21

1034 Words
Mustafa içindeki özlemi ormana gelince geçeceğini düşünmüş fakat düşündüğü gibi olamamıştı. Helen'e olan özlemi daha da artıyordu. Oku her atışta sıyırıp geçiyordu. Bir türlü istediği yere denk getiremiyordu. Sinirlenip elinde yayı karşıdaki ağaca doğru fırlattı. İçindeki hasret öfkeye dönüyordu.  Derin derin nefesler alıp verdi Mustafa. Gözlerini kapattı, alnından yüzüne akan terleri koluyla sildi.  "Hünkarım, iyi misiniz?" silahtarın sesiyle Mustafa gözlerini açtı. Mustafa'nın gözlerindeki öfkeden korkmuştu silahtar. Başını farklı bir yöne çevirdi. Mustafa'nın yayını yerden aldı. Mustafa, silahtarın elindeki yaya baktı. Atına doğru ilerledi.  Mustafa'nın öfkesinden korkuyordu orda bulunan askerler. Mustafa atına bindi. Etrafında kimse olmasın istiyordu. Kimseyi beklemeden hızlıca atını sürdü. At hızlandıkça Mustafa kendini daha iyi hissediyordu. Ormanın derinliğine doğru ilerliyordu. Atını ağaçlarının sıklaştığı bir yerde durdurdu. Etraf da hayvan seslerinde başka ses yoktu. Mustafa atından indi. Arkasından bir ses gelince arkasına doğru döndü. Ağaçların arkasından birilerini görünce kılıcını çıkardı. Birden ağaçların arkasından maskeli kişiler Mustafa'nın üzerine doğru gelmeye başladılar. Mustafa her önüne gelene kılıcını savuruyordu.  Biri koluna kılıcı vurunca Mustafa'nın elindeki kılıç yere düştü. Geri geri adımlamaya başladı, maskeli adamlar üzerine doğru ilerliyordu. Mustafa elinin aldırmadan üzerine gelen adamların üzerine doğru hızla koştu. Adamları tek hamlesiyle yere serdi. Tek bir kişi kalmıştı, Mustafa'nın üstüne gitmekden korkar gibi ardına bakmadan kaçtı. Mustafa dizleri üzerinde kalkıp geride yerde yatan adamların üzerine gitti. Kılıcını eline alıp yüzlerindeki maskeleri kılıcıyla kesti. Baygın olmayan biri var mı diye kontrol etti.  Gözleri atını aradı, hengame arasında kaçmış olacağını düşündü. Adamları geriden bırakıp ormanın içinde geldiği yoldan geri doğru yürümeye başladı. Ağaç dallarına takılıyordu ayakları. Üzerinde kıyafetler kan içindeydi.  Sanki orman içinde kaybolmuştu Mustafa. Ormanın içinde yolunu bulamıyordu. Ağaçların sıklaştığını fark edince durdu, etrafına bakındı yolu bulmak için. Her yer birbirine benziyordu. Terden sırılsıklam olmuştu. Koluyla yüzünü sildi. Eğildi, ellerini dizlerine koydu. Derin derin nefesler alıp verdi.  Doğrulup yeniden etrafına baktı. Ağaçlarının yapraklarını seslerinden kuşların cıvıltıları başka bir ses yoktu. Karşısında ağaçların az olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı. Arkasından birileri geliyor mu diye arada dönüp bakıyordu. Yüzüne gelen saçlarını geri doğru ittirdi. Mustafa'nın yorgunluktan ayaklarına kara sular inmişti. Tepesinde güneş yakıp kavuruyordu. En sonunda dayanamayıp yere dizlerin üzerine çöktü. Kollarını yere koydu. Gücü kalmadığını fark edince kendini hepden yere doğru bıraktı.  Yüzünü topraklar geliyordu. Yüzüstü uzanmıştı. Kendini zorla kaldırıp sırt üstü uzandı. Ağaçlar boyu sanki gökyüzüne değiyordu. Mustafa nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Güneşin kızgın sıcaklığına daha fazla dayanamayıp ağaçların gölgesine doğru süründü. Elinden güç alıp ağacın gövdesine sırtını yasladı. Elinin kanadığını fark edince içine giyindiği gömleği yırtıp elini bağladı. Başını yukarı doğru kaldırdı. Gökyüzü güneşin ışığıyla parlıyordu. Mustafa kollarını iki yananına doğru bıraktı.  Arada ertafına baktı. Mustafa anlamıştı ki, bir tuzağın içine düşmüştü. Kurtulmuştu ama ormanın içinden nasıl çıkacağını bilmiyordu. Yorgunluğunu biraz üzerinden atınca oturduğu yerden kalktı, zorla. Ayaklarına ağaç dalları vuruyor yürümesini zorlaştırıyordu.  Biraz yürüdükten sonra karşısına bir dere çıktı. Güneşin sıcaklığıyla suşamıştı. Derenin kenarına oturup kana kana su içti. Elini yüzünü yıkadı, başını su ile ısladı. Kalkıp derenin içinden karşıya geçti. Dere derin değil dizlerinin altındadıydı. Dereyi geçince karşısına büyük bir tepe çıktı. Ağaçlar iyice azalmıştı. Mustafa tepeye çıkınca bir yol bulacağını düşündü. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Perişan bir haldeydi, Mustafa. Kalan son gücüyle tepeye çıkmaya başladı.  Tepenin başına geldiğinde etrafı daha iyi görmeye başladı. İstanbul sol tarafında kalıyordu. Uzaktaydı. Bu halde gecenin karanlığında gidemeyeceğini düşündü. Tepenin başında oturdu. Midesindeki boşlukla açıktığını hissetti. Yere oturup kendini geri doğru bıraktı. Gecenin karanlığında bir yere gidemezdi. ****** Helen, Mustafa'nın kaybolduğunu duyunca endişe ve korku içinde kalmıştı. Hemen Lucrezia'nın yanına gitmişti. Üzerine doğru saldırdı, odasına girdiğinde. "Ona sen bir şey yaptın. Nerde söyle Lucrezia!" diye bağırıyordu. Lucrezia, Helen'in kollarını tutup ona engel olmaya çalışıyor fakat gücü Helen'e yetmiyordu. Cariyelere başıyla çıkmalarını işaret etti. "Helen delirdin mi sen? Ben bir şey yapmadım. Ben böyle kolay bir hamle yapmam. Ne yapacağım ona bir şey olması benim için iyi olmaz. Sultan bana canlı kanlı lazım. Bunu en iyi senin bilmem gerekiyor." Lucrezia'nın dedikleriyle Helen durmuştu. Lucrezia'nın dediklerinden emin olmak için gözlerinin içine baktı. Emin bakışlarından emin olunca yendini yere doğru bıraktı. Sanki gücü bitmiş gibi hissediyordu.  Mustafa'ya bir şey olma ihtimali bile Helen'in mahvediyordu. Oysa ilk duyduğu anda Lucrezia'nın yaptığını düşünmüştü. Belki de yalan söylüyor diye düşündü Helen. Ablasına güvenmiyordu. "Lucrezia sana güvenmiyorum. Senle yokum ben. Ne yapıyorsan ben yokum." dedi Helen. Yerden kalkıp odadan çıktı. Saraydan çıkıp Mustafa'yı aramak istiyordu. Arkasından gelen cariyelere doğru baktı. Burdan çıkamayacağını biliyordu. Ayağına dolanan eteklerini topladı. Hızlıca koridorda yürümeye başladı.  "Ne arıyor bu hatun burda! Ayak altında dolanmayın!" diye bağırdı bir kadın Helen'i göstererek.  Helen, kadına öfkeli bakışlarla baktı. Arkasından validen sultan gelince herkes eğilmeye başladı. Helen başını eğmeden bekliyordu. Valide Sultan, Helen'in yanında durdu, dik dik Helen'e baktı.  "Bu cüretin bir cezası var. Baş eğmeyi bileceksin ya da sana öğretmeyi iyi bilirim." dedi Helen'in yüzüne karşı valide sultan. Helen az çok ne demek istediğini anlamıştı. Sessizce baktı valide sultana, Helen.  Valide Sultan, Helen'in yanında geçip gitti. Helen arkasından baktı. Oysa ona yardım edecek tek kişi valide sultandı. Ama Helen boyun eğmek istemiyordu. Lucrezia ya da valide sultan arasından seçim yapmak zorundaydı. Valide Sultan; Helen'i, Mustafa'ya yakınlaştıracak tek kişiydi. Helen bunu aklının bir köşesine yazdı. Mustafa için hemen pes etmek istemiyor, onu kazanmak için savaşmak istiyordu. Odasına doğru ilerledi Helen. Beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Saraya bir an gelsin diye dua etmeye başladı.  Hava kararmaya başlayınca içindeki endişe gitgide büyüyordu. Gözleri durmadan balkondaydı. Dayamayıp saray bahçesine çıktı. Valide sultanın sesini duyunca onun olduğu tarafa doğru ilerledi. "Hemen hünkar oğlumu buluyorsunuz. Ormanın her yerine bakın!" Valide Sultan sinirleri tepesindeydi. Oğlunu da daha merak ediyordu. Başına bir şey geldi düşünüyor, yüreği ateş olup yanıyordu. Askerlere eliyle gitmelerini işaret etti. Geri dönüp Helen'in kendisine doğru geldiğini görünce daha da sinirlendi. "Şu hatunu gözümün önünde alın." dedi yanındaki Elif kalfaya.  Elif kalfa başını eğip Helen'e doğru ilerledi. Helen'in kolundan tutup geri doğru çevirdi.  Helen koluna yapışan kadına baktı. Hızla kolunu çekti.  Elif kalfa, Helen'in gücüne hayret etmişti. Tek bir hamleyle kolunu kurtarmıştı. Boşta kalan eline baktı, sonra valide sultana doğru Helen'i durdurmak için koştu. Helen, valide sultanın ayaklarının dibine, dizlerinin önüne çöktü. Valide Sultan ve etrafdakiler şaşkınlıkla Helen'e bakıyorlardı. "Valide Sultan." Valide sultanını dilinde konuşuyordu. "İzin verin yanınızda olayım. Sultanı merak ediyorum. Lütfen affedin beni. Her ne isterseniz yaparım." cümleler boğazında düğümleniyor ama Mustafa içi bunu yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Valide Sultan'ın eteklerinden tuttu. "Ne olur." diye yalvarıyordu. 
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD