı, küllerin altına gömülmüş ama sönmemiş bir direniş vardı. Aynada ki yansımasına bakıyordu. “Bunu bilemezsin.” dedi, sesi aynadaki kendi yansımasına konuşur gibi düşmanca çıkmıştı. “Sana saldırıp... etini yemek istemiyorum. Bunu açıkça söylemem mi gerekiyor?!” Kelimeler banyoda yankılandı; soğuk seramik duvarlardan yansıyarak Zoe’nin üzerine bir tül gibi indi. O an, kapının öteki yanında oturan küçük beden birden kaskatı kesildi. Nefesi, boğazında düğümlenmiş bir ağrı gibi sıkıştı. Elazia’nın sesinde ilk defa, katı ve sarsılmaz duvarların ardında gizlenmiş gerçek bir korku vardı. Bu, ölümün ya da acının korkusu değildi. Bu, iradesinin paramparça olup da kendi elleriyle kardeşine zarar verebilme ihtimaline duyulan, zihni yarıp geçen o derin dehşetti. Elazia’nın sesi, güçlü bir dalga gibi gelip geçti Zoe’nin kalbinden. Onu yaralayan şey kan değil, o sözlerin içinde gizli çaresizlikti. Zoe gözlerini sımsıkı yumdu. Omuzları titredi; ama bu titreme artık dışarıdaki dehşetten değil, o kapalı kapının ardındaki yorgun ve kanlı bedenin hâlâ kendisi için duyduğu kaygıdan kaynaklanıyordu. İçinde, bir sıcaklık dalgası gibi yayılan bir şey vardı—elini tuttuğu bir anıyı andıran, kaybolmamış bir bağ gibi. Elazia hâlâ insandı. Hâlâ zihninde bir Zoe vardı. Onun adı, onun yüzü. Hâlâ ablasıydı. Ve Zoe, orada yalnız otururken, içinde ablasının hâlâ insan kalabilmiş parçasına tutunarak, başını kapıya yasladı. Uzun zamandır tuttuğu nefesi geri verdi. Ablasına bir pişmanlık daha yaşatamazdı. Kapı o isteyene kadar kapalı kalacaktı. “Öyle bir şey olmayacak.” dedi Zoe. “Kendini hasta hissediyor musun?” “Hayır,” diye cevap verdi Elazia. Elini uzatıp musluğu çevirdiğinde, metalin tıkırtısı banyoda yankılandı. Sıcak su, ince bir buharla birlikte akmaya başladı. Başını eğdi, ağır hareketlerle. Sanki bu hareket bile bedenine fazladan bir yük bindiriyormuş gibi. Saçları öne düştü, omuzlarından su damlamaya başladı. Yüzünü, ellerini ve başını suyun altına soktuğunda, gözlerini sımsıkı kapadı. Sıcaklık, tenindeki acıyı kısa süreliğine uyuşturdu ama yakıcı gerçeklikten kaçamadı. Kan, suyla karışıp koyu bir kırmızıya dönüşerek lavabonun etrafında kıvrıla kıvrıla akıyor, giderden aşağıya çekiliyordu. Ayakları titriyordu ama hâlâ ayaktaydı. Su, yüzünden süzülürken sadece kanı değil, birkaç dakikalığına da olsa, üzerindeki dünyanın ağırlığını da temizliyormuş gibiydi. O an için sadece suyun sesi vardı; o yumuşak şırıltı, dışarıdaki çığlıkların ve kapının diğer tarafındaki Zoe’nin endişeli sessizliğinin üstünü örten tek perdede yankılanıyordu. Elazia, başını biraz kaldırdı. Suyun buharı aynayı tamamen buğulandırmıştı ama o, kendi siluetini hâlâ hissedebiliyordu. Saç telleri alnına yapışmıştı, boynundan aşağı akan damlalar omuzlarına çarpıp gövdesine süzülüyordu. Sol eli, lavabonun kenarına daha sıkı tutundu. Nefes alışları kesik kesikti. Derin değil, yüzeysel ve temkinli. Ciğerlerine fazla hava doldurursa canının yanacağından emindi. Zihni ise bulanıktı. Her nefes, her nabız atışı, bedenine saplanmış gibi hissedilen bir sancıyla yankılanıyordu. Yine de içgüdüsel bir direnişle dik durmaya çalışıyordu. Zayıf görünmemeliydi. Kendi gözünde bile. Yavaşça musluğu kapattı. Suyun sesi kesildiğinde banyonun içindeki sessizlik, bir mezarlığın derinliğini andırıyordu. Aynadaki buğunun üzerine titreyen parmaklarıyla bir çizgi çekti. Buğulu camın arkasında kendi gözleriyle göz göze geldi. O an, içinde bir şey kırıldı. Göz kapakları seğirdi, dudakları bir anlığına titredi. Tüm bu olanlar gerçekti. Kan, yara, yalnızlık ve kapının diğer tarafındaki korku. Ama aynı zamanda, bir şey daha gerçekti: Zoe. Hâlâ oradaydı. Gitmemişti. Elazia’nın korkularını, öfkesini ve yarasını taşımasına rağmen hâlâ kapının ardında bekliyordu. Bu, hayatta kalmanın ötesinde bir şeydi. Ait olma. Bağlılık. Kırılmış bir dünyada hâlâ sağlam kalan tek şey. “Zoe,” diye fısıldadı Elazia. Sesi neredeyse duyulmayacak kadar inceydi ama tonunda belli belirsiz bir yumuşaklık vardı. “Efendim abla?” diye sordu Zoe, sesinde biraz heyecan vardı. “Anne ve babamdan hala bir haber yok değil mi?” “Hayır. Herkesi aradım. En az iki kez.” Elazia başını eğdi. “Cevap vermediler...” “Evet.” dedi Zoe. Elazia, birkaç saniye boyunca hiç kıpırdamadı. Bu cevap sanki bir bıçak gibi vücudunun en derin noktasına saplanmıştı. Gözlerini kapattı. İçinden bir şeyin yavaşça, sessizce parçalandığını hissetti. O karanlıkta, o buğulu aynanın karşısında dururken; annesinin sesi, babasının kahkahaları, Zoe’nin neşeli kıkırdamaları ve evin güvenli, sıcak hali zihninde bir anlığına canlandı. Sonra... hepsi çöktü. Bir karton ev gibi. “Sanırım artık gelmemeleri durumunda ki planı düşünmeliyiz.” dedi boğuk bir sesle, “Belki hükümet hastalanmayanları toplamak için kurmuşlardır. Hükümet bir gece de düşemez. Sağlıklı insanları toplayıp, güvenli bir yere aktarabilirler.” Zoe bu cümleye hemen karşılık vermedi. Boğazı düğümlenmişti. Sesini toparlaması birkaç saniye aldı. “Evet olabilir Elazia.” Sesinde umutsuzlukla inatlaşan bir inanç vardı. Kendi kendine söylediği bir yalanı başkasına da söyleyince belki gerçeğe dönüşür sanıyordu. “Ailemiz orada olabilir mi diyorsun?” Elazia, Zoe'nin sesini kapının arkasından duyduğunda başını kaldırdı. Aynadaki gözleri yavaşça odaklandı. Hafifçe başını salladı. “Diyorum ki, eğer sabaha kadar dönüşmezsem o şeylere... Garajdan arabayı alarak, seni o kamplardan birine götüreceğim.” “Ne?” dedi Zoe. “Peki ya sen?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD