14. Bölüm
Nefesin Ölçüldüğü Sabah
Düdük sesi koğuşun tavanına çarpıp geri döndü.
Sanki biri, sabahı değil de kalpleri uyandırmak için öttürmüştü onu.
Ali gözlerini zaten açık halde yakaladı o sese.
Hiç uyumamıştı.
Göğsüne bastırdığı elini yavaşça çekti.
İnce plastik, hâlâ teninin üzerindeydi.
Hâlâ sıcaktı.
Aylin.
O isim, kalbinin en dip yerinde yankılanırken “Ali Karaca!” diye bağıran bir ses, sabahın gerçeğini hatırlattı.
“Uyan uyan, kalk kalk!”
Bahadır, her zamanki gibi yatakların arasından geçiyor, ayak parmaklarına vura vura herkesi kaldırıyordu.
Ali doğruldu.
Başının içinde, bütün gece dinlenmemiş düşünceler uğulduyordu.
Dolap…
Kalbi…
Kimlik…
Emre…
Ekrem…
Her şey üst üste binmiş bir dosya yığını gibiydi. Birini çekse, hepsi yere saçılacak gibi.
“Karaca, duvara değil, hayata bak,” diye homurdandı Bahadır yanından geçerken. “İçtima var, uyku yok.”
Ali gözlerini kırpıştırdı, hızlıca botlarına uzandı.
Her hareketini ölçerek yapıyordu artık.
Eğilirken…
Ayağa kalkarken…
Montunu giyerken…
Göğsündeki kartın yer değiştirmemesine çalışıyordu.
Sıradan bir sabah hareketi bile artık bir operasyondu.
Koğuş, birkaç dakika içinde gürültüyle doldu.
Yataklar toplandı, çarşaflar askeri bir öfkeyle çekiştirildi, dolap kapakları açılıp kapanırken çıkan metal sesleri, Ali’nin sinirlerini okşayan tırnaklar gibiydi.
“Bugün kafadan ani teftiş kokuyor ha,” dedi Bahadır, dolabının önünde kemerini bağlarken. “Dün gece Ekrem’in suratı böyle… böylesine yamulmuştu.”
Elini yüzüne götürüp bir ifade yaptı.
Ali, içinden buz gibi bir şeyin aktığını hissetti.
Ani teftiş.
Dolaplar.
Katlamalar.
Kıyafetler.
Ve dün gece…
Dolabın önünde elini çekmeceden çekmeyişi.
Ekrem’in bakışı.
“Sabah görüşürüz, Karaca. Dolabını da hazır tut.”
Söz, sanki hâlâ kulak zarına çakılıydı.
“Ne o lan, suçüstü mü yakalandın?” diye güldü Bahadır, onun donukluğunu fark edip. “Yastığın altına favori çorabını mı sakladın?”
Ali gülümsemeye benzeyen bir şey yaptı.
“Yok,” dedi. “Artık yırtık çorap bile saklamıyorum.”
Kendi cümlesi, içinde garip bir yankı yaptı.
Artık hiçbir şeyi “orada” saklamıyordu.
Bahadır omzuna hafifçe vurdu.
“Boş yapma da, sıraya geçerken bari ayakların aynı numarayı saysın. Dün sayımda komutanın gözü yine senin üstündeydi.”
“Fark ettim,” diye düşündü Ali.
Fazlasıyla.
Koğuş kapısı açıldığında, koridorun soğuğu içeri doldu.
Nemli beton kokusu, ince bir sis gibi ciğerlerine yürüdü Ali’nin.
Herkes içtima alanına doğru yürürken, o göğsünde taşıdığı küçük dikdörtgeni düşünüyordu.
Kimlik.
Dolabında olsaydı…
Şu an nabzı bu kadar hızlı atmayacak mıydı gerçekten?
Yoksa…
Sadece başka bir korkuyu mu tercih etmişti?
Kendi üstünde saklamak, “yakalanırsam bari benden çıksın,” demekti.
Ama bu…
Tam olarak ne anlama geliyordu?
Yakalanmak.
Yakalanırsa ne olacaktı?
“Sivil kıyafetle yakalanmış bir kaçak gibi davranmazlar,” diye geçti içinden. “Bu başka bir şey.”
Bu, varlığı sorgulanan bir kimliğin suçlanmasıydı.
Sıraya girerken, göğsündeki ağırlığı daha da hissetti.
En önde uzun boylular, arkada kısalar…
Ali, orta sıralarda bir yere yerleşti.
Koğuşun önündeki beton alan, sabahın gri ışığıyla yıkanıyordu.
Gökyüzü ne tam mavi, ne tam karanlıktı.
Ara renk.
Kararsız.
Tam Ali gibi.
“Dikkat!”
Komut yankılandığında herkes bir anda dimdik durdu. Omuzlar geriye, çeneler hafif yukarı…
Ali de aynı anda doğruldu ama içindeki iskelet hâlâ oturuyor gibiydi.
Ekrem göründü.
Adımları, dün gece dolabın önünde attığı adımların devamı gibiydi.
Sanki sahne yarıda kesilmiş, şimdi kaldığı yerden oynatılıyordu.
Bakışı sıranın üzerinden yavaşça gezindi.
Her bir askere tek tek takıldı.
Sanki bir yüz arıyormuş gibi değil…
Bir hata arıyormuş gibi.
Ali’nin boğazı kurudu.
Yutkundu ama tükürüğü bile yoktu sanki.
Ekrem tam onun hizasında bir an durdu.
Göz göze gelmediler.
Daha doğrusu, Ali cesaret edip bakmadı.
Ama adamın bakışının üzerinden geçtiğini hissetti.
Sanki alnına değen soğuk bir cetvel gibiydi.
“İçtima sonrası dolap teftişi,” dedi Ekrem, sesi avlunun duvarlarına çarpıp tekrar geri dönen bir taş gibiydi. “Hazırlıklı olun. Eksik, dağınıklık, uygunsuz eşya görmek istemiyorum. Gören ben olursam…”
Cümleyi tamamlamadı.
Gerek yoktu.
Tehdidin ucu, herkesin boğazına aynı anda dayanmıştı zaten.
Ali, göğsündeki kartın kenarının cildini çizdiğini hissetti.
Sanki içeriden biri, “buradayım” diye tırnaklıyordu.
“Dağıl!”
Sıranın içinden bir anda hareketlenme oldu.
Nefesler rahatlar gibi yaptı ama Ali’ninki rahatlamadı.
Asıl, şimdi başlıyordu.
Dolapların önünde tekrar dizildiklerinde, koğuş garip bir mezar sessizliğine büründü.
Metal kokusu, deterjan, nem… Hepsi birbirine karışmıştı.
Ekrem, kapının önünde ellerini arkasında kenetlemiş duruyordu. Yanında bir çavuş vardı; elinde liste, kalem.
“Numaraya göre dolap teftişi,” dedi. “Sırayla. Dolabın başına geçeceksin, kapakları açacaksın, çekmeceleri… Ben söylemeden bir şey kapatmak yok. Anlaşıldı mı?”
“Emredersiniz komutanım!”
Ali’nin kalbi hızlandı.
Dolabın başına geçecekti.
Kapaklar açılacaktı.
Ama bu kez…
Çekmecede sakladığı hiçbir şey yoktu.
Tehdit, hâlâ vardı.
Sadece yer değiştirmişti.
“17!”
Bahadır öne çıktı.
Dolabını açtı. İç çamaşırları, katlı tişörtler, nizami dizilmiş bot kutuları…
Ekrem, dolabın içini şöyle bir süzdü. Çekmeceyi açtırdı.
Bir çorap, katlı olmayan bir havlu…
Kaşını kaldırdı.
“Bu ne?”
“Komutanım, dün gece nöbetti, uyuyakalmışım, sabah—”
“Bana masal anlatma. Topla kendini. Ceza listesine bir çizik.”
Kalem, kâğıdın üstünde sert bir ses çıkardı.
Bahadır, dudaklarını büzdü.
“Emredersiniz komutanım.”
Sesi boğazına takılmış bir küfrü yutuyordu sanki.
“18!”
“19!”
Sıra ilerledikçe, Ali’nin kulakları uğuldamaya başladı.
Kendi numarasını duyduğunda, aklından tek bir cümle geçti:
“Hazırsın.”
Ama değildi.
“23! Karaca!”
Adı, koğuşun içinde yankılandı.
Sanki sadece sesini değil, içindeki sırları da ortaya çağırmıştı.
Adımlarını kontrol ederek dolabının önüne yürüdü.
Her adımında göğsündeki kimlik hafifçe yer değiştirdi.
Bedenini, onu sabitleyen bir kafes gibi kullanmaya çalıştı.
Dolabının karşısında durdu.
Eli, metal kulpa uzandı.
“İçinden bir şey çıkmayacak,” diye kendine fısıldadı. “Sakin ol.”
“Görelim bakalım, Karaca,” dedi Ekrem, bir adım yaklaşıp. “Dolabın bizden daha mı düzenli?”
Ali, kapağı açtı.
Katlı kıyafetler…
Üç tane tişört, iki eşofman, muntazam sıralanmış.
Üst rafta düzgün yerleştirilmiş havlu, terlik, sabun kutusu.
Sonra çekmece.
İçinde sadece olması gerekenler vardı artık.
Ekrem, bir süre sessizce baktı.
Gözleri raflardan çekmeceye, çekmeceden Ali’nin yüzüne, oradan da tekrar dolaba kaydı.
Bir şey arıyor gibiydi.
Dün gece yarıda kalmış bir merak, devamını istiyordu.
“Çekmeceyi çıkar.”
Ali’nin boğazı kurudu ama belli etmedi.
Çekmeceyi raydan çıkarıp dışarı aldı, içini gösterdi.
İç çamaşırları, çoraplar, küçük bir tıraş bıçağı, sabun…
Hepsi nizami.
Ekrem eğildi, elini çekmecenin içinden gezdirdi.
Ali, her parmak hareketinde göğsünün içinde bir şeylerin sarsıldığını hissetti.
“Dün gece,” dedi Ekrem, alttan, sadece ikisinin duyacağı bir tonda, “burada elin çekmecenin üzerindeydi, Karaca.”
Ali, bakışlarını sabit bir noktaya dikti.
Tavana değil, karşıdaki duvara değil…
Dolabının iki vidası arasındaki küçük çizik.
“Evet komutanım,” dedi, boğuk ama kontrolü elden bırakmadan. “Başım ağrıyordu. İlaç arıyordum. Bulamadım. Bahadır’dan aldım.”
Bahadır, adının geçtiğini duyunca irkildi, ama bir şey söylemedi.
Ekrem çekmeceden bir şey bulmamıştı.
Dudaklarının kenarı, mutsuz bir sabırla kıvrıldı.
“İlaçlar revire aittir. Kafana göre almayacaksın,” dedi. “Ama dolap… fena değil.”
Elini çekmeceden çekti, hafifçe sert bir hareketle geri Ali’ye verdi.