13. Bölüm
Kalbin Saklandığı Yer
“Çorabım yırtılmıştı, komutanım,” dedi Ali, sesini olabildiğince düz tutmaya çalışarak. “Sabah içtimasında sıkıntı çıkmasın diye… yedeğini alacaktım.”
Ekrem’in kaşları yukarı doğru kalktı. Yavaş, ölçülü… ama içinde sabitlenmiş bir merak vardı. Merak değil hatta; koklama içgüdüsü. Bir şeylerin ters olduğuna değil, ters olabileceğine inanmış bir avcının dikkati.
“Gecenin üçünde.”
Ali omuz silkti, kasıtlı bir umursamazlıkla. Sanki mesele gerçekten bir çoraptı da, bu konuşma gereksiz bir abartıydı.
“Uyuyamadım.”
Bu… doğruydu.
Ama tamamı değildi.
Gerçek, soyulmuş bir meyve gibi ortadaydı belki… ama Ali sadece kabuğunu gösteriyordu.
Ekrem, iki adım daha yaklaştı. Botlarının yere her değdiğinde çıkardığı ses, Ali’nin kalbinde bir çan gibi çınlıyordu. Adamın nefesi bile mesafeyi daraltıyordu artık.
Ali’nin eli, çekmecenin kenarında kilitlendi. Kapanmasın diye değil…
İçindekini saklamak için.
Bir hayat, o dar aralığın içindeydi.
Bir isim.
Bir kimlik.
Bir çocukluk.
Bir “olamamış”lık.
“Çekil kenara,” dedi Ekrem. Sesi yumuşak gibiydi ama içi paslı bir bıçak gibi.
“Madem bu dolapla aranda bu kadar büyük bir aşk var, merak ettim.”
Ali’nin omuzları, farkında olmadan kasıldı. Bir anda vücudu sadece düşmemek için dengede duran bir yapı gibiydi. Yanlış bir hareket ve içinden her şey dökülecekti.
“Komutanım,” dedi, sesi çatlamamak için tek tek inşa edilen bir köprü gibiydi, “sabah teftişte bakarsınız. Şimdi—”
“Sana sordum mu?”
Ekrem’in sesi kısık ama keskindi.
İnsanın kulağına değil, kemiğine çarpan cinsten.
Ali yutkundu.
Elindeki kimlik, avuç içinden kayacak kadar ıslaktı artık.
Çekmeceden elini çekse…
Kart görünecekti.
Çekmese…
Şüphe, karanlıkta büyüyen bir gölge gibi üzerlerine çökecekti.
İki ihtimal de…
Tehlikeliydi.
Tam o anda…
Koridordan gelen sert bir ses, havayı ikiye böldü:
“Ekrem!”
Astsubay, irkildi.
O bir kelime, tüm gerginliği başka bir yöne sürüklemişti.
Kapı aralığından gelen ses… Emre’ye aitti.
Ekrem başını çevirdi, yüzüne kısa bir şaşkınlık uğrayıp gitti. Ama merakı, hâlâ Ali’nin üzerinde asılı duruyordu. Gözlerinden çekmiyordu.
“Ne var komutanım?” diye sordu ters bir nezaketle.
Emre, kapıda belirmişti. Üzerine aceleyle geçirilmiş mont, saçları tam taranmamıştı. Yüzündeki ifade, “bir şey gördüm ama istemeden geldim” gibi karışıktı.
Ama gözleri…
Kesinlikle istemeden gelmemişti.
“Yarın için nöbet listelerini gözden geçiriyorum,” dedi sakin ama kısa bir tonla. “Senin imzan eksik. Şimdi lazım.”
Ekrem, dudaklarını büktü.
“Sabaha kalsa…”
“Şimdi,” dedi Emre.
Bu kez sesindeki ton, üstü örtülmemiş bir emirdi.
İkili arasındaki hiyerarşi, sessizce ve görünmez bir çizgiyle havaya çizildi. Kim üstün, kim değil… kelimeye gerek kalmadan anlaşılmıştı.
Ekrem, Ali’ye tekrar döndü.
Bakışı uzun sürdü.
Tehdit gibi değil…
Beklenti gibiydi.
“Sabah görüşürüz, Karaca,” dedi, dudaklarının kenarı o sinir bozucu gülümsemeye kıvrılarak. “Dolabını da… hazır tut.”
Bu cümlede “dolap”, artık metal bir eşya değildi.
Bir mahkeme kürsüsüydü.
Ali, tek kelime edemedi.
Ekrem, çıkarken dolabın kapağını tok bir hareketle itip yarım kapattı. Ali, refleksle hem elindekini gizlemeye çalışıyor hem de kapağın kartın kenarına çarpmasını engelliyordu. Parmakları acıdı. Ama acı… bunu hissettirecek kadar bile güçlü değildi.
Kapı kapandı.
Koridordan, Emre ve Ekrem’in uzaklaşan konuşmaları bir süre daha duyuldu:
“Nöbet çizelgesi…”
“İmza…”
“Sabaha kalsın diyordum ama…”
“Hayır, şimdi lazım…”
Rutin kelimeler.
Ama Ali için…
Hayatının devam edip etmeyeceğine dair imzalar gibiydi.
Koğuş yeniden sessizliğe gömüldüğünde, Ali avucunu yavaşça açtı.
Kimlik hâlâ oradaydı.
Islak.
Ilık.
Sanki kendi kalbinin bir parçasıydı da, eline sökülüp verilmişti.
Titreyen nefesini zor kontrol etti. Göğsü, sanki daralmış bir odadaydı. Hava yetmiyordu.
Bu böyle olmayacaktı.
Dolap…
Artık güvenli değildi.
İçgüdüsüyle hareket etti. Kimliği, not kâğıdını, saç tokasını çekmeceden çıkardı. Hepsini.
Avuçlarındaki o küçük yığın…
Bir insanın topladığı tek hayat gibiydi.
Ne çocukluğu yanındaydı.
Ne annesi.
Ne adı.
Bu vardı sadece.
“Temiz olmalıyım,” diye fısıldadı karanlıkta. “Ama yok olmadan…”
Bakışları, koğuşun tavanına takıldı.
Oradan…
Bahadır’ın yatağının altına kaydı zihni.
Koridordaki elektrik panosuna…
Binanın arka bahçesindeki çöp konteynerine…
Her ihtimal, başka bir korkuydu.
Yatağın altına saklasa…
Bahadır bulabilirdi.
Elektrik panosuna koysa…
Rutin kontrol olabilirdi.
Çöpe atsa…
Artık bir ismi olmazdı.
Ve isimsiz…
Her şeyden daha ağır gelirdi.
Sonunda…
Gözleri kendi bedenine indi.
Kalbinin üstüne.
Orası…
Ne dolaptı.
Ne çekmece.
Ama yıllardır her şey orada saklanmıyor muydu zaten?
Yavaşça iç cebini açtı.
Kimliği oraya yerleştirdi.
Altına kâğıdı…
Üzerine saç tokasını koydu.
Sanki küçük bir mezar yapmıştı kendine.
Ama bu, gömülmek için değil…
Yaşamak içindi.
“Bulacaklarsa…” diye düşündü acı bir gülümsemeyle, “…en azından benden bulsunlar.”
Dolabı sessizce kapattı.
Bu kez metal kapak gıcırdamadı.
Belki de…
İçindeki sır artık onun üzerinde olduğu için,
Dolap rahatlamıştı.
Yatağına döndü.
Sırtüstü uzandı.
Tavan, her zamanki gibi çatlaklıydı. Aynı lekeler, aynı karanlık gölgeler… Ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Elini göğsüne bastırdı.
İnce plastik, sıcak teninin altından kendini belli ediyordu.
Bir kimlik…
İnsan bedeninde, kalbin üstünde saklanır mıydı?
Belli ki…
Saklanıyordu.
Sabah ani teftiş olacaktı.
Dolaplara bakılacaktı.
Eşyalar sayılacaktı.
Katlamalar kontrol edilecekti.
Ama artık…
Dolabında değil…
Kalbinde taşıyordu her şeyi.
Ve bu…
Hem daha güvenliydi.
Hem daha tehlikeli.
Gözlerini kapamadan hemen önce, Emre’nin sesini hayal etti:
“Yalnız değilsin.”
Bu kez o cümle, içini ısıtmadı.
Aksine…
İçine bir ürperti saldı.
Çünkü yalnız değilsen…
Görülebilirdin.
Ve görünmek…
Burada ölüm demekti.
Uyku gelmedi.
Sabahın gri ışığı, koğuşun perdesinden sızana kadar Ali gözlerini kırpmadı.
Her nefeste göğsündeki kartın yerini kontrol etti.
Hâlâ oradaydı.
Ve her atışta…
Sanki içinden fısıldıyordu:
Aylin.
Sonunda…
Düdük çaldı.
Koğuş, sert bir gerçek gibi ayağa fırladı.
Botlar giyilirken çıkan sesler, bağırılan “çabuk!”lar, yatakların sert toplanışı…
Ali de herkes gibi hareket etti.
Ama kimse bilmiyordu…
Ona en ağır rütbenin göğsünde asılı olduğunu.
Bir kimliğin.
Ve sabah geldiğinde…
O düdük sesi yalnızca bir günün başlangıcı değildi.
Bir hesap…
Bir yüzleşme…
Bir kenar çizgisiydi.
Üzerinden atlaması gereken,
altından geçmesi gereken,
ya da…
Tam üstünde durup,
kim olduğunu seçmesi gereken bir çizgi.
Oysa Ali sadece şunu istiyordu:
Hayatta kalmak.
Ama her geçen dakika, ona fısıldıyordu:
Bazen…
Hayatta kalmak,
kendin olmaktan daha tehlikeliydi.