Helen'i, cariyeler hızlıca içeri doğru cekiştirdiler. Helen ne olduğunu anlamaz bir şekilde cariyelere bakıyordu. Odanın kapısı açıldı. Yaşlıca bir kadın içeri girdi.
"Prenses bundan sonra bende size eşlik edeceğim. Adım Dilber." dedi prensesin dilinde konuşuyordu.
"Neden bağırdı Sultan?" diye sordu Helen. Merakına her defasında yenik düşüyordu. Dilber, prensesin yanındaki cariyelere sordu neler olduğunu.
"Prenses sesli bir şekilde gülmeniz Hünkarımızı sinirlendirmiş olmalı." dedi Dilber.
Helen balkona doğru baktı. Sinirle yatağa oturdu. Ellerini yumruk yapıp yatağa vurdu. Biri himayesi altında yaşamaya alışkın değildi. Üvey babası olan Kralı bile dinlemezken. Şimdi bir adamın himayesi altına girmişti. Bakışları Dilber'i buldu.
"Ben kendi eşyalarımı geri istiyorum." dedi sinirli çıkan sesiyle.
"Prenses bu maalesef bu mümkün değil. Çünkü burası hünkarımızın odası. Bir süre burda kalmanızı söyledi. Onun emri olmadan hiçbir şey yapamayız." dedi Dilber başını önüne eğerek. Helen yataktan kalktı.
"Ben bu odada sultan ile birlikte mi kalacağım." diye sordu Helen. Dilber bir şey diyemedi. Mustafa sadece bu odaya getirmelerini söylemişti.
********
Güneş batmış, hava kararmıştı. Mustafa üşüdüğünü hissedince oturduğu yerden kalktı. Saraya doğru adımlarken valide sultanın geldiğini görünce durdu.
"Validem?" validesinin yanına doğru yürüdü Mustafa.
"Hünkar oğlum. Bir şey duydum, duyduklarım dilerim ki doğru değildir. Prenses sizin odanızda kalıyormuş?" söylediği cümle soru sormuştu aslında valide sultan.
Mustafa ellerini arkasında birleştirdi. Validesine biraz daha yaklaştı.
"Doğru validem. Sarayda benim odamdan başka bir odada kalınca kaçıyor. Bundan sonra benimle aynı odada kalacak." dedi Mustafa sessizce.
"Oğlum bu zinhar doğru değildir." diye uyarı dolu bakışlarla Mustafa'ya bakıyordu Valide Sultan.
"Unutmayın ki onun saraydan kaçması bizim için bir tehdit oluşturuyor. Hem prenses benim esirim olduğuna göre hareme de girebilir. Başka bir sorunuz yoktur diye düşünüyorum. Devlet işleriyle ilgilenmem gerek malumunuz." Mustafa bir cevap beklemeden validesinin yanından ayrıldı.
Birisinin ona karşı gelmesi Mustafa'nın hoşuna gitmiyordu. Helen'in sarayda kaçmaması için odasında kaldığı söylemişti. Kendi odasında kalması da hoşuna gidiyordu. Kendine baş kaldırmasına kızsa da onunla sinirlendirmek Mustafa'yı eğlendiriyordu.
Odasının kapısının önünde durdu. Arkasını döndü.
"Söyleyin akşam yemeğini erken getirsinler." dedi askerlere. Açılan kapıdan içeri girdi. İçerdeki cariye oturdukları yerden kalkıp egildiler. Helen minderlerin üzerinde oturuyordu. Kalkmaya niyeti yoktu.
Mustafa boğazını iki kere temizledi. Kalkmasını istiyordu. Dilber hatun, Helen'in kolunu tutunca Helen konu çekip kurtardı. Mustafa'ya öfkeyle bakarak ayağa kalktı. Dilber hatun eğilmesi için işaret etti. Helen hafifçe başını eğdi.
Mustafa, Helen'in yanına geldi. Cariyelerin başı eğikti. Mustafa eliyle dışarı çıkmalarını işaret etti. Cariyeler dışarı çıktı.
"Sizi bu duruma alıştırmak zor olacak sanırım prenses. Ama ya alışacaksınız." dedi lafının devamını getirmedi. Helen bakışlarını Mustafa'ya çevirdi.
"Ya da?" bir cevap bekliyordu Helen.
"Ya da alışmak zorunda kalacaksınız başka çareniz yok." dedi Mustafa. Yerdeki minderlerin üzerine oturdu. Helen tam yayından ayrılacakken Mustafa kolundan tutup yanına çekti.
Helen, Mustafa'yla burun burunaydı. Boğazı kurdu, yutkundu. Mustafa'nın nefesi Helen'in yüzüne vuruyordu. Mustafa gözlerinden bakıyordu. Mustafa'nın gözleri Helen'in dudaklarını buldu.
Yaşadığı şeyin etkisinden kendi alamıyordu Mustafa. Yavaşça yaklaşıp Helen'in dudaklarına bir buse kondurdu. Dudaklarının tadı Mustafa'yı gülümsetmişti. Öpüşünü devam ettirmek istedi. Helen'in kolunu bırakıp belinden tutup kendine doğru çekti.
Helen üzerindeki şaşkınlığı atamazken Mustafa'nın eli beline gidince kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlamıştı.
Mustafa dudaklarına kondurduğu küçük buse gidikçe derinleşmişti. Kapı çalınca Mustafa gözlerini kapattı, sinirli bir şekilde kendini zorla geri çekti. Bu anın bitmesini hiç istemiyordu. Karşındaki kadın kendini her haliyle hayran bırakıyordu Mustafa'ya. Mustafa içeriği girmeleri için bağırdı. Elini Helen'in belinden çekmişti.
Helen az önce yaşananlara bir anlam veremiyordu. Ellerini dudaklarını görürdü. Mustafa'ya çevirdi bakışlarını. Yanındaki minderden yavaşça uzaklaştı. Ellerini de dudaklarından çekti. Az önce olan şeyi unutmak istiyordu. İçindeki değişik hislere engel olmaya çalışamıyordu. Mustafa'nın onu öptüğüne kızması gerekirken neden hiçbir tepki vermeden öylece kalmıştı anlam veremiyordu. Oturduğu minderden kalkınca Mustafa'nın gözleri Helen'i buldu.
"Ben sizinle bu odada kalamam sultan. Ben başka odada kalırım. Bundan sonra kaçmak için herhangi bir şey yapmayacağım." dedi Helen, heyecanlı çıkan sesine engel olamadan.
Mustafa bakışlarıyla yemekleri getirenleri çıkmasını söyledi. Oturduğu yerden kalktı. Helen'in kolunu tuttu.
"Burdan tek söz sahibi olan kişi benim prenses. Siz değil, ben ne dersem o olur. Verdiğin emir üstüne söz söylemeye hakkınız yok!" son cümlede sesi çok çıkmıştı Mustafa'nın. Helen'e gözlerine öfkeyle bakıyordu. Onu öptüğü için böyle davrandığını düşününce sinirlenmişti Mustafa.
Helen az önce kendini öpen adamın birden bire bu hale nasıl geldiğine bir anlam veremedi. Kolunu Mustafa'nın elinde kurtardı.
"Size hep böyle davranacağım Sultan. Çünkü ben böyleyim ya beni bu ülkeden sürgün edin ya da bu halime katlanmak zorundasınız." dedi Helen, Mustafa'ya boyun eğmek istemiyordu. Kalbi deli korkarken deli aklına ise söz geçiremiyordu.
Mustafa, Helen'in üzerine doğru yürümeye başladı. Helen geri geri adımladı. Korkusu basının dönmesine sebep oluyordu. O kadar öfke dolu bakıyordu ki Mustafa. Sanki gözleriyle Helen'i öldürmeye çalışıyordu. Helen gidecek geri kalmamıştı son duracağı yer yatak olmuştu. Yatağa ucuna oturdu. Mustafa başını Helen'e doğru eğdi. Çenesini tuttu kaldırdı, gözlerine bakmak için.
"Prenses bana sakın bir daha karşı gelecek cümleler kurmayın. O zaman bu kadar nazik davranmam. Siz benim esirimsiniz. Ben ne dersem o olur dedim. Bu sarayda benim sözü üstüne tek bir söz bile söyleyemez buna siz bile dahil. Sizin prensesliğiniz bitti. Bu sarayda ya benimle olur gönlümü hoş tutarasınız ya da bu sarayda hiç istemeyeceğiniz yerlerde olursunuz." elini Helen'in çenesinden çekti hızla Mustafa. Öfkesine hakim olamayacağını anlayınca odan çıktı Mustafa.
Odanın dışındaki cariyeler korkuyla Mustafa'ya bakıyorlardı.
"Gözünüz üzerinden ayırmayın. Eğer Prenses bir daha kaçarsa hepinizi kellesini bizzat ellerimle alırım." dedi Mustafa, öfkesini deliye dönecek gibi hissediyordu. Odadan uzaklaştı. En uzağa gitmek istedi. Ama saray dışındanda çıkmak istemiyordu. Ne zaman saraydan çıksa Helen saraydan kaçıyordu.
Sarayın bahçesine çıktı. Gecenin karanlığı ele geçirmişti zamanı sanki. Mustafa derin derin nefes aldı. İçindeki öfkeyi yok etmeye çalışıyordu. Öfkesi bir anda çıkıyor ama bir anda yok olmuyordu.
"Yayım, okları getirin!" diye bağırdı askerlere. Öfkesini dağıtmak için kendisini yorması gerekiyordu.
Askerler yayı ve okları getirip Mustafa'ya verdiler. Mustafa eline aldığı yayı okunu yerleştirdi. Karşıya konulan putaya(Osmanlıda hedef tahtası ismi) nişan aldı. Yayı çekti, bıraktı. Ok tam nereye vurduğunu görmedi ama putayı vurmuştu. Bir tane daha ok aldı. Hızlı hızlı atıyordu, hâlâ içinde öfke etkisinde cıkamamıştı. Eline yeniden ok aldı. Yaya yerleştirdi, derin bir nefes aldı. İstediği olmayınca içindeki öfkenin alevine engel olamıyordu. Yayı çekti. Gözünün gördüğü kadarıyla tam putanın ortasına nişan almıştı. Yayı bıraktı. Ok istediği yere düşünce içine bir rahatlama hissi geldi. Emin olmak için putaya doğru ilerledi. Tam istediği yerden yere düşmüştü ok.
Mustafa sessizce odaya girdi. Epey vakit geçmişti. Helen'in uyuduğunu düşünüyordu. Düşündüğü gibi Helen yatakta uyuyordu. Üzerindeki fazlalıklardan kurtuldu. Yatağın boş olan sol tarafına doğru ilerledi. Helen'i uyandırmamaya çalışıyordu. Yorganı yavaşça açtı. Başını yastığa koydu, düz bir şekilde yatmaya çalıştı ama içindeki kıza bakma dürtüsüne engel olamıyordu. Yatağın içinde yavaş hareketlerle sağa doğru döndü.
Helen'in yüzünü görünce kalbine huzur doldu.
Sağ elini kaldırıp Helen'in yüzüne görürdü. Parmak uçlarıyla Helen'in yüzünü okşuyordu. Bembeyaz yüzü gecenin karanlığını aydınlatıyordu sanki. Elinin saçlarının üzerine götürdü. Yüzünün tam tersidi saçları, karanlık gibi simsiyah. Mustafa bu kıza hayran olmaktan kendine engel olamıyordu. Gerçek olmayacak kadar çok güzeldi Helen. Gördüğü hiç bir kadına benzemiyordu. Masum yüzü, duru güzelliği, savaşçı özelliği... Mustafa'yı her haliyle etkiliyordu.
Mustafa elini saçlarından çekti, yastığının üstüne koydu. Helen'i izliyordu, bir yanı kendine engel olmak isterken diğer yanı Helen'in güzelliğini izlemekten memnundu.
Mustafa gözlerini kapattı, korkması gereken biri olmalıydı Helen. Bu ülkenin varislerinden biriydi, en uzağında olması gerekirken Mustafa, Helen'i yatağına almıştı. İçinden bir yerlerde Helen'e karşı güven duygusu oluşmuştu. Kendini ondan uzaklaştırmak istemiyordu.
Gözlerini açıp, Helen'e biraz daha yaklaştı. Yüzü artık daha yakındı Mustafa'ya. Yastığın üstüne düşmüş saçlarına burnunu sürdü. Kokusu Mustafa'ya mest etmişti. Bu kadar kolay etkilenmeyen bir adam nasıl olmuştu da bu kadının etkisi altından kalmıştı, Mustafa bir anlam veremiyordu. Bu sıralar kendine olan hiçbir şeye bir anlam yükleyemiyordu.
"Sen bana ne yaptın böyle?" diye sordu sessiz çıkan sesiyle Mustafa. Gözlerini yeniden kapattı. Uykunun kendini esir almasına engel olamadı.
*************
Gözlerini yavaşça gün ışığıyla açmıştı Helen. Uyku mağduru sol tarafına doğru döndü. Kolunu kaldırıp sol tarafına doğru koyacakken gördüğü manzara karşısında durdu. Gözlerine inanamamıştı, gözlerini kırpıştırdı. Elini gözlerine götürüp sıktı. Yeniden açtı. Mustafa yatağın sol tarafında yatıyordu. Hemen yorganı kaldırıp üzerine baktı, giyinik olduğuna sevindi. Bakışları tekrar Mustafa'yı buldu. Yataktan kalkmaya yeltendiğinde içindeki Mustafa'ya bakma hissine engel olamadı. Geri yatağa uzandı.
Yeşilleri Mustafa bakmaktan mutluluk duyuyordu. Ellerini yüzünün altına koydu. Dün aklına geldi; elini dudaklarına koydu, gülümsedi. Bu adamdan deli gibi korkuyor ama en ilk güveneceği kişi de Mustafaydı.
Mustafa'nın gözlerini açmaya başladığını fark edince hemen yataktan kalktı. Yorganı Mustafa'nın üzerine doğru attı, Mustafa yüzünü görmesin diye elleriyle yüzünü kapattı.
Mustafa üzerine gelen yorganı eliyle kaldırdı, bakışları elleriyle yüzünü kapatmış Helen'i buldu. Helen'in şu hali yüzünü gülümsetse de, yorganı üzerine atmasına sinirlenmişti.
Mustafa da yataktan kalktı. Kapıya doğru yürüdü.
"Ağalar!" diye bağırdı Mustafa. Dışardaki askerle kapıyı açınca Mustafa odadan çıktı.
Helen ellerini yavaşça yüzünden ayırdı. Yatağa baktı, Mustafa yoktu. Oysa Helen kızacağını düşünmüştü. Arkasını döndü, demekki odadan çıkmış diye düşündü. Yatağın üstüne oturdu.
Kapı tekrar açılınca gözleri kapıyı buldu. Gelenin Mustafa olmasını istedi ama gelen Dilber hatundu. Hayal kırıklığına uğradı. Başını başka bir tarafa çevirdi. Eğer dağa fazla Mustafa'nın yanında kalmaya devam ederse kalbi daha çok kırılacaktı. Burdan kaçmayı denemiş ama başarılı olamamıştı. Bir yolunu arıyor ama bulamıyordu.
"Prenses üzerinizi değiştirelim, sonra eğitimlere başlamamız gerekiyor. Saray adabını bir an önce öğrenmeniz gerekiyor." dedi Dilber hatun. Helen yataktan Dilber hatunun yanına geldi.
"Ben saray adabını gayet iyi biliyorum bir şey öğrenmeme gerek yok." dedi Helen, kızgın bir şekilde.
"Prenses bizim saray adabımızı bilmiyorsunuz. Bizim dilimizi bilmiyorsunuz." Dilber hatun, Helen'in kendine karşı gelmesini istemiyordu. Mustafa bir an önce dilimizi öğretin demişti.
Helen bir şey demeden gelen kıyafetleri giyindi. Bu sarayda söz söylemek hakkında bile sahip değildi. Onlar ne derse yapmak zorundaydı.
Sarı rengi sevmemesine rağmen Dilberin getirdiği sarı renkli kıyafeti giyinmek zorunda kalmıştı. Sessizliğini korumak istiyordu ama içindeki kin öfkeye dönüyordu. Başına taktıkları tülbenti çıkartmak istedi fakat Dilber hatun engel oldu. Giyindigi kıyafetler fark geliyordu Helen. İlk defa böyle değişik kıyafetler giyinmişti.
"Bunları giyinmek zorunda mıyım?" diye sordu üstüne bakarak Helen.
Dilber hatun başını olumlu bir şekilde salladı. "Daha öğreneceğiniz çok şey var. Padisahımız sizi haremine aldı."
Helen harem kelimesini duyunca ürkmüştü. Bir şeyler sormak istiyor ama alacağı cevaplardan korkuyordu.
İçinde merak duygusuna engel olamadı. "Harem ne? Nasıl bir yer? Birde sarayda benim dilimi bir bilen sensin bir de sultan neden? Ben bilmiyorum."
Dilber hatun, Helen sorduğu soruyla gülümsemişti. "Benim babam yabancı dil öğrenmeye çok meraklı biriydi. O öğrenirken ben de kitaplarını karıştırır hep soru sorardım. Babam sayesinde öğrendim. Padişahımız sadece sizin dilinizi bilmiyor duyduğum kadarıyla 5 yabancı dil biliyor. Dil öğrenmeyi sevdiğinden olsa gerek. Hareme gelince de. Düşündüğünüz gibi bir yer değil. Bence siz haremi kendiniz görün. Valide sultanımız bugün bir tören düzenleyecek. Sizi onun için hazırladık zaten."
Helen duyduklarına sevinse mi üzülse mi bilmiyordu. Üzerindeki kıyafetlere baktı yeniden. Arkasında bulunan kızlar saçlarını düzeltiyorlardı. Başını üst kısma küçük bir taç taktılar.
Boynuna sürdükleri koku hoşuna gitmişti.
"Çok güzel oldunuz prenses. Güzelliğini dillere destan." dedi Dilber. Helen hayran olmuş bir şekilde bakıyordu.
"Ben bu kıyafeti beğenmedim başka bir rengi yok mu?" diye sordu. Daha fazla sarı rengin üstünde olmasına dayanamıyordu.
"Hangi renk istersiniz prenses?" diye sordu. Getirilen kıyafetleri Helen'e gösterdi. Helen yatağın üzerine renkler içinde kıyafetlere baktı. Gözleriyle aynı renkte olan elbisenin üzerinde sabit kaldı gözleri. Parmağıyla yeşil elbiseyi Dilber'e gösterdi. Dilber elbiseyi eline aldı.
Helen üzerini yeninden değiştirmişti. Yeşil kıyafet daha çok hoşuna gitmişti.
"Artık hazır olduğunuza göre hareme gidebiliriz prenses. Tören akşama doğru olacak ama valide sultan sizi görmek istiyor." dedi Dilber hatun, kapıya doğru ilerlerken.
"Valide sultan, padişahın annesi mi?" diye sordu Helen. Dilber hatun geri doğru döndü. Dudakları iki yana kıvrıldı. Başını aşağı yukarı salladı Dilber. Helen açılan kapından çıktı.
Koridor Dilber hatunun gösterdiği yere doğru gidiyordu. Oysa bu sarayı avucunun içi kadar iyi biliyordu. Her yer değiştirilmiş, eski saraydan bir eser bile kalmamıştı. Helen annesiyle günlerini geçirdiği bu sarayın her halinin değişmesine üzülmüştü. Annesini şaheserlerini bile almışlardı. Helen'in gözleri doldu. Koridorda ilerlerken durdu. Annesinin cizdiğinin tablo yoktu. Boş duvara dokundu. Kalbinde ki boşluk uçurumdan aşağı düşüyor gibiydi. Dilber hatun geldi. Yolu gösterdi yeniden. Helen gözyaşları akmasın diye başı yukarı doğru kaldırdı. Dilber hatunu takip etmeye başladı yeniden.
Büyük kapı açıldı, içerde bir sürü kız vardı. Helen'e korkuyla bakıyordu herkese. Kızlar Helen'in güzelliğine hayran kalmışlardı. Kendi aralarında Helen'i gösterip gülüyorlardı. Helen ise cariyelere endişeli, korkuyla bakıyordu. Koridorun başında bütün ihtişamıyla duran kadına gözleri ilişti. Kadın, Helen doğru adımlamaya başlayınca salonda olan kızlar sıraya girip, başlarını öne egdiklerini fark edince Helen valide sultan olduğu anlamıştı.
Valide Sultan, Helen'in önünde durdu. Karşısındaki kızın önünde eğilmesini bekliyordu ama Helen gözlerini içinde gözlerini ayırmadan bakıyordu.
"Saray adabını bilmezmisiniz?" diye sordu valide sultan. Dilber hatun, Helen hemen çevirdi Valide Sultan'ın dediklerini.
"Bilirim. Benim sarayımda benim gördüğü saray adabını bilirim." diye cevap verdi Helen. Karşındaki kadına boyun eğmek istemiyordu.