23

1253 Words
Bir anda, Seo-Yun’ın vücudu kasılmaya başladı. Masa gıcırdadı, kaslar sertleşti ve kanın, vücudunun her hücresine hükmetmeye başlamasıyla, vücut kontrolünü kaybetmeye devam etti. Yavaşça doğrulmaya çalıştı ama vücudu buna karşı koyuyordu, sadece acı içinde hareket ediyordu. Ama sıkıca ellerine ve ayaklarını bağlanmış steril bantlar Seo-Yun’un hareket etmesinin önüne geçiyordu. Anna’nın nefesi sıkıştı. Bir anlık bir anksiyete dalgası, kalbini sıkıştırdı. Ama o an, fark etti: Zaman gerçekten tükeniyordu. O kadının, bir zamanlar hayatla dolu gözlerindeki o insana dair izler kayboluyor, yerine her an daha vahşi bir yaratığa doğuyordu. Telefonu sıkıca tuttu, ancak kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Kamera hala kayıt yapıyordu ama düşünceleri karışıyordu. Her şeyin başına döndüğü, her şeyin kaybolduğu bir yıkımın ortasındaydı. “Isırıldı ve dönüşmesi tahminen bir saat civarı bir zaman diliminde gerçekleşti,” diye mırıldandı. Seo-Yun’ın başı aniden geriye düştü, boynu kırılacak gibi eğildi. Dişleri, insan dışı bir hızla birbirine çarptı. O korkunç hırıltı tekrar yankılandı. Bedenindeki insansı hareketler tamamen terk edilmişti. O an, sadece aç gözlü, yırtıcı bir canavara dönüşen varlık öndeydi. Diğer insanlar gibi, onun da artık içindeki insani duygular silinmişti. Açlık dürtüsü ile hareket ediyor gibi görünüyordu. Anna, geri çekilmek üzere adım atmak istedi ama iş işten geçmişti. Seo-Yun, doğrulmaya çalışıyordu; ama vücudu, artık hiçbir insanın yapamayacağı şekilde bükülüp kıvrılıyordu. Kadının boynu korkunç bir açıyla geriye yaslandı, omurgası kırılacak gibi görünüyordu. Gözleri, gri bir bulanıklıkla kaplanmıştı. Artık bu, insana dair hiçbir şey taşımıyordu. Anna, nehrin kenarında bir kıyıya çekilmiş ve çürümeye başlamış bir ceset gibi, önceki Seo-Yun’dan eser kalmamıştı. Düşünmeden hareket etti. Anna, Seo-Yun’un bağlandığı masadan kurtulamayacağını biliyordu. Kadının vücudu daha da kasılmaya başladığında, her an üzerindeki dikişler yırtılıp parçalanacak gibi bir hissiyat vardı. O an, hissettiği tek şey, bir yıkımın farkında olmadan bir adım daha yaklaşmasıydı. Bir anda, odadaki boğuk sesler yükseldi. Seo-Yun, kurtulmaya çalışıyordu. Kollarını kasarak masanın üzerindeki metal bağları zorlamaya başladı. Her bir hareket, hastane odasındaki ışıkların titremesine neden oluyordu. O an, kadının hırıltıları daha da şiddetlendi. Buradaki her şey, bir film sahnesine benziyordu, ama bu gerçekti ve gerçeği kabul etmek, Anna’yı kısaca sarssa da soğuk kanlılığını korumayı sürdürdü. Beyinsiz bir varlıktan korkmazdı. O Seo-Yun değildi. Bu gerçeği kabul etmişti. Kadının cildinin yavaş yavaş grileştiğini gözlemledi. Derisi sanki yaşlanmış, büzülmüş gibiydi. Cilt altındaki damarlar belirginleşmişti, morarmış ve şişmişti. Ama yine de, kadının yüzündeki tanıdık çizgiler, onu her an hatırlatıyor; belki de bu, Anna’nın duygusal sınırlarına bir darbe vuruyordu. Kadın bir zamanlar, gözlerinde hayat taşıyan bir insandı. Artık sadece bir yaratığa dönüşüyordu. Anna, bir an gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Kendisini toparladı, duygusallık içinden çıkarak tıbbi disiplini öne çıkarmaya çalıştı. Hırıltılarla boğulmaya başlayan Seo-Yun’ı daha net gözlemledi. Vücudu iyice titriyordu. O eski insani izler gidiyor, yerine bir şeytanın izleri geliyordu. Telefon kaydını sonlandırdı. Hırıldama seslerini dindirmek ve sakinleşmesini ümit ederek için damar yoluna sakinleştirici enjekte etti. İğne, kadının gevşeyen koluna doğru sızdı. Anında bir rahatlama bekledi, hırıltılar biraz daha sürdú. Masanın sağa sola sallanması kesilmişti, Seo-Yun durmuştu. Diğer varlıkların her türlü mantıksız hareketi ve korkunç açgözlülüğü göz önüne alındığında, Anna sakinleştiricinin işe yaramasına şaşırmıştı. Seo-Yun’ın vücudu bir süre hareketsiz kaldı, sanki bir nefes almak için duraklamıştı. Ama Anna, her anın tehlike barındırdığını biliyordu. Hırıltılar azalırken, bir anlık sessizlik odanın içinde derinleşti. Seo-Yun’un dişleri hala gıcırdamaktaydı; vücudu sanki bir yıkıma uğramış gibi titriyor, kaslar geriliyordu. Anna, dikkatle kadının her hareketini izledi. Şu an, onu incelemek için gerekli olan tüm soğukkanlılık ve bilimsel bakış açısını toparlamıştı. Bir süreliğine her şey donmuş gibiydi; sadece odadaki acil durum ışıkları ve dışarıdan gelen uğultulu makine sesleri yankılanıyordu. Ama sonra, Seo-Yun’ın gözlerinde bir değişiklik daha fark etti. İrisleri, gri bulanıklığından sonra etrafı hiçliği gösteren siyah boşlukla dolmuştu. Bir tür bilinç kaybı... Anna, gözleriyle kadınla arasındaki mesafeyi ölçerken, tüm bilimsel gözlemleri bir kenara bırakarak içsel bir sorgulama yapıyordu. "Süreç hızlanıyor." diye fısıldadı kendi kendine. O an, Seo-Yun'ın dudaklarından ince bir hırıltı daha yükseldi. Kadından geriye kalan yaratık hala bilinçsiz halini koruyordu. Eline eldivenleri bir cerrah titizliğiyle geçirdikten sonra, Anna derin bir nefes aldı. Önce laboratuvar önlüğünü çıkardı, kan ve tükürük içindeydi— hijyen ve güvenlik artık yalnızca protokol değil, hayatta kalmanın ta kendisiydi. Ardından, yan tezgâhta duran steril bezlerden birini alarak dikkatle Seo-Yun’ın ağzını sardı. Kadının çenesi hâlâ aralıklı şekilde hareket ediyor, dişleri bilinci olmasa da bir refleks gibi yırtıcı bir düzenle açılıp kapanıyordu. Anna, bezin üzerinden bir plastik sabitleyiciyle çeneyi kilitledi. Dişlerini kullanamazsa, tüm ölümcül tehdit ortadan kalkardı. En azından şimdilik. Kadının nefesi hırıltılıydı. Bez, ıslandıkça ağız çevresinde koyu gri salyalarla renklendi. Anna, her an patlayabilecek bir tehlikeyi susturmuş gibiydi. Yüzünü buruşturarak başını eğdi. Sol kolunu dikkatle baktı. Derisini inceledi. Gözle görülür ilk detay, cildin hala insan derisi gibi yumuşak olmasıydı; ama aldatıcıydı bu yumuşaklık. Deri yer yer kabuklanmış, bazı bölgelerde ince pul pul dökülmelere başlamıştı. Özellikle damarların yoğun olduğu yerlerde — bilek, dirsek içi, boyun kenarı — cilt daha koyu renge dönmüş, buruşmuştu. Parmak uçları, nekrotik bir yapıya benziyordu; tırnaklar uzamış ve grimsi bir renge bürünmüştü. Anna, plastik spatula ile kolun bir bölgesine hafifçe bastırdı. Cilt hemen altında esner gibi oldu ama bir anda çatlayarak minik bir deri parçası koptu. Yüzey dokusu bozuluyor… Epidermis ayrışma sürecinde, diye not aldı zihninden. Bu, dönüşüm sürecinin ikinci evresi olmalıydı. Yani enfeksiyon artık yalnızca sinir sistemini değil, hücre yenilenmesini de bozmaya başlamıştı. Anna, gözünü kadının boyun hizasına çevirdi. O bölgeden sızan koyu renkli sıvı, kan değildi. Damarlar içindeki yapı da artık insan damarına benzemiyordu; lif lif, yapışkan ve siyahımsı bir dokuyla kaplıydı. Kalp atışı yoktu ama kasılmalar devam ediyordu. Hayatta değildi — ama canlıydı. Bu, Anna’nın zihninde yankılanan en korkutucu bilgiydi. Gözlerini tekrar kadının ağzına çevirdi. Bağlanmış çene, hâlâ hafifçe titriyordu. Zamanı varken bedenin geçirdiği dönüşümü tamamen belgelemek zorundaydı. Parmak uçları hâlâ titriyor olmasına rağmen, Anna görevini sürdürdü. Çünkü burada, yalnızca bir bilim insanı değil — suçun suçlusu olarak duruyordu. Telefonu çaldığında ve cama üç kez bilinçli bir şekilde tıklatıldığında, Anna'nın tüm bedeni dondu. Parmakları, hâlâ Seo-Yun’un bağlı bileğindeki şişmiş damarlarda gezinirken, sanki kasları felç olmuş gibi hareket etmeyi unuttu. Başını yavaşça çevirdi. Laboratuvarın dış kapısındaki buzlu camın ardında, loş kırmızı acil durum ışıklarının titreşimiyle silueti netleşen bir figür vardı. Gordan’dı. Gordan Dawn. Adam, kilitli cam kapının arkasında bir hayalet gibi duruyordu. Bir elinde telefon, hâlâ kulağına dayalıydı; diğer eli ise sabit ve kararlı bir şekilde tabancasını kavramıştı. Polis forması kanla karışık kir lekeleriyle kaplıydı. Omzundan sarkan telsizi kırılmış, kordonu sarkmıştı. Yüzünde derin çizikler, çenesinde kurumuş kan ve sağ gözünün altında koyu morluk vardı. Kumral saçları terle alnına yapışmıştı, ama gözleri hâlâ aynıydı: uyanık, endişeli ve karısına odaklanmış. Anna’nın alnındaki terler bir anda soğuyarak tenine yapıştı. Yeşil gözleri genişlemişti, ama içindeki duygular karmaşık ve sarsıcıydı. Hem şaşkınlık hem de çaresiz bir umut… Kaşlarını sertçe çattı ve koşar adım, laboratuvarın girişine doğru yöneldi. Parmakları titreyerek güvenlik paneline uzandı. Kodu girerken gözlerini Gordan’dan ayırmadı. İkisi arasında, kalın camın ardından geçen o birkaç saniye, zamanın tamamen durduğu anlardı. Gordan, telefonu kapattı. Camın hemen arkasında dikilerek Anna’ya baktı. İçindeki titremeyi bastırmakta zorlandı. Karısının topuzu dağılmış, saçları terden boynuna yapışmıştı. Yüzünde yorgunluk çizgileri ve gözlerinin köşelerinde kan oturmuştu, ama o gözlerde hâlâ kıvılcımlar vardı. Yaşlarla dolmuştu gözleri. Gordan’ın dudaklarında, kısa bir an için, acıyla karışık bir gülümseme belirdi. Kıyametin tam ortasında, ölümün eşiğinde bile Anna Dawn, ona göre hâlâ yeryüzündeki en güzel şeydi. Laboratuvarın kapısı sonunda aralandığında, içeriden yayılan kimyasal ve metal kokusu dışarı taştı. Gordan, dikkatlice adımını içeri attı. Kapı kapanmadan önce arkasını kontrol etti — içgüdüsel bir hareketti artık bu. Anna, kocasına bir adım daha yaklaştı ama sarılmadı. Yalnızca uzun uzun baktı. İçindeki her duyguyu bastırarak, kelimelere dökülmesi zor bir soruyu gözleriyle sordu: “Yaşıyor musun… gerçekten misin?” Gordan, tabancasını indirerek başını hafifçe eğdi. “Sana geleceğimi söylemiştim,” dedi kısık bir sesle. “Kıyamette bile “
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD