19. Bölüm

840 Words
19. BÖLÜM: EMRİN ALTINDAKİ KALP ( DEVAM) Revir kapısının önünde durdu. Nefes aldı. Veremedi. “Toparlan,” dedi kendine. “Komutan o. Sen asker. Sen… Ali’sin.” Kapıyı tıklattı. “Gir,” dedi içeriden tanıdık o ses. Ali içeri girdi. Emre masanın arkasında ayakta, evraklara bakıyordu. Başını kaldırdığında, gözleri doğrudan Ali’ye saplandı. “Karaca,” dedi. “Gel.” Ali yaklaştı. Ellerini yanına kilitledi. “Omzunu kontrol edecektik. Dün açtığımız bandajdan sonra ağrı, sızı, morarma arttı mı?” “Hayır, komutanım,” dedi Ali. “İyi.” Emre’nin bakışları, cevabından tatmin olmamış gibiydi. “İyi dediğin şey, askeriyede çoğu zaman ‘idare eder’ demektir. Ben net duymak istiyorum. Sağlamsan eğitimde sınarım, değilsen rapor veririm. Hangisi?” “Sağlam,” dedi Ali. İnatla. Emre başıyla sedyeyi işaret etti. “Şapka, ceket. Çıkar.” Ali, her düğmede sanki bir kimliğini çözüyor gibi hissetti. Şapka çıktı, üniforma açıldı, gömlek yakası gevşedi. Bandaj, beyaz bir sır gibi ortaya çıktı. Emre yaklaşırken, aralarındaki mesafe kapandı. Bu kadar yakından en son ne zaman görmüştü Emre’yi? Aklına lise bahçesi geldi. Emre’nin eğilip tokayı uzattığı, “Senin yüzünden” diye gülümsediği gün. O zaman aralarında demir yoktu. Ne rütbe vardı ne emir. Sadece aynı yaştan iki kalp. Şimdi… Aralarında sadece bir adım vardı. Ama o adımın içine sığan koca bir yasak. “Bandajı aç,” dedi Emre. Ali’nin elleri titredi. Ucundan gevşetmeye başladı. Her tur çözüldükçe, yıllardır bastırdığı nefes de çözüldü sanki. Göğsü hafifledi, korkusu ağırlaştı. Emre, sabırsız görünmeden uzandı. “Ver, ben açayım,” dedi. “Bu kadar kendine acı çektirme. Sakladığın şey… bazen daha fazla ağrı yapar.” Ali, cümlenin altında yatanı duydu. “Sakladığın şey.” Emre sadece morluktan bahsediyordu belki. Belki de… Yalnızca morluktan. Ama Aylin, bandajın altında saklanan asıl şeyi biliyordu: Vücudunu erkek gibi göstermeye zorlayan katmanları. Kadınlığının izlerini bastıran o çaresiz önlemleri. Bandaj açıldığında, Emre gözlerini omuza sabitledi. Profesyonel. Dikkatli. Ama bir an… Bakışı kaydı. Göğüs kafesinin çizgisine. Sonra sanki yakalanmış gibi hızla tekrar omuza döndü. “Nefesin hızlandı,” dedi, sakin bir sesle. “Bu kadar dokunmaya duyarlı mısın?” Ali, boğazını yuttu. “Yorgunluk komutanım,” dedi. “Parkurdan kaldı.” Emre bir süre sustu. Sonra parmak uçlarıyla mor bölgeyi yokladı. “Burası bir süre daha hassas kalacak. Ama kemiğin, tendonun sağlam. Bandajı bu kez ben saracağım.” Yeni bandajı aldı. Sardıkça konuştu: “Karaca… Bazı askerler vardır, emre uyarken kendini yok eder. Bazıları da kendini korurken emre direnir. Sen ikisinin arasına sıkışmış gibisin.” Ali, başını kaldırmadı. Gözlerini yerdeki bir çizgiye sabitledi. “Emredersiniz komutanım,” dedi sadece. Emre bandajı bitirip düğümledi. Sonra yarım adım geri çekildi. “Bak,” dedi. “Sana ilk geldiğin gün bir şey demiştim: ‘Henüz’.” Ali’nin kalbi yer değiştirdi sanki. “Henüz seni tam okuyamıyorum,” diye devam etti Emre. “Ne saklıyorsan, neyinle savaş veriyorsan… İki şeyden biri olursun bu düzende: Ya dağ gibi dik durursun, ya da kendi ağırlığının altında gömülürsün. Arası yok.” Ali, içinden “Ben zaten gömüldüm,” diye düşündü. “Eski adıma.” Ama dışından tek bir cümle çıktı: “Dağ gibi durmaya çalışacağım komutanım.” Emre başını salladı. “Güzel,” dedi. “Çıkabilirsin.” Ali kapıya yöneldi. Tam çıkacakken Emre’nin sesi bir kez daha geldi: “Karaca.” Omzunun üzerinden geriye baktı. “Evet komutanım?” Emre, gözlerini kısa bir an onun yüzünde tuttu. Sonra tuhaf, çok hafif bir tereddütle sordu: “Biz… Daha önce bir yerde karşılaştık mı?” Dünya bir anlığına durdu. Aylin’in içinden, lise bahçesi, mavi toka, duvar dibi sohbetler, askeri okul broşürü geçti. “Evet,” diye haykırmak istedi. “Yıllarca aynı sokaktan geçtik. Sen benim bütün gençliğimin sebebiydin.” Ama Ali’nin dudaklarından çıkan tek kelime oldu: “Hayır komutanım.” Emre başını hafifçe eğdi. “Öyle mi…” diye mırıldandı. “Demek benzetiyorum.” Gülümsedi. Ama bu gülümseme, Aylin’in bildiği eski gülümsemeden daha yorgundu. “Tamam,” dedi. “Git. Eğitim kaçmaz.” Koğuşa döndüğünde, içerdeki gürültü ona su gibi geldi. Normal. Sıradan. Gürültü, içindeki fırtınayı bastırıyordu. Yatağına oturdu. Kimseye bakmadan, yastığının altına elini uzattı. Orada, kışlaya gelirken sakladığı o ince kart duruyordu. Eski lise kimliği. “AYLİN KARACA.” Fotoğraftaki kız, saçları omzuna düşmüş, gözlerinde saf bir heyecan. Arka planda okul koridoru. Ali (Aylin ) kartı eline aldı. Parmaklarıyla ismin üzerinden geçti. Sonra cebinden resmi askeri kimliğini çıkardı. “ALİ KARACA.” İki kartı yan yana koydu. Birine uzun uzun baktı. Diğerine kısa. “Sen,” dedi içinden, Aylin’e. “Onun hayaline inanıp yola çıkan kızdın.” Emre’nin sesini duydu zihninde: “Sen fazla insansın Karaca.” Belki de haklıydı. Fazla insandı. Fazla isim. Fazla sır. Fazla sevda. Kartları yeniden yastığın altına koyarken, kendi kendine fısıldadı: “Emre… Sen bana ‘henüz’ dedin ya… Ben de kendime diyorum ki: Henüz bitmedim. Henüz söylemedim. Henüz hiçbir şey sensin diye bağırmıyor bu üniforma.” Koğuş yavaş yavaş geceye dönerken, horultular, fısıldaşmalar, ranzaların gıcırtısı arasında Aylin (Ali ) gözlerini tavana dikti. Bir emir gibi değil… Bir söz gibi tekrar etti: “Dayan.” Komutana değil. Kalbine. Çünkü en zor emir, İnsanın kendi ismine verdiği emirdi: “Sus. Ama var ol.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD