6. Bölüm

1048 Words
6. Bölüm Çelimsizin Taşıdığı Ağırlık Sabah içtimasına dizildiklerinde hava, kemiklere kadar işleyen keskin bir soğuktu. Nefesler buhar olup havaya karışıyor, botların altındaki çamur, her adımda “şlap” diye utanç verici sesler çıkarıyordu. Ali sıranın en kenarında duruyordu. Üniforması üzerine hâlâ biraz büyük, omuzları ise kumaşın içinde kaybolmuş gibiydi. Omzundaki tüfek, vücuduna oranla gereğinden ağır görünüyordu. Bahadır dirseğiyle hafifçe onu dürttü. “Üşüdün mü lan?” diye fısıldadı. “Titremekten sayılara ayak uyduramazsan, Emre komutan hepimizi süründürür.” Ali dudaklarını zorla kıpırdattı. “Üşümedim.” Üşümüştü. Ama bu, havaya dair değildi. İçinde, dün akşamdan kalan o bakışın soğukluğu vardı: Emre’nin havluyu indirmesini istemeyişi, ama gözlerindeki “bitmedi bu” ifadesi. Komutanın sesi yankılandı: “Hazır ola geç!” Sıra, tek bir gövde gibi harekete geçti. Ali’nin bandajı, iç çamaşırının altında göğsünü sıkıştırıyor, nefes almasını zorlaştırıyordu. Kendini düz tutmak için sırtını biraz fazla kastı. Emre, bir anlık kısa bakışla sırayı süzdü. Gözleri Ali’ye uğrayınca, Ali istemsizce daha da dikleşti. “Bugün dayanıklılık eğitimi var,” dedi Emre. “Koşu, mekik, şınav, barfiks. Nefesi yetmeyen, bahane aramasın. Vücudunuz savaş alanında taşıyacağınız tek evinizdir. Eviniz çürükse… kimseye sığınmayın.” Sözler, Ali’nin göğsüne çakılan küçük çiviler gibi battı. “Çürük” kelimesi, sanki sadece ona söylenmişti. Yan sıralardan biri, alaycı bir sesle homurdandı: “Bizim ev zaten tek odalı komutanım, bazılarınki ise baraka.” Etrafta hafif kıkırdamalar yayıldı. Emre kaşını kaldırdı. “Hanginiz espri yapacak kadar rahatsa, adımını öne atsın da biz de görelim dayanıklılığını.” Sessizlik birden çöktü. Kimse öne çıkmadı. Emre gülümsedi, o tehlikeli, ince gülüşüyle. “İşte böyle. Komiklik yapacak enerjiyi koşuda harcayın. Uzaklaş!” Koşu parkuruna çıktıklarında hava daha da açılmıştı. Ama güneş çıkmış olsa bile, soğuk inatla deriye yapışıyordu. “Üç tur!” diye bağırdı çavuş. “İlk bitirenler duş sırasına yazılır. Sonuncuları ise… bilirsiniz.” “Sonuncular… sürünür,” diye fısıldadı Bahadır, Ali’ye eğilerek. “Ben sürünmeye razıyım ama sen… çelimsizsin, üşürsün.” Ali, yarı şaka yarı ciddiyetle gözlerini devirdi. “Sus da koşalım.” Tüfekler omuzda, dizler çamura bata çıka, tempo tutuldu. İlk turda herkesin nefesi yerindeydi. İkinci turda gülüşler kesildi. Üçüncü turda ise ayak sesleri bile ağırlaştı. Ali’nin bandajı göğsünü demir halkalar gibi sıkıyordu. Her nefes alışında, sanki biri içeriden göğüs kafesini bıçakla kazıyordu. Orta sırada, Bahadır’ın hemen arkasında kalmaya çalışıyordu. Bir anda arkasından bir ses: “Çekil önümden ince dal!” Omzuna sert bir çarpma. Ali sendeledi. Yanından geçen esmer bir asker, dişlerini göstererek sırıttı: “Yol ver, tüy kadar hafifsin ama yer kaplıyorsun.” Bu, koğuşta sürekli diklenen, iri yapılı çocuktu: Serdar. Kolları kalın, yürüyüşü kabadayılara benziyordu. Ali, dengesini zor toparladı. Çamur, botunun altını kayganlaştırmıştı. Yere kapanmamaya yeminli bir onur gibi direndi. “Nefesin mi yetmiyor Almancı?” diye bağırdı Serdar, hızla önüne geçerken. “Almanya’da koşmuyorlardı herhalde!” Bazıları güldü. Bazıları da sadece bakıp koşuya devam etti. Burada gülüşlerin çoğu, başkasının zayıflığına duyulan minnet gibiydi. Ali dişlerini sıktı. “Koş. Sus. Düşme.” Göğsü yanıyordu, dizindeki ağrı da eklenince nefes alışları düzensizleşti. Ama bir türlü yavaşlamadı. Çünkü biliyordu: Yavaşlamak, dikkat çekmek demekti. İçinden sayı saymaya başladı. “Bir… iki… nefes… Bir… iki… nefes…” Son tura girerken, Serdar yan dönüp yüksek sesle konuşmaya devam etti: “Komutanım görsün diye kasıyoruz ya, bazıları zaten vitrin malı. Rüzgâr esse uçacak.” Ali, bu sefer bakışlarını kaldıramadı. Göz göze gelseler, gözünde bir şey kırılacağından korktu. O kırığın sesi, göğsündeki bandajdan bile duyulurdu sanki. Tur bittiğinde, Ali’nin ciğerleri yanıyordu. Ama ayakları hâlâ onu taşımayı bırakmamıştı. Sıraya geçtiler. Çavuş nefes nefese gelenleri sayarken Serdar kahkaha attı: “Benim yanımdakini tartıya koysan, ben ağırlığımın yarısını ondan alırım. Yorulmadan da taşırım ha, komutanım! Omzuma fil gibi arkadaşlar alayım, şu çelimsizi yük yerine veririz.” Bir iki kişi daha güldü. Emre, adımlarla yanlarına geldi. Gözleri Serdar’a kaydı, sonra Ali’ye. “İsim?” “Serdar Yıldız, komutanım!” “Nefesin yetiyor demek ki. Güzel.” Emre’nin bakışları ağırlaştı. “O zaman ek koşu. Yirmi mekik, yirmi şınav, yirmi barfiks. Karaca’yla aynı tempoda. Onu taşıyacak kadar güçlüsün ya… ritmini bozmayacaksın.” Serdar’ın yüzü bir an gerildi. Kahkaha yerini sıkışmış bir ifadeye bıraktı. “Emredersiniz komutanım,” dedi ama sesindeki cüret sönmüştü. Ali’nin kalbine kısa bir sıcaklık yayıldı. Emre’nin onu savunmak için direkt laf söylemediğini biliyordu; ama ceza, Serdar’ın dilini biraz kesmişti. Yine de bu, onu koruduğu anlamına gelmiyordu. Sadece oyunun kurallarını değiştiriyordu. Öğleden sonra koğuşta kısa bir mola verildi. Bazıları yataklara uzanıp telefonlarına baktı, bazıları yazışıyor gibi yaparken aslında uyukluyordu. Bahadır, üst ranzadan sarkıp, “Lan Almancı, yüzün bembeyaz. İyi misin?” diye fısıldadı. Ali, yatakta oturmuş, küçük not defterini elinde tutuyordu. İçine hiçbir şey yazamıyordu. “İyiyim,” dedi yine. Bu kelime, ağzına yapışmış bir yalan gibi tadını kaybetmişti artık. Kapı açıldı. Gürültüyle içeri Serdar ve yanındaki iki çocuk daha girdi: Onur ve Kerem. Üçü genelde birlikte takılıyor, gülüşleri hep biraz keskin oluyordu. “Bakın bakın,” dedi Serdar, koğuşun ortasında durup. “Çelimsiz prens uyumuyor da günlük mü yazıyor?” Onur kahkahayı bastı. “Alman edebiyatına katkı sunuyordur abi, dokunma.” Kerem kısık sesle ama zehirle konuştu: “Belki de Almanya’da sevgilisi vardır, ona mektup yazıyordur. Sarışın bir hatun ha? Zayıf ama şanslı.” Bahadır aşağı sarkıp, “Abartmayın,” demeye yeltendi. “Bırakın dinlensin.” Serdar, Bahadır’a ters ters baktı. “Sen karışma. Senin gölgen bile bundan iri. Hem çelimsiz dostunu savunma, alışsın. Burada rüzgâr sert eser.” Ali, defteri yavaşça kapattı. Yüzünü belli etmemeye çalıştı. “Bir şey yok,” dedi. “Sadece not alıyordum.” Serdar yatağın yanına yaklaştı. Ali’yi tepeden süzdü. “Kaç kilosun lan sen?” “Bilmiyorum.” “Bence çantandan hafifsin.” Onur atıldı: “Bizim mahallede senin gibi olana ‘yarım porsiyon’ derlerdi.” Koğuşta dağınık bir gülüş yayıldı. Bazıları rahatsız oldu ama ses etmedi; ortama uymamanın bedeli vardı. Serdar, beklenmedik şekilde elini uzatıp Ali’nin kolunu tuttu. Parmakları Ali’nin ince bileğine sarılırken, gücüyle övünmek istercesine sıktı. “Bak,” dedi yanındakilere. “Bunu aç bırakmışlar ha.” Ali’nin bileğine saplanan acı, göğsündeki bandajın sıkılığıyla birleşti. İçinde bir anlık panik dalgası yükseldi. Göğsüne uzanan her el, ona saldırı gibi geliyordu. “Hadi, kalk,” dedi Serdar. “Bir güç testi yapalım. Çocuk musun, asker misin görelim.” Ali kolunu çekmeye çalıştı. “Yorgunum. Sonraya…” Serdar’ın sesi sertleşti. “Burada ‘yorunum’ diye bir kelime yok. Kalk dediysek kalk.” Koğuşun ortasında küçük bir daire oluştu. Bahadır ranzadan atlayıp araya girmeye çalıştı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD