Ay yeniden gökyüzünü aydınlatırken, Averiel’in adımları ağırlaştı. Bu sefer yorgunluk kaslarında değil, kalbindeydi. Tharion’un ardından kalan sessizlik, rüzgârın uğultusuna karışarak ilerlediği yolda yankılanıyordu. Cassian, onun yanında hiçbir şey sormadan yürüyordu. Sessizlikleri, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu artık.
Yol, çorak bir yamaca doğru kıvrıldı. Toprak kuru, hava çatlamış gibi gergindi. Ufukta eski bir sarayın silueti belirdi. Yıkılmış duvarlar, çökmüş sütunlar ve devrilmiş tahtların oluşturduğu bu yapı, zamanın bile unuttuğu bir yerdi. Burası Nahrion’du. Mühürler çağından önce var olmuş, ışıkla karanlık arasındaki ilk savaşta tarafsız kalan bir konseyin kalıntıları.
Averiel harabelere adım attığında başının içindeki mühürler titredi. Bu toprakta, mühürlerin ilk çatladığı izler vardı. Taşlara kazınmış hatıralar, hala kendi dillerinde fısıldıyordu.
Cassian çevreyi inceledi. “Bu tahtlar bir zamanlar dengeyi temsil ediyordu. Ne saf iyiliği ne de mutlak kötülüğü. Sadece varoluşu.”
“Ve şimdi?” diye sordu Averiel.
Cassian yanıtladı. “Şimdi onlar da unutuldu. Ve unutulan şeyler en kolay bozulanlardır.”
Averiel tahtların ortasına ilerledi. Yedi taş platform. Her biri bir mühür simgesiyle işaretlenmişti. Ama altıncı simge... yarım kalmıştı. Kırık ve eksik.
“Altıncı mühür burada bozuldu” dedi Averiel, sesi rüzgâr gibi.
Platformun merkezinde bir çatlak uzanıyordu. Çatlağın içinden yükselen siyah damarlar, toprağın içine sızarak bütün bölgeyi çürütmüş gibiydi. Ama bu çürüme yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir yıkımın yankısıydı.
Birden, rüzgâr durdu. Sessizlik, ağır bir yük gibi çöktü.
Averiel irkildi. “Biri bizi izliyor.”
Cassian, elini kılıcına götürdü ama çekmedi. “Yakında.”
Gölgeliklerin arasından, uzun boylu, ince siluetli bir varlık belirdi. Kanatları yoktu. Gözleri, derin ama soluktu. Yüzü insana benziyordu ama bakışları tanrısaldı. O, mühürlerin çöküşünden önce tanrılarla konuşmuşlardan biriydi: Iseur.
Iseur konuştuğunda sesi yankı gibi değil, bir ilahi gibi yayıldı.
“Bu tahtlara basmaya cesaret eden çok az kişi kaldı. Ama sen... içlerinden geçiyorsun.”
Averiel başını dik tuttu. “Çünkü bu mühürler sadece sorumluluğum değil. Onlar benim. Ruhumun uzantısı.”
Iseur yaklaştı. Ayaklarının altındaki taşlar hafifçe aydınlandı. “Mühürler her zaman bir uzlaşıydı. Bir bedel karşılığında barış. Ama sen onların anlamını unuttun. Savaşmadan barış istedin. Sevmeden sadakat.”
Averiel cevap verdi. “Hayır. Savaştım. Sevdim. Kayıplar verdim. Ama hâlâ yürüyorum.”
“Yürüyorsun çünkü son mühür seni bekliyor. O mühür... buradaki tahtın altında gömülü. Ve onu açmak için, ilk kralın kalıntılarına ulaşmalısın.”
Cassian araya girdi. “O kral öldü.”
Iseur başını iki yana salladı. “Hayır. O, mühürlendi. Zamanın altına. Unutuluşun derinliğine.”
Averiel, platformun merkezindeki çatlağa döndü. Elini taşların üstüne koyduğunda mühürleri parladı. Ama bu defa her biri farklı bir sesle yankılandı. Sadakat suskundu. Korku sarsak. Merhamet kesik kesikti. Ama inanç... inanç ilk kez netti.
“Seni takip ediyoruz” dedi içindeki mühür sesi. “Ama son kapıyı yalnız geçeceksin.”
Iseur elini kaldırdı. “Son mühüre ulaşmak için gölgenin altına inmeye hazır ol. Çünkü orada yalnızca seni değil, senden önce mühürlenmiş olanların fısıltıları da var.”
Zemin titredi. Çatlak genişledi. Ve taş tahtların altında bir geçit açıldı.
Averiel Cassian’a baktı. “Bundan sonrası bana ait.”
Cassian gözlerini kısmadan ona baktı. “Sen dönene kadar buradayım.”
Averiel geçide adım attı. Taşların arasından inen spiral bir merdiven uzanıyordu. Her basamak, onun içindeki bir mühürle titreşiyor; her adım, geçmişin bir yükünü tekrar hatırlatıyordu.
Ve nihayet en dibe vardığında... karşısında altın işlemeli dev bir kapı duruyordu. Kapının üzerinde sadece tek bir kelime yazılıydı:
Unutulan.
Averiel elini uzattı. Parmakları kapının yüzeyine değdiğinde, içinden fısıltılar yükseldi.
“Bizi hatırla. Yoksa sen de bizden olursun.”
Averiel, kapının önünde durduğunda yedi mühürden üçü titremeye başladı. Sadakat, Merhamet ve İnanç. Kalan dört mühür suskundu. Sanki bu kapının ardına geçmek, sadece bir mühür sorumluluğu değil, bütünlükten vazgeçmek anlamına geliyordu.
Derin bir nefes aldı. Parmak uçlarını altın yazıların üzerinden geçirdi. Yazı bir anda ışıldadı ve kapı, içe doğru ağır ağır açıldı. İçeriden gelen hava serin değildi; yaşlıydı. Toz değil, zaman kokuyordu. Her nefes, bin yıl öncesinin yankılarını taşıyordu.
İçeri adım attığında ilk fark ettiği şey, sesin yokluğuydu. Ne taşların gıcırtısı, ne de kendi ayak sesleri. Bu yer, sesi bile mühürlüyordu. Yüksek tavanlı, dairesel bir odadaydı. Duvarlar siyah taştan, üzerinde hiç tanımadığı mühürler oyulmuştu. Bu mühürler kendisininkilere benzemiyor, çok daha eski bir dilden geliyordu.
Odanın tam ortasında, taştan bir platform yükseliyordu. Üzerinde bir bedene ait olmayan ama bir varlığı taşıyan siyah bir zırh duruyordu. Boştu, ama yine de oradaydı. Sanki bedeni yok etmek yetmemişti, ruhunu da hapsetmişlerdi.
Averiel yaklaştı. İçindeki mühürler sessizdi.
“Bu, ilk kral” dedi kendi kendine. “Mühürlerin kurucusu. Dengenin bekçisi.”
O an, zırhın içinden bir ses yükseldi. Ne kadın ne erkekti. Ne genç ne yaşlı. Zamanın sesiydi.
“Beni neden uyandırdın?”
Averiel geri çekilmedi. “Çünkü son mühür bana açılmadan önce seninle konuşmam gerekiyordu. Bu mühür, senin kalıntın.”
“Beni gömmek için yedi melek yemin etti. Şimdi neden bir tanesi beni uyandırıyor?”
Averiel yaklaştı. “Çünkü mühürler çatlıyor. Ve ben kim olduğumu ancak seninle yüzleşerek anlayabilirim.”
Zırhın göz boşluklarında kırmızı bir parıltı belirdi. Bir bakış değil, varlık. “Kim olduğunu neden bilmek istiyorsun?”
“Çünkü içimdeki mühürlerden biri bana ait değil.”
Zırh sarsıldı. Bir an için tüm oda titredi. Duvarlardaki mühürler parladı. Averiel’in sözleri, unutturulmuş bir gerçeği uyandırmıştı.
“Evet... biri senin değil. Bir mühür zorla sana bağlandı. Kimin tarafından bilmiyorsun.”
Averiel’in boğazı düğümlendi. “Onu çıkarabilir miyim?”
“Hayır. Ama onu anlayabilirsin. Onu anladığında, seni kontrol eden zinciri kırarsın.”
Zırh ağır ağır hareket etmeye başladı. Platformdan yere indi. Averiel’in karşısında durdu. Gölgesi, duvarlara kadar uzandı.
“Son mühür, geçmişin değil. Geleceğin kapısı. Onu açarsan, geri dönüş olmaz. Artık izleyici değil, karar verici olursun.”
Averiel ellerini yumruk yaptı. “Kabul ediyorum. Ne gerekiyorsa.”
Zırh başını salladı. “Öyleyse sana gerçeği göstereyim.”
Bir anda odanın duvarları kayboldu. Averiel kendini bir anı içinde buldu. Zaman kaydı. Kırık tahtlar yerli yerindeydi. Ama bu kez üzerinde insanlar oturuyordu. Yedi kişilik bir konsey. Her biri farklı bir mühürü temsil ediyordu. Ortalarında siyah giysili bir kadın vardı. Gözleri Averiel’in aynasıydı.
“Bu benim” diye fısıldadı.
“Hayır. Bu senin atan. Mühürlerin ilk taşıyıcısı. Ama onun yolu tamamlanamadı. Çünkü biri... onun mühürlerinden birini çaldı. O mühür şimdi sende.”
Averiel kadına bakarken, konsey üyelerinden biri aniden ayağa kalktı. Ve ona sırtını döndü. Gri kanatları karardı. Ve o kişi... Tharion’a benziyordu.
“Hayır” dedi Averiel. “Bu... onun atası mı?”
“Hayır. Bu onun ruhu. Zamanın içinde tekrar doğmuş. O karanlıkla ilk anlaşmayı yapan kişiydi.”
Averiel nefesini tuttu. İçinde bir şey çözüldü. Karanlığın kaynağı, yalnızca güç ya da hırs değildi. İhanetti. Unutuluştu. Ve bu, hem onun hem de Tharion’un içinde süregelen bir zincir gibi dolaşıyordu.
Anı sönmeye başladı. Zırh yeniden konuştu.
“Şimdi ne yapacaksın, Averiel?”
“Son mühürü bulacağım. Ama onu yalnızca mühürlemek için değil. Onu anlayarak, yeniden yazmak için.”
Zırh bir adım geri çekildi. “Bunu yapan hiç olmadı. Sen olursan... mührün kurallarını bozan ilk kişi olursun.”
Averiel dimdik durdu. “Zincirler kırılmak için değil, dönüştürülmek için var. Ben artık sadece taşıyıcı değilim. Ben... seçenim.”
Zırh, başını eğdi. Ardından karanlık bir parıltı içinde çözüldü. Geriye yalnızca yedi taştan oluşan küçük bir küre kaldı. Averiel onu avcuna aldı. Son mühür, artık onun içindeydi.
Ve ilk defa tüm mühürler aynı anda parladı.