Midyat, taş avluların gölgesinde bir yası kucaklamıştı. Rüzgâr, kuru hışırtısıyla tozları savuruyor, yaslı sedirlerin üzerine bir matem örtüsü seriyordu. Berdan, uzun bir uçuşun ardından bu kadim toprağa varmıştı; yirmi iki yaşında, bir gençliğin umutları değil, abisinin ölümüyle ezilmiş bir yürekle. Boston’ın soğuk kampüsleri, derslerin yankısı, hepsi bir sis gibi dağılmıştı. Babasının telefondaki kırık sesi, “Ferit öldü, cenazede olman lazım,” sözleri, onu bu toprağa zincirlemişti. Ama bilmediği bir gerçek, ruhunu bir uçurumun eşiğine sürüklüyordu. Konağın avlusu, kederin ağırlığıyla çökmüştü. Sedirler, siyah örtülerle kaplanmış, fısıltılar bir gölge gibi süzülüyordu. Berdan, konağa adım attığında babası Şeyhmus Ağa’yı gördü; bir zamanlar dağ gibi duran adam, şimdi omuzları çökmüş, gözl

