Gökyüzü grinin en solgun tonuna bürünmüştü. Ne güneş vardı ne de fırtına. Sanki dünyanın nefesi tutulmuş, görünmeyen bir şeyin doğuşunu bekliyordu. Averiel, kasabanın güneyinde uzanan eski vadide tek başına yürüyordu. Ayaklarının altında kuru yapraklar eziliyor, rüzgâr dalların arasından uğuldayarak geçiyordu. Buraya gelmesi yasaktı. Annesi küçükken defalarca uyarmıştı: “Oraya girme. O taşların altı hâlâ lanetli.”
Ama annesi artık yoktu. Ölümünden sonra her şey daha sessiz, daha soğuk olmuştu. Averiel, yalnızlığın boğazına oturduğu o ilk günden beri kendini buraya çeken bir şey hissetmişti. Bilinmeyen bir çağrı, geçmişin yankısı gibi. Bugün ilk kez içgüdülerine direnmeyip o çağrıya kulak verdi.
Vadinin sonunda eski bir kilise vardı. Taş duvarları yosunla örtülmüş, çan kulesi yıkılmış, ahşap kapısı çürüyüp çatlamıştı. Ama her nasılsa, kilise hâlâ dimdik ayakta duruyordu. Averiel, kapının önünde durdu. Kalbi hızlı atıyordu ama korku değildi bu. Sanki yaklaşan bir şey vardı, kendi içinden yükselen, tanımadığı bir ses: “Şimdi.”
Kapıyı itti. Menteşeler paslıydı ama açıldı. İçerisi serindi, karanlık ve ağır. Eski taş zemin, mum lekeleri ve küllenmiş izlerle doluydu. Tavandaki kirişlerden sarkan örümcek ağları titriyordu. Bir zamanlar Tanrı’nın adıyla dolup taşan bu yer, artık unutuşun sessizliğine gömülmüştü.
Averiel adımlarını dikkatle attı. Gözleri duvardaki eski yazıtları taradı ama çoğu silinmişti. Sadece biri hâlâ okunabiliyordu. Elini taşın üzerine koydu ve kelimeleri fısıldadı:
“Kanatların düştüğü yerde kehanet doğar.”
Sözler ağzından dökülürken kilisenin zemini inledi. Averiel hızla geri çekildi. Mermer taşlar hafifçe titredi, ardından ortadaki sunağın altından taş bir daire parlamaya başladı. İç içe geçmiş kanat şekilleri, merkezde ise içi boş bir göz simgesi…
Tam o anda, sırtında yanma hissetti. Sıcak ve batıcı. Sol elini tuttu—avuç içi kızarıyordu. Orada, tenine kazınır gibi oluşan bir simge… kanat gibi… ama alevle çizilmişçesine canlı.
“Sen sonunda geldin.”
Ses bir adamındı. Derinden ve eski bir dilden sızıyordu, ama Averiel anlamıştı. Döndüğünde kilisenin loşluğunda bir figür belirdi. Uzun, ince yapılı. Sırtında yarı yanmış kanatlar vardı. Siyah tüyleri yere düşüyor, gözleri karanlıktan parlıyordu. Bir düşmüş melekti—ama o kadar da basit değildi.
“Benim adım Cassian.” dedi adam.
“Ben düşüşün ilk tanığıyım. Ve sen, o düşüşün mirasısın.”
Averiel bir adım geri gitti ama kaçmadı. Her şeyin cevabı gibi duran bu adamdan gözlerini alamadı.
“Ben... bir insanım,” dedi inatla.
“Öyle olsaydın bu mühür seni tanımazdı.” diye yanıtladı Cassian.
Averiel eline baktı. Mühür hâlâ yanıyordu, ama artık can yakmıyor, derinlere doğru çağırıyordu. Cassian yere çömeldi, parmaklarını sembolün kenarlarına koydu ve fısıldadı:
“Nehulim-seraphar korin dae… Uyan.”
Zemin yarıldı.
Toz ve küf havaya karıştı. Kilisenin ortasında, taşların altından çıkan spiral bir merdiven görünür oldu. Karanlığa açılan bir geçitti bu. Averiel bir an tereddüt etti.
> “Orada ne var?”
“Senin geçmişin,” dedi Cassian.
“Ve geleceğin.”
Averiel başını iki yana salladı. “Ben sadece... normal biri olmak istiyorum. Normal biri olarak kalmak.”
Cassian bir an sustu. Yüzü gölgede kalıyordu ama gözleri parlıyordu.
> “Senin doğduğun gün gökyüzü sustu. Ne melekler konuştu ne de yıldızlar hareket etti. Çünkü seni anlatan hiçbir yazıt yoktu. Bütün kehanetler seni dışarıda bıraktı. Ama bazı varlıklar yazıtların bile ötesindedir, Averiel. Sen de onlardansın.”
Bir sessizlik oldu. Rüzgar kilisenin içinden geçerken eski kapı inledi. Averiel sonunda adım attı. Merdivene bir ayağını koyduğunda, altından yükselen hava soğuk ama garip şekilde tanıdıktı. Her adımda kalbindeki boşluk biraz daha doluyor gibiydi.
Spiral basamaklar sona erdiğinde önlerinde geniş, taş oyma bir oda açıldı. Duvarları yazıtlarla kaplıydı. Tavanında gökyüzünü andıran bir mozaik vardı ama yıldızlar kararmıştı. Zeminde yedi halka, her biri farklı bir sembol içeriyordu. Cassian birinci halkaya yaklaştı ve diz çöktü.
> “Burası ilk mühür. Bin yıl boyunca burası sessizdi. Ama şimdi sen buradasın. Ve senin gelişinle ilk kapı çatladı.”
Averiel duvara yaklaştı. Parmaklarıyla yazıtları okşadı. Tozlu yüzeyde bir çizik dikkatini çekti. Yaklaştığında, tüyleri diken diken oldu. Adını gördü. Averiel. Taşın üzerine kazınmıştı. Ve altına şu sözler yazılmıştı:
> “Onun adıyla mühür çatlayacak. Kanı ilk anahtarı açacak.”
Averiel geriledi. “Bu... nasıl olabilir? Bu taş bin yıllık.”
Cassian ayağa kalktı. “Çünkü senin soyun, Tanrı’nın susturduğu bir satırdan geldi. Yasaklıların soyundan.”
Tam o anda duvardaki bir sembol parladı. Zemindeki ilk halka çatladı. Toz döküldü, bir titreşim yayıldı. Averiel kalbinin göğsünden çıkacak gibi attığını hissetti. Gözleri karardı.
Ve birden Averiel bayıldı. Rüyada değil, daha çok anıların içindeydi. Ama kendi anıları değildi. O bir bedenin içindeydi; büyük siyah kanatları olan bir varlığın. Etrafında yüzlerce melek gökyüzünden düşüyordu. Alevler arasında çığlıklar, lanetler, kırılan gökyüzü…
Ve o figür—Cassian. Fakat daha genç. Işıkla sarılı, gözlerinde hâlâ umut olan biri. Bir kadın melek ona doğru koştu. Elleri kan içindeydi.
“Cassian, geri dön! Bu sona erer—biz bitmeden önce geri dön!”
“Çok geç.” dedi Cassian. “Artık yazıldı.”
Averiel gözlerini açtığında yerdeydi. Cassian başında bekliyordu. “Ne gördün?”
“Düşüşü...” dedi. “Ve seni. Ama sen… o zaman başka biriydin.”
Cassian gözlerini yere indirdi.
“Hepimiz başka biriydik.”
Cassian, Averiel’e yüzüğünü uzattı.
Yüzüğün içinde simge: Yedi mühürden ilki.
Ve Cassian şu sözleri söyledi:
“Bu sadece başlangıç. Altı mühür daha kaldı. Her biri seni daha çok değiştirecek.”
“Ve her biri seni biraz daha karanlığa yaklaştıracak.”