7. Bölüm
Çelimsizin Taşıdığı Ağırlık( devam)
“Serdar, abartma.”
“Sen karışma dedim!”
Serdar, Ali’yi kolundan çekip ayağa kaldırdı. Ali’nin hafifliği, onu daha da küçük gösteriyordu. Ucu sökülmüş battaniye gibi…
“Bak,” dedi Serdar, Onur ve Kerem’e. “Bir elimle havaya kaldırırım bunu.”
Ali’nin kalbi hızlandı. Göğsü, sıkılı bandajın içinde patlayacak gibiydi. “Havaya kaldırmak” demek, gömleğinin çekilmesi, üniformasının kayması demekti.
“Bırak,” dedi kısık ama keskin bir tonla. “Şaka yapma.”
Serdar alaycı bir kahkaha attı.
“Şaka mı yapıyoruz sanıyorsun? Biz seni eğitiyoruz. Düşman gülmez, döver. Önce biz dövelim ki alış.”
O an, Ali’nin içinde bir şey çat etti. Mahallede, çocukken “çok sessizsin” deyip itip kakanları hatırladı. O zaman, kollarını savurmamıştı. Ergenliğinde, aynanın önünde vücuduna bakıp “Ben kimim?” diye fısıldığında, kimse duymamıştı. Duymadıkları her an, bir yerinde çürük bırakmıştı.
Şimdi ise… çürüklerinin üzerinde dans ediyorlardı.
Serdar, Ali’yi koltuk altından kavrayıp gerçekten de hafifçe yerden kesmeye yeltendi. Üniforma yukarı çekildi, gövdesi açığa çıkacak gibi oldu. Ali’nin parmakları bir refleksle göğsüne gitti, havluyu tutar gibi üniformasını kavradı.
“Yapma!” dedi bu kez, sesi normalden daha yüksek çıkmıştı.
Koğuş bir an sessizleşti. O “yapma”da tuhaf bir çıplaklık vardı. Söz, sadece bir rica değildi. Bir yalvarış, bir hayatta kalma çığlığıydı.
Serdar’ın gözleri küçüldü.
“Ne var lan? Gizli kas mı saklıyorsun orada?”
Onur sırıttı.
“Yok abi, kas yok. Belki Almanya vizesi oradadır, göğsüne saklamıştır.”
Kerem fısıldadı:
“Belki de yara izi falan var. Utanıyordur.”
Bu cümle, Ali’nin kalbine saplanan bıçak gibiydi, ama aynı zamanda beklenmedik bir kurtuluş ihtimali taşıyordu. “Yara izi”… Evet. Yara izi, bandajı açıklamak için kullanılabilir bir yalandı.
Ali’nin aklı birkaç saniyede, saatlerce tartışılacak bir yolu taradı.
“Yara…” diye başladı, fakat kelime boğazına takıldı.
Kapı gürültüyle açıldı.
“Ne oluyor burada?!”
Emre’nin sesi, koğuşun içinde cam kırığı gibi yankılandı. Herkes refleksle toparlandı. Serdar, Ali’yi bırakıp bir adım geriye çekildi.
“Hiç komutanım,” dedi Serdar, nefesini düzenlemeye çalışarak. “Arkadaşlarla şakalaşıyorduk.”
Emre’nin bakışları, bir bir yüzlerin üzerinden geçti. Gözleri Ali’de durduğunda, Ali’nin göğsündeki demir halka bir kez daha sıkıldı.
“Bu koğuş, pazar yeri mi?” diye sordu Emre, sesi buz gibiydi. “Şaka yapacaksanız birinci bölüğün önünde yapın, onlar eğlenceye aç.”
İnce bir gülümseme, dudaklarının kenarına dokundu ama gözlerine ulaşmadı.
“Karaca.”
“Emredersiniz komutanım.”
“Gel benimle.”
Koğuşta, görünmez bir elektrik dolaştı. Serdar’ın dudak kenarında, “Yandın işte” der gibi ince bir kıpırdanma oldu. Bahadır endişeyle Ali’ye baktı.
Ali, kalbinin boğazına dayandığını hissederek Emre’nin peşine takıldı. Koridor, normalden daha uzun geliyordu. Adımları, beton zeminde yankı yapıyordu.
Emre, bölük komutanlarının odalarının bulunduğu koridora saptı. Kapısını açıp içeri girdi, Ali’yi de başıyla işaret ederek içeri aldı.
Kapı kapandığında, dışarıdaki sesler sustu. Oda sade ama tertipliydi; duvarda Türkiye haritası, masada üst üste yığılmış dosyalar, bir köşede termos ve iki metal bardak.
Emre masanın arkasına geçmedi. Onun yerine, pencerenin önüne gelip camdan dışarı baktı. Bir süre konuşmadı. Sessizlik, Ali’nin sinirlerini lime lime ediyordu.
Sonunda Emre, başını çevirmeden sordu:
“Az önce neydi o?”
Ali’nin boğazı kurumuştu.
“Şaka yapıyorlardı komutanım. Önemli bir şey yok.”
Emre, yavaşça arkasını döndü. Bakışları keskinleşmişti.
“Önemli bir şey yok, öyle mi?”
Adım adım yaklaştı. Aralarındaki mesafe iki üç adıma inince, sesini alçalttı:
“Dün duşta, bugün koğuşta. Sürekli ‘bir şey yok’ diyorsun. Ama vücudun her seferinde alarm veriyor, farkında mısın?”
Ali, refleksle sırtını dikleştirdi.
“Anlamadım komutanım.”
Emre, bir an sustu. Sanki söyleyebileceği çok cümle vardı da, en tehlikesizini arıyordu.
“Neyden korkuyorsun Karaca?” diye sordu sonunda. “Düşmekten mi? Dayak yemekten mi? Yoksa…”
Bakışı, istemsizce Ali’nin göğüs hizasına kaydı, sonra hızla geri yükseldi.
“…yoksa kendinden mi?”
Ali’nin içi buz kesti.
Dili, kalbiyle kavga ederken, ağzından sadece tek bir kelime çıktı:
“Hiçbirinden.”
Emre hafifçe güldü, ama bu gülüşün içinde ne eğlence, ne de alay vardı.
“Yalan söylemeyi beceremiyorsun Karaca,” dedi. “En azından bunu öğrenmen gerek. Çünkü burada… zayıf olduğun şeyi saklamakla yaşamayı öğreneceksin. Ya da o zayıflık, seni mezara sokacak.”
Ali yutkundu.
“Zayıf… değilim komutanım.”
Emre bir adım daha yaklaştı. Aralarındaki nefes mesafesi, Ali’nin bandajının altında kalbini deliye döndürdü.
“Değilsin,” dedi Emre, beklenmedik bir netlikle. “O köprüde düşmedin. Koşuda da durmadın. Ama bazıları bedenleri iri diye kendini güçlü sanır, bazıları ise… içindeki ağırlığı taşımayı öğrenir.”
Ali, bakışlarını kaçırmakla Emre’ye dik dik bakmak arasında sıkıştı. Sonunda gözlerini pencereye kaydırdı.
“Ben… sadece görevimi yapmak istiyorum komutanım.”
Emre, bu cümleyi dikkatle süzdü.
“Görevini yapmak istiyorsan,” dedi, sesi yeniden sertleşerek, “o şakaları, o zorbalıkları bana gelmeden önce kendin durdurmayı öğreneceksin. Ama…”
Kısa bir duraksama.
“Eğer biri seni gerçekten taciz ederse, sakatlamaya kalkarsa, zorbalığı geçen bir şey yaparsa… önce bana geleceksin. Anladın mı?”
Bu, net bir emir gibiydi.
Ali’nin kafası karışmıştı. “Bana gel” cümlesi, hem komutan emri, hem de geçmişten gelen bir yankı gibi kulaklarında çınladı. Mahalledeki o ilk bakış, o ilk gülüş, o ilk “Aylin” diye sesleniş… Şimdi “Karaca” diye emir veriyordu.
“Emredersiniz,” diyebildi sadece.
Emre başını hafifçe salladı. Masaya gidip bir dosya açtı. Konu kapanmış gibiydi.
“Şimdi çıkabilirsin. Yarın sabah barfiks testin var. Çelimsizsin, değil mi?”
Bu kelimeyi özellikle söyledi. Ama sesindeki ton, Serdar’ınki gibi değildi.
“Öyle diyorlar komutanım,” dedi Ali, istemeden.
Emre, dosyadan başını kaldırmadan cevap verdi:
“O zaman yarın… onlara yalan söylediklerini göster.”
Ali kapıya yöneldi. Tokmağı tutarken, bir an durdu. İçinden, boğazına kadar gelen bir cümle yükseldi:
“Beni tanıyor musun?” diye sormak istiyordu. “Mahalleden… o günden… Aylin’den…”
Dili hareket etmedi.
Kapıyı açıp dışarı çıktığında, koridor ona daha dar göründü. Koğuşa döndüğünde, Serdar’ın gözlerinde bir merak, Bahadır’ınkinde ise gizleyemediği bir rahatlama vardı.
“Ne dedi komutan?” diye sordu Bahadır fısıltıyla.
Ali, yatağına oturup başını yastığa yasladı. Göğsü hâlâ sıkı, ama içinde tuhaf bir kıvılcım yanıyordu.
“Yarın…” dedi, dudaklarının kenarında ince bir kararlılık çizgisi belirirken.
“Yarın barfiks var.”
Ve zihninin en derin yerinde, hiç susturamadığı o fısıltı yeniden uyandı:
“Ya bir gün… Emre hem Aylin’i, hem Ali’yi aynı anda görmek zorunda kalırsa?”
Cevabı olmayacak sorular, gecenin karanlığına sızarken, dışarıda rüzgâr kışlaya çarpıyor, sanki duvarlara tek bir cümle yazıyordu:
Bu yerde, çelimsiz olanın taşıdığı sır… herkesten ağır.