12. Bölüm
Çizginin Kenarında
Koridor…
Geceyi tutmaya çalışan dar bir boru gibiydi.
Duvarlardaki solgun floresanlar kapalıydı. Sadece uzak bir nöbet noktasından sızan sarımsı bir ışık, zeminin üzerine ince bir çizgi çekiyordu.
Emre önden yürüyordu.
Adımları hızlı değildi.
Ama kararlıydı.
Ali, geriden onu takip ederken, botlarının yere değdiği her saniyede kalbinin de adım adım yer değiştirdiğini hissediyordu.
Göğsü daraldı.
Nefesi sığlaştı.
“Biri senin hakkında soru sordu.”
O cümle, koridorun soğuğundan daha sert vurmuştu.
Kim?
Ne gördü?
Ne fark etti?
“Komutanım…” diye fısıldadı Ali sonunda, sessizliği yaran ince bir çizik gibi. “Ne oluyor?”
Emre durmadı.
Sadece başını hafifçe çevirdi.
“Koridorda konuşamam,” dedi alçak sesle. “Duyan olur.”
Bu cümle…
Ali’nin içini daha da sıktı.
Demek…
Duyulacak bir şey vardı.
Köşeyi döndüler.
Boş bir derslik karanlıkta duruyordu.
Kapısının altından hiç ışık sızmıyordu.
Emre kapıyı sessizce araladı.
Elini uzatıp içeri girmesi için işaret etti.
Ali yutkundu.
Bir adım attı.
Sınıfın içi nem kokuyordu; tahta, tebeşir, eski ter ve toz karışımı bir koku.
Arkadan kapı kapandı.
Tıkırtı, Ali’nin kalbine çakılmış bir çivi gibi geldi.
Emre ışığı yakmadı.
Sadece perdeyi biraz araladı; koridordan gelen sönük ışık sınıfa ince bir dilim olarak süzüldü.
Bu kadar.
Ne eksik, ne fazla.
“Şimdi söyleyin,” dedi Ali, sesi çatlamaya hazır. “Kim… ne sordu?”
Emre, pencerenin önünde durmuş, avuçlarını arkasında kenetlemişti.
Duruşu resmîydi.
Ama sessizliği…
Kişiseldi.
“Gündüz,” diye başladı, kelimeleri seçerek, “astsubay Ekrem, eğitim sonrası odama geldi.”
Ali’nin midesi sıkıştı.
Bakışları, günün kısa anlarında Ekrem’e takılmıştı; alaycı gülüşleri, gereksiz sertliği, herkesin zayıflığını koklar gibi bakışı…
“Karaca hakkında konuşmak istediğini söyledi.”
Ali’nin elinden sanki bir şey kaydı.
İçi buz kesildi.
“Ne… dedi?”
Emre başını hafifçe eğdi.
“Duş saatlerini saymış,” dedi. “Hep en sona kaldığını, ışıkları kapattırdığını, havlunu bedenine diğerlerinden daha sıkı sardığını söylemiş.”
Her kelime, Ali’nin tenine diken gibi batıyordu.
“Bunda ne var?” diyecekti neredeyse.
Ama sesi çıkmadı.
Çünkü biliyordu.
Askeriye…
Detayın kokusunu alırdı.
Emre devam etti:
“‘Bu çocuk bir şey saklıyor komutanım,’ demiş.”
Ali’nin parmakları titremeye başladı.
Yanaklarında, görünmese de, kanı çekildi.
“Ben ne dedim biliyor musun?” diye sordu Emre.
Ali başını kaldıramadı.
“Ne… dediniz?”
“Dedim ki,” Emre’nin sesi sertleşti, “bazı askerler travma yaşar. Soyunmaktan, başkasının içinde yıkanmaktan rahatsız olur. Bu da bir güven sorunudur, ama suç değildir.”
Ali’nin boğazına bir yumru oturdu.
Onu korumuştu.
Yine.
“Yutmadı,” dedi Emre, kısa bir nefes alarak. “Bakışlarından belli.”
Ali’nin dudakları titredi.
“Başka ne var?” diye fısıldadı.
Emre, bu kez doğrudan ona döndü.
Gözleri, karanlıkta bile keskin görünüyordu.
“Dolaplar,” dedi.
Ali’nin kalbi bir an durdu.
Dolabı.
Çekmecenin en altı.
Ne varsa… bir kaçış planının parçaları gibi oradaydı.
Eski saç tokası.
Kendi el yazısıyla yazdığı, kimsenin görmesini istemediği o küçük kâğıtlar.
Ve…
Kimlik.
Aylin yazan.
Gerçek isim.
“Ekrem, ‘Bu çocuk dolabını kimseye açtırmıyor,’ dedi,” diye sürdürdü Emre. “Teftiş olurken hep önceden hazırlanıyor, kimsenin dolabına el sürmesine izin vermiyor dedi. Bunları da ekleyince…”
Ali’nin nefesi boğazında kesildi.
“…şüphelenmiş.”
Söz, sınıfın ortasına düşen bir taş gibiydi.
Sessizlik, dalga dalga yayıldı.
“Yarın sabah ani dolap araması isteyeceğini söyledi,” dedi Emre. “Üste de söylemiş olabilir. Daha yukarı çıkmadan önce duydum.”
Ali’nin dizlerinin bağı çözüldü.
Arkaya doğru sendeledi, boş sıraya tutunarak ayakta kalabildi.
“Dolabın,” dedi Emre, bu kez çok daha kısık bir sesle, “bana söylemek istediğin bir şey var mı?”
İşte…
Sınır burasıydı.
Ali, metal sıraya parmaklarını sıkı sıkıya geçirdi.
Diyemezdi.
Derse…
Her şey biterdi.
“Açıklanacak bir şey yok komutanım,” dedi, boğuk bir sesle.
Yalan değildi bu.
Çünkü kelimeleri eksikti.
Açıklanacak bir şey yoktu.
Bir hayat vardı.
Baştan sona anlatılması gereken.
Emre uzun uzun baktı ona.
Karanlıkta, Ali’nin göğsünün ne kadar hızlı kalkıp indiğini görmemek imkânsızdı.
“Yarın,” dedi Emre, “dolabın tertemiz olacak. Anladın mı?”
Ali’nin beynine bir uğultu doldu.
“Temiz” kelimesi…
Sırf düzenle ilgili değildi.
Sanki…
Kendini sil demekti.
“Eğer,” diye devam etti Emre, “orada olmaması gereken tek bir şey bile bulurlarsa… Ben bile seni koruyamam.”
Ali, “olmaması gereken”in ne olduğunu düşündü.
Göğsüne dokundu zihninde.
İçine gömülü kimliğine.
Aylin.
“Anladım…” diye fısıldadı. “Komutanım.”
Emre, çenesini hafifçe sıktı.
Sanki başka bir şey söylemek istedi.
Sanki “bana söyle” demek için kıvranıyordu.
Ama askerdi.
O da… sınırdaydı.
“Koğuşa dön,” dedi sonunda. “Kimse fark etmeden. Sabaha kadar düşün. Ama duyduğun her kelimeyi ciddiye al.”
Ali, yerinden kalkarken bacaklarının titrediğini fark etti.
Kapıdan çıkmadan önce, başını çevirip Emre’ye baktı.
“Komutanım…”
Emre, sadece gözleriyle ona döndü.
“Eğer…” dedi Ali, dudakları zor hareket ederek, “bir insan… kendini tamamen temizlerse… geriye kim kalır?”
Bu soru, Emre’yi bir an durdurdu.
Sanki o da kendi içini yokladı.
“Belki de,” dedi yavaşça, “kim olduğunu ancak o zaman anlarsın. Ya da… hiç bakmamaya karar verirsin.”
Ali, bu cevabın yarım kaldığını hissetti.
Ama soracak hâli yoktu.
Kapıyı açtı.
Koridorun soğuğu yüzüne vurdu.
Koğuşa geri giden yol, gündüzden daha uzun geliyordu şimdi.
Koğuştaki havayı, içeri girer girmez hissetti.
Uyku, yorgun bedenlerin üzerine kalın bir sis gibi çökmüştü.
Herkesin nefesi düzenli, ağır, dünyadan kopuktu.
Bahadır’ın horlaması bile bu gece daha masum geliyordu Ali’ye.
Kendi yatağına yaklaşırken kalbi hızlandı.
Dolabın metal kapakları, duvarın yanında karanlık bir siluet gibi duruyordu.
Sanki içinden bir el çıkıp, “Ben buradayım,” diye bağıracak gibiydi.
Ali, etrafı kontrol etti.
Kimse uyanık değildi.
Sessizce dolabın önüne geldi.
Elini metal kulpa koydu.
Soğuktu.
Tıpkı, içindeki korku gibi.
Kapak yavaşça gıcırdadı.
Ali, bu sese bile sinirlenmek istedi. “Sus,” demek ister gibi.
Üst raf düzenliydi.
Katlanmış üniformalar, iç çamaşırları, havlusu.
Alt rafa uzandı.
Karanlıkta el yordamıyla çekmeceyi buldu.
Nefesini tuttu.
Çekmeceyi, yavaşça kendine doğru çekti.
Parmakları ilk olarak kâğıda değdi.
Kendi el yazısıyla yazdığı, “Aylin” diye başlayan o tek sayfalık itiraf…
Gözünün önünde belirdi.
Sonra…
Plastiğe.
Kimlik…
Ali’nin kalbi boğazına çıktı.
Dokunmaya bile korktu.
“Bunu…” diye düşündü, içinden feryat ederek, “buraya koyan ben miydim?”
Evet.
O gecenin aceleci, çaresiz hâli.
“Gerekirse koşacağım,” deyip her şeyi tek yere tıkması.
Şimdi…
Koşamazdı.
Kimliği parmaklarının arasına aldı.
Karanlıkta parlayan tek şey, küçük plastik kartın soğuk yüzeyiydi sanki.
Üzerindeki isim, sadece göğsünde atıyordu şu an:
Aylin.
Ali’nin gözleri doldu.
Ama ağlayamadı.
“Temizleyecekmişim,” diye fısıldadı, kendi kendine. “Kendimi… dolabımı… hayatımı…”
O an…
Kapı gıcırdadı.
Ali, irkilip olduğu yerde kaldı.
Kimliği elinde donmuştu.
Işık yanmadı.
Ama kapı aralandı.
Bir gölge içeri süzüldü.
Astsubay Ekrem’in sesi, karanlığı yaran sürtük bir bıçak gibiydi:
“Ne yapıyorsun Karaca?”
Ali’nin yüreği durdu.
Ellerini refleksle dolabın içine sakladı.
Kimlik avucunda, etine saplanan bir iğne gibi.
“Şey…”
Sesi çıkmadı.
Kurudu.
Ekrem birkaç adım attı.
Loşlukta, Ali’nin bembeyaz kesilmiş yüzünü görmesi zor değildi.
“Dolapla gecenin bu saatinde ne işin var?”
Kelime…
Suçlama değildi.
Avcı merakıydı.
Ali, boğazını temizledi.