8. Bölüm

1101 Words
8. Bölüm Erkek Olmanın Ağırlığı Gece, koğuşun üstüne ağır bir örtü gibi serildi. Lambalar kısılmış, duvarların sarı ışığı yorgun bir ay gibi solmuştu. Ali sırtüstü yatıyordu; gözleri tavana kilitlenmiş, nefesini sayıyordu. Her nefes alışında göğsündeki bandaj, sanki içinden bir sır sızacakmış gibi biraz daha sıkılaşıyordu. Uyumak istiyor ama zihninin kapıları kapanmıyordu. Koğuş, horultular ve dönüp duran yatak gıcırtılarıyla doluydu. Birileri rüyasında koşuyor, birileri bağırıyor, birileri sövüyordu. Ali ise hiçbiri yapamıyordu. O, uyanıklığın içindeki o garip boşlukta asılı kalmıştı. İnsan uyumazken nerede durur? Zihnin kıyısında, kalbin gölgesinde mi? Oradaydı işte. “Erkek olmak…” diye geçirdi içinden. Bu kelime, burada başka bir anlama geliyordu. Çarşıdaki afişlerdeki gibi parlak değildi; babaların söylediği gibi “adam olmak” da değildi. Burada erkek olmak, susmak demekti. Canın yanarken dişini sıkmak. Düşerken ses çıkarmamak. Korkunu göğsüne bastırıp, yüzüne maske takmak. Erkek olmak, kanını göstermemekti. Sanki kan, zayıflığın koku gibi yayılmasıydı. Ali, çocukluğunda bu kelimeyi farklı duymuştu. Mahallede “erkek ol” demek, ağlama demekti. Ama burada “erkek ol”, ağlamayı aklından bile geçirme demekti. Ağlamak, yalnızca yasaktı; varlığı bile suçtu. Birinin gözlerinin kızarması, bandajın biraz kayması, omzunun titremesi… Hepsi açığa çıkmış bir sır gibiydi. Göğsündeki bandajı hissetti. Sanki bandaj, derinden gelen bir fısıltıyı susturmak için sarılmıştı. O fısıltı, “Sen kimsin?” diye soruyordu. Ama burada bu sorunun cevabı yoktu. Cevap vermek bir lüks gibiydi; buradaki en pahalı şey buydu. Kimliğin. Kendi adın. Kendi yüzün. “Erkek olmak demek, görünmez olmak mı?” diye düşündü. Görünmez olmayı yıllar önce öğrenmişti zaten. Sınıfta en arkaya oturarak. Evde sessiz yürüyerek. Aynaya bakarken bile gözlerini kaçırarak. Ama burada görünmez olmak da yetmiyordu. Burada erkek olmak, görünmezken aynı anda görünür olmaktı. Hem yoktunuz hem de herkese hesap verirdiniz. Serdar’ın sesi kulaklarında çınladı. “Bir elimle havaya kaldırırım bunu.” Bu, sadece bir tehdit değildi. Bu, bir hüküm gibiydi. Seni ölçen bir tartı. Boyunu, kilonu, sesini, bakışını tartan bir teraziydi. Tartının bir kefesinde bedenin, diğer kefesinde utancın vardı. Hangisi ağır gelirdi? Ali bunu henüz bilmiyordu. Belki de öğrenmek istemiyordu. Bahadır, yan yatmış uyuyordu; nefesi düzenliydi. Kerem ve Onur’un yatakları birer gölge gibi karanlığa gömülmüştü. Ali, yalnız olduğunu düşündü. İnsan bir koğuş dolusu adamın içinde nasıl bu kadar yalnız olabilirdi? Belki de erkek olmanın ilk dersi buydu: Kalabalıkların içinde tek başına kalmayı öğrenmek. “Erkek olmak…” diye tekrar etti. Bu kelime, dişlerinin arasında acı bir taş gibiydi. Yutamıyordu, tüküremiyordu. İçine oturmuştu. Mideni bulandıran bir ağırlık, omuzlarına çöken bir çuval gibi. Erkek olmak, yük taşıyıcı olmaktı. Başkasının yükünü bile, kendi yükünmüş gibi sırtlanmaktı. Üstelik teşekkür beklemeden. Emre’yi düşündü. Gözlerindeki o tuhaf ciddiyet, sanki her şeyi biliyormuş gibiydi. “Kendinden mi?” demişti Aylin, kendinden korkar mıydı? Kendi kalbinden? Kendi bedeninden? İnsan kendi varlığından nasıl korkardı? Ama korkuyordu işte. Bedeninin onu ele veren bir ihanet gibi durmasından korkuyordu. Bir bakıştan, bir kelimeden, bir kahkahadan… Birinin onu “okumasından” korkuyordu. Erkek olmak burada, okunmamaktı. Harflerinin sökülmesi, cümlelerinin yırtılmasıydı. İçindeki romanın yakılmasıydı. Sadece kapak kalırdı geriye. Sert bir kapak. Soğuk bir kapak. Aylin, ergenliğinde aynanın karşısında durduğu anları hatırladı. Boynundaki kemik, omuzlarının dar oluşu, göğsünün inceliği… “Erkek gibi değil” diyen bakışları. O zamanlar anlamamıştı. Şimdi burada tüm anlamı iliklerinde hissediyordu. Erkek gibi olmak, sanki bir kalıp gibiydi. O kalıba girmeyen her şey kesilir, törpülenir, kırılırdı. Burada erkek olmak, kırıldığını belli etmemekti. Dizlerin parçalanırken yürümekti. Nefesin boğazında düğümlendiği hâlde şarkı söylemekti. Kalbin çığlık atarken sessizce sıraya girmekti. Erkek olmak, kendi cenazeni omuzlamak gibi bir şeydi. Her gün biraz daha ölür, her gün biraz daha yaşardın. Bu da ayrı bir çelişkiydi. Ali, göğsüne bastırdığı elini gevşetti. Bandajın altındaki yara, sanki varlığını hatırlatır gibi sızladı. Yara… Evet, o kelime kurtarıcıydı. Yara izi bir bahaneydi. İnsan burada ancak yaralarıyla kabul görüyordu. Yaralıysan gerçektin. Sağlamsan şüpheliydin. Ama onun yarası görünmüyordu. En acısı da buydu. “Erkek olmak demek, kanıtlamak zorunda olmak,” diye düşündü. Sürekli. Durmaksızın. Ne kadar koşsan da, ne kadar sıksan da dişlerini, birileri her gün yeniden tartardı seni. Bir gün güçlü sayılırsın, ertesi gün yerin dibine sokulursun. Erkeklik, bozuk bir teraziydi; sana asla adil davranmazdı. Uyku uzaklaştıkça, düşünceler daha da şiddetlendi. Ali, annesinin sesini hatırladı. “Üşütme,” demişti bir gün. Üşütmek… Burada kimse üşütmüyordu. Soğuk, kemiklerine kadar işliyordu ama kimse görmüyordu. Erkek olmak, üşümemek değildi; üşüdüğünü saklamaktı. Bir an, Emre’nin “onlara yalan söylediklerini göster” deyişini düşündü. Yalan mı? Bu kehanet mi? Yalanın bir ağırlığı vardı; ama gerçeğin ağırlığı daha fazlaydı. Hangisi insanı ezerdi? Belki de erkek olmak, iki ağırlık arasında dengede kalmaya çalışmaktı. Bir ipin üzerinde yürür gibi. Ali, burada erkek olmanın ayrı bir dili olduğunu fark etti. Bakışların dili. Çeneyi kaldırmanın dili. Susmanın dili. Gülüşlerin bile farklı bir ağırlığı vardı. Burada gülmek, meydan okumaydı. Burada ağlamak, teslimiyet. Ve teslimiyet, ölüm gibiydi. “Ben teslim olmayacağım,” dedi içinden. Ama bu cümle de yorgundu. Direniş bile burada yoruyordu insanı. Direnmek için kas değil, kalp gerekiyordu. Kalp… O ise incelmişti. İncelmek bıçak gibiydi; kesiyordu. Erkek olmak, Ali’nin zihninde bir dağ gibi yükseliyordu. Tırmanması gereken bir dağ. Ama o dağ, taş değil; bakışlardan, sözlerden, kahkahalardan oluşuyordu. Kaydıkça kanıyordun. Ama kimse bandaj sarmıyordu. Ali, nefesini tuttu. Bir an için, “Bıraksam mı?” diye düşündü. Bu ağırlığı… Bu suskunluğu… Bıraksam mı? Ama bırakmak da erkekçe sayılmazdı burada. Bırakmak, kaçmak demekti. Kaçmak ise en büyük günahtı. Kendi kendine fısıldadı: “Erkek olmak, kaçamamakmış.” Bu cümle, kalbinin ortasına düştü. Kaçamamak… İnsan kaçamadığında ne olur? Ya savaşır ya taş kesilir. Hangisi olacaktı? Ali, taş olmak istemedi. Taş, soğuğu hissetmezdi belki; ama sevmezdi de. Sevmenin ağırlığını taşımak, erkek olmanın bir başka cezasıydı. Seversen zayıftın. Seversen açıkta kalırdın. Ama Ali, sevmeyi bırakmak istemiyordu. Kendini bile sevmekten vazgeçmek… Bu, gerçekten ölmekti. Dışarıdan bir nöbetçi düdüğünün sesi geldi. Gece bölündü. Bir yerlerde dünya akıyordu. Ama bu koğuşun içinde zaman asılıydı. Erkeklik zamanı. Ağırlık zamanı. Ali gözlerini kapadı. Kulağında Emre’nin sesi çınladı: “Bazıları bedenleri iri diye güçlü sanır, bazıları ise… içindeki ağırlığı taşımayı öğrenir.” Bu cümle, onun gecesine bir ışık gibi düştü. Zayıflık başka bir biçimde güç olabilirdi. Belki de erkek olmak, sadece sert olmak değildi. Belki erkek olmak, ağırlığı taşıyabilmekti. Ama kimse görmese bile. “Ben taşırım,” dedi içinden. Kime söylüyordu bilmiyordu. Kendine mi? Emre’ye mi? Karanlığa mı? Ama söyledi. Ve bu söyleyiş, içindeki taşları biraz hafifletti sanki. Uyku, nihayet yaklaşır gibi oldu. Kapının eşiğinde bekleyen bir misafir gibiydi. Ali, gözkapaklarının ağırlaştığını hissetti. Son düşüncesi, erkekliğin bir unvan değil, bir yük olduğu oldu. Ve bazı yüklerin insanı ezmek için değil, insanı büyütmek için var olduğu… Uyku onu alırken, göğsündeki bandaj ilk kez bu kadar canını yakmadı. Sanki yara, iyileşmek için izin istemişti. Ali buna razıydı. Erkek olmak zor bir şeydi. Ama Emre’yi bir daha görebilmek için katlanmak zorundaydı. Ve belki de en büyük cesaret buydu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD