Helen olduğu yerde kalakalmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Harem dedikleri yer hakkında o kadar kötü şeyler duymuştu ki. Şimdi de hareme mi girecekti?
Cariler çıkmıştı, Helen yemeğini yiyip yatağına oturdu. Birden kapı hızlıca açıldı. Helen hemen ayağa kalktı. Adamın üzerinde asker elbiseleri vardı. Yüzünü Helen'e döndü. Telaşlı, korku dolu gözlerle bakıyordu adam, Helen'e
"Lucas burda ne işin var?" diye sordu Helen karşındaki adama.
"Prenses sizi almam için papa Matris beni gönderdi. Sizi gizli geçitten çıkartacağım." dedi Lucas. Prenses bütün askerlerin öldüğünü düşünmüştü. Karşında babasının en yakın askerini görünce şaşkınlık içinde kalmıştı.
"Lucas eğer burdan çıkarsak ikimizi de öldürürler. Burdan çıkış yok Lucas." dedi Helen, Lucas kapının yanından ayrılıp Helen'in yanına geldi.
"Prenses korkmayın bizi koruyan kişiler var sarayda. Gizli geçitten çıkacağız merak etmeyin. Sultan sarayda değil zaten." dedi Lucas. Elini Helen'e uzatmış bekliyordu.
Helen elini uzattı Lucas'a doğru. Lucas kapıyı sessizce açtı. Yerde baygın yatan iki adamı içeri doğru çekti. Helen ne yapacağını bilmiyor Lucas'ın her hareketini izliyordu.
"Hadi prenses bu pelerini giyin ve beni takip edin." Lucas elindeki siyah pelerini Helen'e uzattı. Helen siyah pelerini giyindi, başını kapattı. Odadan çıktılar. Koridorda hızlıca koşuyorlardı. Helen arkasına bakıyordu. Birileri takip ediyor olmasından korkuyordu. Eğer bir daha kaçarsa Mustafa onu öldürecekti biliyordu.
Sarayın koridoru sonunda durdular. Duvar üstünde olan meşaleyi aşağı doğru çekti Lucas. Duvar bir kapı gibi açılmaya başladı. Helen bunca senedir bu sarayda yaşıyordu ama geçidi ilk defa görmüştü.
"Hadi prenses acele etmeliyiz." dedi Lucas, prensesin kolundan tutarken. Geçitten içeri doğru girdiler. İçerdeki meşaleyi yukarı doğru ittirince geçidi kapısı kapandı. Karanlık ve uzun bir koridordu. Lucas meşaleyi eline aldı, koridorda yürümeye başladı. Helen hızlı adımlarını Lucas'ın adımların uydurmaya çalışıyordu.
Koridorun sonunda ışık görünce Helen sevinmişti. Ayaklarına kara sular inmişti. Koridor o kadar uzundu ki. Saraydan çıktıklarına emindi ama nerde olduklarını bilmiyordu.
Geçitten çıkınca birkaç tane asker kapıda bekliyordu. Helen korksa da Lucas aldırmadan yürümeye başladı. Askerler at getirdiler.
"Prenses korkmayın bunlar bizim adamlarımız. Sadece Osmanlı askeri kıyafetleri giyinmek zorunda kaldık sizi kurtarmak için." dedi Lucas. Helen başını salladı. Askerin getirdiği ata bindi. Lucas hâlâ atına binmemişti. Askerin verdiği pelerini üzerine geçirdi.
Helen uzaktan görünen saraya baktı. Sonunda tutsaklıktan kurtulduğu için seviniyor, bir daha yakalacak olmaktan ise korkuyordu. Lucas ata binince atını takip etmeye başladı Helen.
Roma sokaklarında hızlıca ilerliyorlardı. Dar sokaklardan geçerken ilerde bir hengame içerisindeydi. Lucas atını durdurdu. Helen'in yanına geldi.
"Prenses şimdi endişe etmeden ileri doğru yavaşça ilerleyeceğiz. Sultan ilerde olmalı sanırım." Lucas söyledikleriyle Helen'in kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. Endişeyle Lucas'a baktı. Lucas atını ilerleyince başında aşağı doğru eğdi. Pelerinin şapkasını aşağıya doğru çekti. Birileri bir şeyler bağırıyordu ama Helen ne dediklerini anlamıyordu. Lucas'ı takip ediyordu.
Lucas atını durdurunca Helen de durdurdu. Helen hafifçe başını kaldırdı. Bir asker vardı önlerinde. Bir şeyler söyledi asker. Helen başını aşağıya doğru eğdi.
"Hadi." Lucas'ın sesi gelince yeniden takip etmeye başladı önünde ki atı. Yanına doğru bir at yaklaşınca başını kaldırmak istedi. Korkudan kaldıramadı. Yanındaki at yavaşlayınca kendi atını dizginlerini tuttu. Başını yavaşça solunda duran ata doğru çevirdi. Atın üstünde Mustafa'yı görünce kalbi ağzına gelmişti sanki. Başını geri indirdi. Mustafa'nın bakışları farklı bir yerde olduğu için Helen'i görmemişti. Helen dizginleri gevşetti.
"Dur!" Mustafa'nın yabancı bir şey dediğini duyunca ne yapacağını bilemedi. Öndeki ata baktı.
Öndeki at geri doğru geldi. Helen başını kaldırmaya korkuyordu. Nefesinin kesileceğini sandı bir an.
Lucas kendi dilinde konuşmaya başladı.
"Sultan kardeşim hasta dilsizdir. Ne dediğinizi duymaz bile." dedi Lucas. Helen içinden dua ediyordu. Eğer şimdi burda yakalınırsa bu adam halkı içinde Helen'i rezil ederdi. Elindeki dizginleri sıkı sıkı tutuyordu.
"Gidebilirsiniz o halde." dedi Mustafa İtalyanca diliyle. Lucas başıyla selam verip atını hareket ettirdi. Helen hemen ardından gidiyordu. Etrafta bir sürü asker vardı. Her askerin yanından geçiyorlardı. Helen'in bir korkuya bile dayanacak gücü kalmamıştı.
Bir evin önüne gelince Lucas durdu. Attan inip Helen'in atından inmesine yardımcı oldu hemen. Helen attan ince başındaki pelerin şapkasını çıkardı. Evin içine girdiler. Papa kapı karşılardı Helen'i.
"Prenses sizi görmek ne güzel size bir şey oldu diye çok korktuk." dedi Papa. Helen üzerindeki pelerini çıkardı.
"Kardeşim Lucrezia onların elinde." dedi Helen. "Hemen burdan kaçıp kurtulmalıyız papa."
Papa, Helen'in oturması için işaret etti. Helen yerdeki minderlerin üzerine oturdu.
"Prenses babanız öldü. Ya yerine geçmek için savaşmalısınız ya da babanız gibi ölmeli." Helen, Papa'ya öfke dolu gözlerle bakıyordu. Oturduğu yerden rahatsız olmuş gibi kalktı.
"Bizim ülkemizi fethedecek kadar güçlü bir hükümdar ve biz onla savaşacağız öyle mi? Siz aklınızı mı kaybettiniz? Ben size kaçmayı söylüyorum. Savaş bitti ve kazanan biz değiliz maalesef papa." dedi Helen. Kapının yanındaki camdan dışarı bakıyordu.
"Eğer savaşmayı red ederseniz. Sizi sultana bırakmayız prenses biz öldürür. Halk sizi görürse savaş için bir şansımız olur. Eğer savaşmam derseniz. Ölüm emri izi bizzat ben veririm." dedi papa. Helen, Papa'ya doğru yürüdü.
"Senin karşında bir prenses var. Bu ne cüret nasıl böyle konuşabilirsin sen." dedi Helen, Papa'ya doğru parmağını sallıyordu. Lucas'a baktı. Lucas başını önüne eğmiş bekliyordu.
"Sultandan kurtuldunuz ama bana geldiniz. Artık prenses de değilsiniz. Sizi öldürmemek için tek bir sebebim var red ediyorsunuz o zaman yaşamak için bir sebebiniz kalmıyor." dedi papa alaylı bir ses tonuyla.
Helen kurtulduğunu zannederken daha kötü bir yere düşmüştü. Başını sağa sola doğru salladı.
"Lucas öldür onu." diye emir verdi papa. Helen bakışlarını Lucas'a çevirdi. Yapamaz diye düşünüyordu. Lucas başını kaldırdı. Hüzünle bakıyordu Helen'e. Belinden kılıcını çıkardı.
Helen geri geri gitmeye başladı. Duvara çarpınca durdu. Gidecek başka yeri kalmamıştı. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Biliyordu ki sözleri karşısındaki adamı durdurmazdı.
"Lucas lütfen yapma." diye bildi zor çıkan sesiyle. Lucas onu duymuyor, Helen'i üzerine doğru yürüyordu. Kılıcını kaldırdı. Helen gözlerini kapattı. Ölmek istiyor ama ölmekten bir o kadar da korkuyordu.
"Prenses son kararınız nedir? Hâlâ cevabınız aynı mı?" diye sordu papa.
Helen gözlerini açmadan başını olumsuz bir şekilde salladı.
Kapıdan sesler gelince Helen gözlerini açtı. Kapı kırılmıştı. Mustafa karşısında duruyordu. Lucas boynunda Mustafa'nın kılıcı, Helen'in boynunda ise Lucas'ın kılıcı vardı.
"Bırak elindeki kılıcı!" diye bağırdı Mustafa.
Lucas kılıcı indirdi. Mustafa sırtına koluyla vurdu. İçeri giren askerler Lucas ve Papa'yı aldılar. Helen hızlıca Mustafa'nın yanına gidip boynuna sarıldı.
"Size minnettarım sultan." Mustafa, Helen'i kendinden uzaklaştırdı.
"Bunu için bize hesap vereceksiniz Prenses." hesap soran gözlerle Helen'e bakıyordu Mustafa.
Helen gözlerinden akan yaşı koluyla sildi.
"En azından size güvenebilme şansım var sultan." dedi Helen.
Saraya gelmişti Mustafa. Son olanlar kafasını iyice karıştırmıştı. Prensesin saraydan nasıl yeniden cesaret ettiğine aklı ermiyordu. Odanın içinde volta alıyordu. Odadan çıktı. Askerler hemen Mustafa'yı takip etmeye başladılar.
"Papa, o yanındaki adamı nereyede?" içindeki öfke git gide büyüyordu Mustafa'nın.
Askerle yolu gösterdiler. Papa'yı bir mahsene kapatmışlardı. Askerler mahseni açtılar. Askerlerle birlikte mahsenden içeri girdi Mustafa. Papa ayağa kalktı.
"Prensesi neden kaçırdınız!" diye sordu Mustafa. Helen'in suçsuz olmasını duymak istiyordu. Eğer Helen kaçmamış kendi kaçmış ise Mustafa ona da ceza vermek zorundaydı. Helen'e ceza vermeye kıyamazdı. O yüzden kaçılmış olmasını diliyordu.
Papa başını kaldırdı. Mustafa'nın gözlerine nefretle bakıyordu. Karşısındaki adam onu öldürebilirdi ama papa içindeki nefreti gizleyemiyordu.
"Prensese bir teklif sunduk o da kabul etmedi. Yeniden devletimizi geri olmak için bize yardım etmesini istedik." korkmadan çekinmeden doğruları söylüyordu papa.
Mustafa sinirle gülümsedi. Papa'nın çenesini tuttu sıktı. Papa acıyla inledi.
"Bu ne cüret öyle. Bu devlet artık Osmanlı'nındır. Farkına varmadıysanız. Sizi öldürmekten başka bir çarem yok." dedi Mustafa, öfkeyle. Papa'yı ileri doğru ittirdi. Papa dengesini saglayamayıp yere düştü.
"Siz beni öldürseniz bile size karşı gelen, sizinle savaşmak için yeniden birileri karşınıza çıkacaktır. Ancak bir şekilde bu devlet sizi kabul eder." dedi papa olduğu yerden doğrulmaya çalışırken.
Mustafa bütün öfkesini bu adamdan çıkarmak istiyordu. Ama ne söylemek istediğini de merak ettiği için durdu.
"Eğer hristiyanlığı kabul ederiseniz. Bu devlet önünüzde saygıyla eğilir. Bütün dünya sizi kabul eder." dedi papa sakin bir ses tonuyla.
Mustafa, papanın gözlerinin içine bakıyordu. Dediği şeye gülümsedi. Başını iki yana salladı. Geri doğru döndü. Elini yumruk yaptı. Papa'ya doğru döndü. Yerde oturmuş Papa'nın iki yakasından tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. Papa birden ne olduğunu anlayamamıştı. Gücü isteyen bu adam teklifini kabul eder diye düşündü.
"Benim yolum hak yoludur. Kabul görmeyen kabul etmesin. Atam Sultan Mehmet bizansı nasıl ele aldı. Üstelik müslümandı. Bizim kimsenin dinine geçmeye niyetimiz yoktur papa. Ama sen gördüğüm kadarıyla ölmeyi kabul ediyorsun. O halde seni seve seve öldürürüm." belinden çıkardığı hançeri Papa'nın boynuna dayadı. Hançeri bastırdıkça papa Mustafa'nın elinden kurtulmaya çalışıyordu. Papa'nın gücü çekilince Mustafa elindeki adamı bıraktı. Papa, Mustafa'nın ayakları dibine düştü. Mustafa ayağıyla adamı ileri doğru itti. Mahsenden çıktı.
"Dışarda askerler hazır olsun dövüş için." dedi. Daha içindeki öfke yok olmamıştı.
Odasına çıkıp üzerini değiştirdi. Saray bahçesine indi. Askerler Mustafa'yı bekliyorlardı. Kaftanın üzerinden çıkardı. Kılıcını aldı eline. Askerlerden biri çıktı karşısına.
"Bir kişi daha çıksın." diye emretti. Bir asker daha geldi. Kılıçlarını çıkardılar. Mustafa doğru saldırdı ikisi de.
Mustafa kılıcının gücünü kullanıyor askerlerin dengelerini kaybettirip dirseğiyle sert darbelerle vuruyordu. Öfkesi her hamlesiyle yerle bir oluyordu. Öfkesi azaldıkça kendini yavaşlattı. Son hamlesiyle askeri yere düşürdü. Yorgunluktan nefes nefese kalmıştı. Vücudu terden sırılsıklam olmuştu.
Kılıcını kınına koydu. Nefeslerini düzene sokmaya çalışıyordu. Kolunu alnına götürüp, alnından akan terleri sildi. Yerden kalkmaya çalışan askerlere baktı. Karşısındaki silahtara gözleri kaydı.
"Askerle böyle mi eğitiliyor silahtar." diye çıktı nefes nefese çıkan sesiyle Mustafa.
"Hünkarım size hürmet ettiklerinden bir şey yapamıyorlar." diye cevap verdi Silahtar Osman.
Mustafa nefesini düzene sokunca olduğu yerden hareket edip kaftanın eline aldı. Bahçede minderlerin olduğu yere doğru ilerledi. Minderlerin üzerine oturdu. Önüne koyulan meyvelerle donatılmış tepsiye baktı. Üzüm yemeye başladı.
Mustafa geri doğru yaslandı, gözlerini kapattı. Bu şehre geldi geleli çok yorulmuştu. Rüzgarın hafifçe esmesi Mustafa'yı serinletmişti. Dudakları iki yana kıvırıldı. Ohhh diye derin bir nefes verdi. Helen'in o evde kendisine sarıldığı anı gelmişti aklına. Gülümsemesi gittikçe arttı. Sesli bir şekilde gülmeye başladı. Kalbinde kıpırtılar sanki kendisini gıdıklıyordu.
Gözlerini aniden açınca gülmesi durdu Mustafa'nın. Saraydan iki kere kaçmaya çalışmış biri yeniden kaçmayı deneyecekti. Mustafa'nın aklına gelince başını saraya doğru çevirdi. Eğer o atın üzerinde Helen'in ellerini görmeseydi belki de şimdiye kızı öldürmüşlerdi. Düşüncesi bile Mustafa'yı hüzne boğuyordu. Helen'i kendi kontrol etmesi gerekiyordu. Saraydan bir daha kacmaması gerekiyordu. Şimdi ne yapıyor diye düşünmeden edemedi Mustafa. Kimbilir Mustafa'ya ne kadar kızıyordu.
Mustafa uzandığı minderlerin üzerinden kalktı. Tepsiden bir salkım üzüm alıp yemeye başladı. Güneş yeni batmaya başlıyordu. Manzarası bile çok güzel görünüyordu. Günbatımı izlemek Mustafa huzur vermişti.
*******
Helen eski odasına getirilmişti. Her şey değiştirilmesi Helen'i üzmüştü. Peşinde iki tane cariye vardı. Helen nereye adım atsa onlarda peşinden gidiyorlardı.
Helen balkona çıktı. Günbatımını izlemek istiyordu. Gözleri bahçedeki Mustafa'ya denk geldi. Minderlerin üzerinden oturmuş o da günbatımını izliyordu. Helen bakışları Mustafa'nın üzerinden çekti. Güneşe doğru döndü yüzünü. Balkonun uçuna kadar geldi. Ellerini balkon kenarlarına koydu. Derin bir nefes aldı. Güneşin batımı hoşuna gidiyordu. Bu olanlardan sonra bir tek Helen'e şu an olduğu durum mutlu edebilmişti.
Helen arkasını döndü. Cariyeler, Helen'den gözlerini ayırmıyorlardı. Güzelliğine hayran kalmışlardı. Güneş sanki yüzünü parlatıyordu, gözleri değerli bir taş gibi parlıyordu. Helen gülümseyince cariyeler de güldüler. Eliyle yanına gelmelerini işaret etti. Cariyler, Helen'in yanına geldiler. Helen dillerini bilmediği için eliyle işaretler veriyordu. Batan güneşi gösterdi cariyelere. Cariyelerin gözleri bahçede oturmuş Mustafa'ya kaydı. İkiside korkuyla birbirine bakmaya başladı. Balkon kenarından geri çekildiler.
Helen cariyelerin geri çekildiklerini görünce onlara doğru baktı. Başını ne oldu der gibi salladı. Cariyeler bahçede olan Mustafa'yı gösterdiler. Helen, Mustafa'nın olduğu yere baktı.
"Heyyy Sultan. Günbatımını izlemek istiyoruz." diye bağırdı bahçede yatan Mustafa'ya, Helen.
Mustafa oturuduğu minderlerden doğrulup sesin geldiği yere doğru baktı. Helen'i görünce gülümsemesine engel olamadı. Elini günbatımını doğru uzattı Mustafa.
"İzle öyleyse prenses." diye yanıt verdi Mustafa.
Helen geri dönüp cariyelere baktı. Cariyeler kendi aralarında gülüşüyorlardı.
"Benim yanıma gönderdiğin kızlar senden korkuyorlar o yüzden izleyemiyoruz." diyerek yeniden bağırdı Helen.
Mustafa önüne döndü. Cevap vermek yerine manzaranın keyfini çıkarmayı tercih etmişti.
"Sultan ne diye inat ediyorsun. Sarayın başka güzel manzaraları varken ne diye benim tek manzaram olan yerdesin." diye sordu Helen. Bağırmaktan boğazı ağrımıştı.
Mustafa doğrulup tekrar geri doğru baktı. Güneşin yüzünü aydınlatıyordu sanki Helen'in. Bu kıza hayran olunası bir güzelliği var diye düşündü Mustafa.
"Ben de sarayın bu manzarasını beğendim prenses." cevap verip hemen önüne doğru döndü. Güneşi izlemek yerine Helen'i izlemeye devam edecekti. İçinde bir yerlerde engel olmadığı bir şeyler vardı.
"Ne huysuz bir şeysin öyle. O kadar güzel yer varken burda inadından duruyorsun kesin." bu sefere bağırmamıştı Helen ama Mustafa ne dediğini duymuş, cevap vermemişti.
Helen geri doğru dönüp cariyeleri ileri doğru çekti. Cariyeler ne yapacaklarını bilmez bir şekilde kendilerine baktılar. Sonra korkuyla Helen baktılar. Helen kızlara baktı. Mustafa'ya doğru dilini çıkardı.
"Görmüyor işte anlayın." dedi kendi diliyle ama cariyeler bir şey anlamamışlardı. Üçü birden gülmeye başladı. Cariyelere sesleri Mustafa'ya gitmesin diye elleriniyle dudaklarını kapatıyorlardı. Helen korkmadan sesli bir şekilde kahkaha atıyordu.
Mustafa'nın kulağına Helen'in gülüşü gelince sinirlendi hızlıca arkası döndü.
"Prensesi içeri götürün!" diye bağırdı Mustafa.