1. BÖLÜM
Mardin’de güneş tepelerin arasından doğuyordu. Yavaş yavaş yükselen güneş, perdenin arasından süzülerek Elvin’in yüzüne vuruyordu. Uyanmak istemiyordu Elvin. Kızıl saçları yastığına dağılmıştı. Yüzünü eşkitti yastığa damlayan damlalar vardı.
“Abi,” dedi Elvin itiraz ederek, yüzünü yastığa daha çok gömdü.
“Uyan kızıl, uyan,” dedi Atakan kardeşine; onun mızmız hali hoşuna gidiyordu.
“O mavi gözlerini aç da gök yüzümü göreyim,” dediğinde gözleri kapalı, kıkırdadı Elvin. Gözlerini açtığında abisinin yemyeşil gözlerini gördü.
“Orman sonunda gök yüzüne kavuştu mu?” dedi Elvin uykuyla karışık.
“Uyan bücür, artık açım. Göreve gideceğim,” dedi Atakan isyan ederek.
“Abi, dolapta ne varsa ye işte, karıştırma beni. Okullar tatil, öğrenci yok,” dedi.
“Abin aç ama göreve aç aç mı göndereceksin?” dedi Atakan mızmızlanan bir çocuk gibi.
En sonunda Elvin yataktan doğruldu, abisine öfkeyle bakıp yataktan kalktı. 2+1 bir evde oturuyorlardı; biri öğretmen, biri asker. Burada doğmuşlardı, belli bir yaşa kadar burada büyümüşlerdi ama kader onları İstanbul’a atmıştı. Sonrasında Atakan’ın askerlik aşkı, Elvin’in öğretmenlik sevdası, iki kardeşi üç yıl sonra bir araya getirmişti ve üç yıldır beraber yaşıyorlardı. Elini yüzünü yıkayıp mutfağa gitti, dolaptan bütün malzemeleri çıkartıp masaya koydu. En hızlı olarak yumurta yapmayı düşündü.
“Menemen olsun,” dedi Atakan arkadan. Elvin oflayarak dolaptan domates ve biberi de çıkardı.
“Soğanlı mı olsun soğansız mı?” dedi Elvin.
“Seni yormayayım, o boncuk gözlerin yanmasın, soğansız olsun,” dedi Atakan.
“Bak bak, kardeşinde de düşünüyor,” dedi Elvin abisine, kahvaltıyı hazırlarken.
“Bu sefer nereye gideceksin göreve, abi?” dedi Elvin.
“Sınıra gideceğim, güzelim. Bu sefer bir iki gün oradayım tahminen,” dedi ve ekledi:
“Tamam, sağ salim dön yeterli.”
“Sen ne yapacaksın?” dedi Atakan.
“Bilemem, okula giderim belki. Yaz tatili ama işlerimiz bitmedi daha,” dedi.
“Tamam, telefonun her zaman açık olsun,” dedi Atakan.
Menemen hazır olunca Elvin masaya koydu. Abi kardeş kahvaltılarını yapmaya koyuldu. Şakalaşarak kahvaltı ediyorlardı. Neşeleri yerindeydi. Atakan kardeşinin kızıl saçlarını karıştırıyor, sinir ederken…
Mardin’in başka bir yerinde başka bir telâş vardı: Asmin Sarraoğlu. Güne hiç başlamak istemiyordu. Annesi onu yataktan zorla kaldırmış ve sofraya oturtmuştu. Babası Harun Bey otoriterdi; kaşları her daim çatık olurdu. Kimse onun sözünden çıkmazdı. Altmış beşine merdiven dayamış bu ağa, artık oğlunun dönüşünü bekliyordu. Kızı Asmin’i gelin edeceklerdi ama oğlu yoktu. Dün gece kına yapılmıştı, bugün ise düğün vardı. Asmin korkuyordu. Bir adama kuma olarak gidiyordu; babası buna ses etmiyordu. Kızına bunu nasıl reva görürdü bilinmiyordu. Harun Bey için aile ve soy önemliydi; kız çocuğunun bir önemi yoktu. Nasıl yaşadığı, ne halde olduğu… Oğlunun gelip soyunu devam ettirmesini ve ağalık görevini almasını istiyordu.
“Akşama hazır olun, imam akşam gelecek. Sende o yüzü düzelt,” dedi otoriter bir sesle.
Asmin sadece “Tamam,” diyebildi. Zar zor kahvaltısını yaptıktan sonra odasına geri gitti. Dün geceden beri ağlamaktan göz altları şişmişti. Abisini bir kez daha aramayı düşündü, telefonunu eline aldı, ardından kapısını kilitledi . Ardından abisini aradı. Çaldı, çaldı, açmadı. Şu an İngiltere’de saat kaçtı bilmiyordu ama bir tek abisi onu kurtarabilirdi. Bir kez daha aradı ve son aramasında, uykulu bir sesle Ateş Sarraoğlu telefonu açtı.
“Abi,” dedi titrek bir sesle.
Ateş, kardeşinin titrek sesini duyunca hemen yataktan kalktı. Gece boyunca ayaktaydı, kardeşinin aramasını görmüştü ama cevap vermemişti, başka işleri vardı.
“Ne oldu Asmin?” dedi otoriter ve endişe dolu bir sesle.
“Abi, beni ne olur kurtar,” dedi ağlayarak.
“Bana ne olduğunu söyler misin?” dedi sert bir sesle.
“Babam… Beni bir adamla evlendiriyor,” dedi.
“Daha yaşın kaç kızım senin?” dedi.
“Abi, ben de dedim ama beni kuma olarak veriyor, bir de. Ne olur kurtar beni,” dedi ağlayarak.
“Asmin, sakinleş önce. Beni dinle: Evden bir bahane bul ve çık,” dedi.
“Abi, izin vermezler ki bana,” dedi Asmin çaresizce.
“De ki, abim bana bir hediye göndermiş, şu an kargo şirketinde, onu alacağım de. Sonra konaktan Hüseyin’le git, o seni havaalanına bıraksın. Yanıma geliyorsun, tamam mı?” dedi.
“Tamam abi. Ben cüzdanımı ve pasaportumu alayım,” dedi.
“Evet, güzelim, al,” dedi.
“Ben şimdi Hüseyin’e haber veriyorum,” dedi.
“Tamam,” dedi Asmin çocuksu bir heyecanla, ardından telefonu kapattı.
Ateş, Hüseyin’e haber verdi. Hüseyin ise görevini onayladı. Yıllardır âşık olduğu kadını dışarı çıkaracaktı sonunda ve onu abisine teslim edecekti. Ama onun aklında bambaşka bir şey vardı: Asmin’i karısı yapmak istiyordu Hüseyin.
Asmin hazırlanıp aşağıya indi. Normal kıyafetler giydi, annesinin yanına gitti. Evde düğün için hazırlıklar yapılıyordu, yoğun bir çalışma vardı burada.
“Ana,” dedi Asmin.
“Evet kızım,” dedi Zenan Hanım.
“Ana, abim benim adıma postaneye bir şey göndermiş, onu alacağım,” dedi kafasını eğerek.
“Gelin olacaksın Asmin, evde dur, biri gidip alır,” dediğinde Hüseyin çıkageldi hemen.
“Zenan Hanım, bizzat Ateş Bey aradı. Asmin’in alması gerekiyor ’ dedi. Bana izin verirseniz, hızlıca gidip gelelim,” dediğinde nefesi kesildi.
“Bir saate burada olacaksın. Baban yokluğunu fark etmeyecek,” dedi Zenan Hanım.
Asmin heyecanla annesine sarıldı, kokusunu içine çekti. Abisinin yanına gittiğinde söyleyeceklerini biliyordu. Abisi ona kıymazdı, asla ve asla. Hüseyin'le birlikte evden çıktılar. Hüseyin, Mardin'in trafiğinden çıkıp tozlu topraklara girdi. Saatlerdir gidiyorlardı.
“Hüseyin abi,” dedi Asmin korkuyla. “Nereye gidiyoruz? Mardin havalimanını geçeli çok oldu. Diyarbakır havalimanına mı gidiyoruz?” dediğinde Hüseyin ona baktı sadece. Sınıra doğru sürüyordu. Hüseyin nihayet bir evin önünde durduğunda:
“Akşama kadar burada kalacaksın Asmin, ardından seni götüreceğim,” dedi.
Ev, uçsuz bucaksız sarı toprakların ortasındaydı; sanki bir Teksas filmi çekiliyordu. Hareket eden hiçbir ot parçası bile yoktu. Asmin korkusunu belli etmeden sadece “Tamam,” dedi ve araçtan indi.
Hüseyin camı açtı, Asmin'e seslendi: “Ben iki saate gidip geleceğim. Korkma, evde her şey mümkün. Anahtar paspasın altında.”
“Tamam, Hüseyin abi,” dedi Asmin. Hüseyin bozulsa da bir şey demedi. Buraya iki saatlik uzaklıkta bir köy vardı; oradan imamı alıp gelecek, halvet* girdiğinde Asmin’i kimse ondan alamayacaktı. Öyle düşündü ama kader onların istediği gibi gitmeyecekti.
Asmin paspasın altından anahtarı aldı ve eve girdi. Ayakkabılarını çıkardı, içeri adım attı. Kimse onu bulmasını istemiyordu; telefonunu çoktan uçak moduna almıştı bile. Evin içinde serili örtülerin üzerine oturdu, ayaklarını kendine çekerek kafasını dizlerine gömdü. Biraz da uykusu vardı.
Ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Kafasını kaldırdığında hava çoktan kararmıştı. Kim bilir, annesi babası deliye dönmüştü; ama Asmin, bir adama kuma olarak gitmektense ölmeyi yeğlerdi. Kapı çalındığında ayağa kalktı. Korktu; bulmuşlardı, buraya kadardı diye düşündü Asmin. Ama:
“Asmin, benim,” dedi Hüseyin.
İçi rahatlayan Asmin kapıya gidip açtı. Hüseyin'in son derece şık ve yanında imamı görünce şok oldu. Kala kaldı.
“Asmin, müsaade et,” dedi Hüseyin. Bir şey diyemedi. Hoca içeri girerken Hüseyin ise Asmin'e bir paket uzattı.
“Bunları giy gel. Hoca imam nikahımızı kıyacak,” dedi.
“Hüseyin abi, ben evlenmek istemiyorum. Beni havalimanına götür,” dedi zar zor, korkak bir sesle.
“Asmin, başka şansımız yok. Başka bir adama kuma olarak mı gitmek istiyorsun?” dediğinde:
“Abi, sen de evlisin, farkında mısın?” dedi Asmin öfkeyle.
“Asmin, giy şu elbiseyi. Zehra ile boşanacağım. Yıllardır sana âşığım. Onu sikerken bile seni düşünüp sikiyorum,” dediğinde Asmin neye uğradığını şaşırdı.
“Bırak beni!” dedi; gözleri dolmuştu.
“Helalim olacaksın sonunda,” dedi Hüseyin.
“Bırak beni!” dedi Asmin, kolunu çekmeye çalıştı.
Hüseyin Asmin'i bir odaya soktu. “Beş dakika var, giyin gel,” dedi ve hemen çıktı, kapıyı kilitledi.
Göz yaşları akıyordu Asmin'in. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu. O an, bir kuş penceresine konmuş, cama tık tık yaparken göz yaşlarını sildi. Bu bir işaret olabilirdi. Camı açtı. O sırada kapısı çalındı:
“Hazır mısın Asmin?”
“Beş dakika daha,” dedi Asmin.
Pencereden aşağıya zıpladı. Alçaktı zaten. Çıplak ayaklarıyla gecenin karanlığında, arkasına bakmadan koşmaya başladı. Ayağına batan taş ve çakıllara aldırmadan kaçıyordu. Abisi kendisini ona emanet etmişti, ama Hüseyin o emanete ihanet etmişti.
Hüseyin, içeriden ses gelmeyince odaya girdi. Pencerenin açık olduğunu görünce bağırarak evden çıktı ve havaya uyarı ateşi açtı. Bunu duyan Asmin daha da hızlandı, anlamışlardı kaçtığını. Nefes nefese, tel örgülerin arasından geçti. Silah sesleri geliyordu ama umursamadı, koşmaya devam etti. Derken:
“Dur!” diye bir ses duydu ama durmadı.
“Sana dur diyorum! Dediğinde, bu yabancı bir sesti. Arkasını döndüğünde askeri üniforma giyen biri vardı.
“Kafanı eğ!” diyerek yanına gelmişti ve sıcak çatışma başlamıştı. Atakan, bu kızın bir hayalet gibi ortaya çıkmasıyla pozisyonunu değiştirmek zorunda kalmıştı. Kızın arkasına bakmadan kaçtığını fark etmişti. Atakan telse konuşuyordu:
“Teröristleri etkisiz hale getirin! Bana destek kuvvet; bir sivil var!”
“Komutanım, geliyoruz! Biraz daha dayanın! Kayanın arkasından çıkamayın, iki terörist size geliyor, saat yönünde! Komutanım, ateş edin!” dediğinde,
Atakan kafasını kaldırdı, nişan aldı ve ateş etti. Ardından korkuyla taşın arkasına sığındı ve kıza baktı. Gecenin karanlığında bile ayaklarının çıplak ve kanadığını görmüştü. Bu kızın burada ne işi vardı? Diye düşünmeden edemedi Atakan.
“Komutan, saat yönünüzün tersinde bir terörist size doğru geliyor!” dediğinde, Atakan namlusunu çıkardı, nişan aldı ve ateş etti.
“Komutanım, geliyoruz!” dedi bir ses.
“Çabuk olun! Dedi Atakan öfkeyle.
Ardından kıza baktı. Kız titriyordu. Üzerindeki çantasını çıkardı, ardından askeri üniformasının üst kısmını çıkarıp Asmin’e sardı.
“Korkma, Türk askerinin güvenliği altındasın,” dedi Asmin’e.
Asmin kafasını kaldırdığında, kendisine bakan o yeşil gözlere ilk görüşte vuruldu. Nefesini tuttu, kalbi hızlanmaya başladı. Aşk böyle bir şey miydi? Ama aynı zamanda gözleri dolmuştu. Ya ailesine teslim ederlerse?
“Komutan,” dedi zar zor. “Beni kaçırdılar, nikah kıyacaklardı. Abim beni İngiltere’de bekliyor. Lütfen, beni ona ulaştırın.”
“Korkma,” dedi Atakan şefkatle.
Asmin’i ayağa kaldırmaya çalıştığında, Asmin acıyla inledi. Ayakları ciddi bir şekilde yaralanmıştı. Onu kucağına aldığında kendisine doğru gelen ekibi şaşkınlıkla bakıyordu. Komutanları bir kızı kucağına almıştı.
“Derhal sınır karakoluna!” dedi. Askeri araç gelmişti. Ona bindiler ve sınır karakoluna geldiklerinde, Asmin’i kendi odasına götürdü.
“Kuzgun, doktoru çağır, tedavisini yapsınlar hanımefendinin,” diye emir verdi.
“Emredersiniz, komutanım!”
Asmin deri koltukta otururken hâlâ korkuyordu ama kendisinin güvende olduğunu biliyordu. Komutana döndü:
“Komutan, beni lütfen havalimanına götürün. Abim bekliyor,” dedi.
“Adın ne?” diye sordu Atakan.
“Asmin. Komutan, lütfen beni havalimanına götürün.”
“Götüreceğim, merak etme. Abin kim senin?” dedi merakla.
“Ateş… Ateş Sarraoğlu’nun kardeşiyim,” deyince Atakan şaşkınlıkla baktı. Can dostu Ateş’in kardeşi miydi bu saf ve masum kız?
“Harun amcanın kızı mısın?”
“Evet. Ama haber vermeyin, beni kuma olarak vereceklerdi, lütfen!” diyerek ağlamaya başladı Asmin.
“Sakin ol, abini arayacağım ben,” dedi.
Asmin, Atakan’a baktı. Ciddi görünüyordu. Gözyaşlarını bir umutla sildi. Telefonunu çıkardı, en son ne zaman görüşmüşlerdi? Beş yıl? On yıl? Arkadaşının numarasını aradı. Çaldı, çaldı, açmadı. Bir kez daha çaldı.
Ateş, arayana baktığında Atakan’ın aradığını görünce şaşırdı. Onun bu saatte araması hayra alamet değildi. Kardeşinden de haber alamıyordu. Yoksa kardeşi mi? diye düşündü ama hemen aklından sildi her şeyi ve telefonu açtı.
“Hayırdır, sen beni aramazdın,” dedi kıvançlı ve tok bir sesle.
“Aramadım da, kardeşin burada.”
“Onun saatler önce uçağa binmesi gerekiyordu!” dedi öfkeyle.
“Kardeşine veriyorum,” dedi ve telefonu Asmin’e uzattı.
“Abi…” dedi Asmin, telefonu kulağına götürür götürmez. Ardından olan biteni anlattı. Ateş, telefonu Atakan’a vermesini söyledi. Atakan telefonu tekrar alınca:
“Söyle, dostum,” dedi.
Ateş derin bir nefes aldı. “Ben bütün hazırlığımı yapıp döneceğim. Onu koru, kimse bulmasın Atakan. Babam gene sikimsonik işler peşinde. Onu koru. Sana emanet ediyorum. Senden başkası onu koruyamaz. Ben gelene kadar bütün sorumluluk sende. Onu korumak için elinden geleni yap,” dedi. Ardından derin bir nefes daha aldı ve ekledi:
“Evlen onunla. Onu ancak böyle korurum ben.”
Bu teklif ortaya bomba gibi düşmüştü. Atakan neye uğradığını şaşırmıştı.
“Ne diyorsun?” dedi Atakan, oturduğu koltukta kalakalarak.
“Ne diyorsam o. Yakında onu bulurlar ve vereceği adamdan daha yaşlı bir adama kuma olarak verirler. Eğer seninle evli olursa kimse bir şey diyemez. Bir de askersin.”
“Ateş, dediğini kulağın duyuyor mu?” dedi.
“Duyuyorum, Atakan. En geç yarına yalnız nikahı kıyın. Ben de geliyorum,” diyerek konuşmaya devam ettiler. Atakan odadan çıkarken Ateşle konuşmaya devam etti bu gece herkesin kader çarkları dönüyordu
Onu, bu gece, hayatı boyunca yanında duran tek insana, kaderdaşına, en yakın arkadaşı Atakan Özgüven’e teslim etmişti. Bu teslim ediş, bir vazgeçiş değil, en büyük güvenin ifadesiydi. Uzun uzun, her detayı konuşmuştu Atakan’la. Saatlerce süren o konuşmada, söylenen her kelime, verilen her söz, Asmin’in hayatının sigortası gibiydi. Ateş’in içi, aklından daha emindi: Onu, dünyanın tüm karanlığından en iyi koruyacak, saklayacak olan oydu. Atakan, sadece bir arkadaş değil, bir sığınaktı.
Atakan, “Tamam, evlenirim. Yarın burada ol,” dedi, derin bir nefes bırakarak.
“Hazırlığımı yaptım, Atakan. Geliyorum,” dedi Ateş.
“Sana minnettarım kardeşim. Bir gün ben de sana borcumu ödeyeceğim,” dedi Ateş minnettar bir sesle.
“Bunu yazdım bir kenara,” dedi Atakan. Büyük bir sorumluluk alıyordu, farkındaydı. Ateş ise rahattı. Arkadaşına güveni tamdı. Bildi bileli tel tabancaydı, yani o öyle biliyordu.
“Tamam, kapatmam gerek,” dedi Ateş, deyip kapattılar.
Atakan omuzlarında bir yükle içeri dönerken, Ateş özel uçağın parlak gümüş merdivenlerinin dibinde bir an durdu. Uçağa binerken ciğerlerinin derinliklerine çektiği nefes, sadece hava değil, son bir kez içine çektiği özgürlüktü adeta. İngiltere’nin o bildik, insanın içine işleyen soğuğuna, gökyüzünü dolduran karanlığa ve havayı ağırlaştıran basık atmosferine, bir daha asla dönmemek üzere son bir kez baktı. Gökyüzü, sanki bu vedayı protesto edercesine, inatla ve hüzünle yağmur yağdırıyordu. Damlalar, yüzünde soğuk bir dokunuş gibi eriyordu.
“Efendim, her şey hazır,” dedi arkasında bekleyen, sadık adamı Mete. Sesi, yağmurun monoton şıpırtılarına karışıp gidiyordu.
Ateş, gözlerini o sonsuz grilikten, ufuk çizgisinden ayırmadan, sesini en soğuk ve en keskin tonunda kullanarak sordu: “İyi. Buradaki işleri tamamen hallettiniz mi? Her kapı kilitlenmeli, her kayıt silinmeli. Kimse izimizi, en ufak bir tozumuza bile ulaşmamalı.”
Mete, hiç tereddüt etmeden, yılların verdiği soğukkanlılıkla cevap verdi: “Hayır efendim, bulmazlar. Her bağ koptu. Sessizlik ve karanlık, bizden sonra burayı saracak.”
Ateş başını salladı. Bilmeden kör bir ateşle, ismi gibi yürüyordu ve kader ruleti dönmeye başlamıştı.
BÖLÜM SONU
Herkes Başladığı tarihi ve bir kaç yprum atın