2. BÖLÜM

2915 Words
Hayat öylesine tuhaftı ki, neredeyse bir ay önce ipi boynuna dolayan ben değilmişim, başkasına dönüşmüşüm gibi aynı rutine sahip olarak her gün işe gidiyordum. Oysaki içimde hala aynı yangın devam ediyor, su serptikçe harlanıyordu. Onu sakinleştiren şey bir çift sulu göz olamazdı, lakin karşılığında her an o ip bir şekilde boynuma dolanıp azraile ulaşmamı sağlayabilirdi. Yaşamayı delicesine seven o kız şimdi ölüme yalvarıyordu. Geceleri bir ızdıraptır. Kimi zaman onu sürekli soluduğumuz nikotine, kimi zaman ise nefes alma ihtiyacına benzetiyorum. Karanlığı içten içe hisseden bir yanım hüznümü neşelendiriyordu, onu besliyor ve eğitiyor. Beslendikçe ağacın köklerini daha derine salan hüznüm ızdırabı intihara sürükledi. Bir kere, iki kere ve sonra bitmek bilmeyen denemelerde ölümün koynunda uyumanın nasıl bir şey olduğunu öğrendim. Hayat bir şekilde nefes almamı sağladı. Nasılları görmezden geldim ama sonucu asla unutamazdım, kadere inanmazdım ama artık inanıyorum. Beni öldürmeyen şey yaşamamı istiyordu. Uğursuz bir şansa sahiptim. Annemin hediyesi olabilirdi. Ölürken arkasında bana bu nimeti sunmuş da olabilirdi ama yine de buna sahip olmaktansa acıyı unutmayı dilerdim. Göğsümü döven değirmen sanırım çürüyeceğini hiç düşünemedi. Asistanım, uzattığı kahveyi misafirimin alması için bekledi. Dikkatlice Çağla’ya çocuğun nasıl bir bakış attığını seyrettim. Üstlerin altlarına olan tavırları işe alımlarda benim için değerli bir etkendi. Önce kahve için gülümsedi ve sonra gözlerini dekolteden sakınarak bana çevirdi. Çağla çıkmadan önce bana baktı. “Başka bir isteğiniz var mı, efendim?” “Çıkabilirsin.” Tasarım atölyesinde bir kişilik açık olduğu raporu geldikten sonra yeni bir kişilik kadro için duyuru yapmıştık. Karşımdaki sarışın çocuk o boşlukları doldurmak için gelen adaylardan biriydi. Dosyasını incelemiştim. Soyadı ülke içinde birkaç emlak şirketine sahip olan ailenin gelişmiş gruplarını ele veriyordu. Kolayca işe alabilirdik, yine de takılması gereken nokta yeterli imkana sahipken başka bir alanda neden işe girmek istiyordu? Birazdan bu konudaki soru işaretleri kalkacak gibi görünüyordu. Çocuk kollarını ileri uzatarak gerdi ve sırtını sandalyeye yaslayarak oturuşuna çekidüzen verdi. “Merhaba.” Vücudunu fazlasıyla kastığını ve nefeslerini düzene yerleştirmek için ilk giriş kelimesini dile getirmeye muhtaçmış gibi davranıyordu. “Merhaba.”diye karşılık verdim. Yüz ifademe takılı kaldı. Sabit, ne gülen ne de somurtkan yüz ifadem duruşunu dik kılmasına neden olur gibiydi. Ailesinin makamına rağmen üstünlük hala benim elimde ve ufak bir konuşma hatasını ne denli dikkate alacağımı bilir gibiydi. Hakkımda bazı şeyler okuduğuna dair şüphelerim vardı. “Kendimi tanıtayım. Ben Çağatay Gürsoy. Güzel sanatlar fakültesinden mezunum. İş deneyimim yok fakat birkaç ay önce bitirdiğim deneme çizimlerimi dosyaya bıraktım.” Gözlerimi çizimleri üzerinde gezdirdim. O sırada gülüşü kulaklarıma çınladı. “Elbette bu bilgileri biliyorsunuzdur.” Havadaki soluk sesi duyuluyor gibiydi bana baktığında. Göz temasındaki birkaç saniyede yutkundu ve tekrar ben diyene kadar konuşmadı. Çizimleri kötü değildi, geliştirilebilir bir yetenekti. Dosyayı kapattığımda Çağatay’ın gözlerinde bir ışık belirdi ve derin bir nefes aldı. “Sizi neden işe almalıyız?” “Kendime güveniyorum.”dedi. Göğsü kabarmış, bakışları gözlerimin içine diklenerek bakıyordu. “Yapılabilecek minimum şeylerin maksimizasyonunu sağlayabilirim. Yeni koleksiyonlar çıkarmak için gecemi gündüzüme katabilecek potansiyeldeyim ve bunu size göstermek için bir şans diliyorum.” “Bunu bana göstermeyeceksiniz. Onları denetlemek için yetkili elemanlarımız var. Ben sadece son sözü söylerim ama kimin yaptığı konusunda fikrim yoktur.” Başını salladı. “O halde hepsinde payım olacaktır.” Bu işi bir fırsat olarak gördüğünü hissediyordum. Gözlerimi saran gülüşe direndi. Parmağımı fincana takıp dudaklarıma götürdüm ve büyük bir yudum aldım. Bu kahve biraz sertti. Alkolün midemden an ve an silinmesi için bundan binlercesine ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. Yalnız, karşımdaki gözler bunun dışında sadece işle ilgilenerek son sözü bekliyordu. “Evet,”dedim soğuk bir şekilde. “Asistanım, Çağla’nın yanına gidip öğrenmen gereken şeyleri sana söylemesi için bir görünmeni öneririm.” “Yani ben, başka sorunuz yok mu? Ben,” Aslında sözlerinin şu andan itibaren kifayetsiz olduğunu yüzümdeki umursamaz ifadeden fark edince duraksadı, sonra sustu. Ayağa kalktı, ceketini düzeltti. Çıkmadan önce bir süre gözlerini benden alamadan gülümsedi, bu minnetti. Ne için minnet duyduğu belirsizdi fakat giderken sevincini bastırmaya çalıştığı yüz mimiklerinden gördüm. Yaşı neredeyse yirmiydi. Yetişkinliğin ilk evresine adımını atmış, sonucunu olumlu sonuçlanmış ve sevinçle en sevdiklerine haberi gülerek verecekti. Ayrıntıları düşünürken güldüğümü fark ettim, gülüşü susturmak için kahveden son yudumu aldım ve oturduğum yerden kalktım. Ağır adımlarla camın dibine yürüdüm. Dudaklarımdan sessizce dökülen nefes sıkıntıyla boğulmuştu. Şimdi yeniden yirmilerin başlarına dönmek isterdim. Hayatımda ne aşk denilen illet vardı, ne de yokluğundan ölüp bittiğim annemin varlığı henüz beni terk etmişti. Tam anlamıyla hayatın tadının dibini sıyırıyordum. Derin bir nefes alarak kapıya doğru yürüdüm. Odayı terk ederken son anda çantama doğru koştum ve iş yerindeki günümü böylelikle sonlandırıyordum. Çağla iki saniye sonra yeni tasarımcı ile kapının ilerisinde belirdi. Baş selamı vererek,”İyi günler, efendim.”diye konuştu. Çağatay, Çağla’ya ve sonra bana baktı. Hemen arkamdan sesini duyurmak için yüksek bir sesle,”İyi günler, efendim.”dedi. Çağla’nın kızışını duyumsadım. “Burada öyle yüksek sesle konuşulmaz, dikkat et.” Çocukların harıl harıl çalıştığını görüyordum asansöre geçmeden önce. Birkaç dakikamı aldı giriş kata inmek. Sokak kapısının eşiğinde sigara molasında gruplaşan birkaç çalışan vardı. Elimi ceketin cebine götürdüm, sigara paketini çıkarmayı planlarken merdivenlerin dibinde jeep’in yanında hazırda bekleyen bir adet Barış Soykan’ı görüverdim. Bütün bunlara bir son vermeliydi. Birkaç uzun zamandır etrafımda onu beni koruyadururken görüyordum. Sinem mi gönderiyordu kendi mi geliyordu, işte emin değildim bundan. Elimi hemen çekerken kaşlarım havalandı. Alkolün de etkisinin geçmesiyle nezaket kavramı silinmiş olarak,”Ne arıyorsun burada?”diye sordum. Tavrıma darılmadı bile, doğrudan geçti konuşmaya. “Seni almaya geldim. Küçük vosvos’un yeni eve gitti.” Bunun düşüncesi beni dün geceye sürükledi. Aklıma bile gelmemişti, sadece ufak bir yokluk çekmiştim. Karıncalanan avuç içimi bacağıma sürterek, mahcubiyetle tebessüm ederek,”Sağ ol.”diye mırıldandım. “Gidelim.” Nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Birçok iyiliğine sahiptim ama o bir erkekti ve bu yüzden kaba ve sert olmam en doğalı olacaktı. İnanılmazdı. Ona karşı kaba olmayacaktım. Barış, Sinem’in abisi olarak beni koruyabilirdi ama yine de gece beni yatağıma yatırıp iyi bir kafa dağıtma için yanına çağırmazdı sanırım. Bunun üzerine zamanım oldukça biraz daha düşünecektim. Bir sonuca varamayacağım aşikar olsa da, yine de yapacaktım. Durdum ve jeep’e bindim. Kemeri taktıktan sonra başımı çevirip camdan dışarıya baktım. Siyah sis veren camın boğucu rengi dışından kendimi evdeymiş gibi hissettim. Barış beni bu caddeden götürene kadar bekledim. Mümkün olduğunca ciddi bir ifadeyle dışarıya bakınıyordum. Araba kullanmasından istifade gözümün ucuyla bakma fırsatı buldum. Esrarengiz kişiler ilgimi çeker diğer yandan da ürkütürdü beni, ne yaptıkları şeyler net olurdu ne de ortaya çıkış anları. Yanımda ise o esrarengiz kişilik duruyordu. Kolunu camdan uzatmış, radyodan çalan şarkıya ıslıklarla eşlik ederken dudağı sol yanağına esniyordu. Barış uzun süredir bizimleydi ve bu uzun sürede onunla vakit geçirme fırsatım da olmuştum. Hayatımın içindeydi. Yine de ona bu yakınlıktan bakmak ilk defa gerçek oluyordu. Çenesindeki keskin hat tüm yüzünde barizdi. Kalın kaşları ve siren gözleri vardı. Açık kahve gözleri resmen güneşin üzerinden sarı rengine dönüşüyordu. Zar zor fark ettiğim kulağının dibindeki leke ise geçmişte yaşanmış bir kavgaya ait gibi çiziğe benziyordu, uzun zaman geçmiş olmalıydı ki son anda gözüme çarpmıştı. Daha bakamadım, ne yapıyordum ki ben? Aptalım. Ne diye inceliyordum onu? Sürekli yanımda görebildiğim birini, bir erkeği ve Sinem’in abisini incelediğim gerçeği öylesine saçmaydı ki. Gördüğüm şeyleri silmek için beynimi çalan şarkıya odakladım. Sena Şener’den çalıyordu. Ritimin sözleri dönerken Barış eğildi ve şarkıyı değiştirdi. “Neden değiştirdin?” “Hoşuma gitmedi.” Damarlarımda dolaşan kasveti yok saymaya çalışarak kesik bir nefes aldım. Şarkının sözlerinde sürekli olarak ölsem deniliyordu. Ölümün kendisinden bariz bir şekilde nefret ettiğini biliyordum artık. Aracın rotası şehrin rotasından çıkıyordu. Gözlerimiz buluşunca gözlerindeki sabit ifade durumu sorgulamama sebep oldu. “Nereye gittiğimizi biliyor musun?” Başını salladı. “Sinemle konuştum.” Ne düşündüğünü irdelemeden, bir açıklamaya ihtiyaç duyarak konuştum. “Tatil yaparız diye düşündük. Sinem bir süredir istiyordu ama vakit bulamıyorduk.” Barış bakışlarını gözlerimin üzerinde dolaştırırken gözlerinde çıplak bir açlık yatıyordu, Barış sadece devam etmeyi talep eder gibi baktı. Ardından sözler gelmedi ve kulaklarıma sesi dökülüverdi. “Bir tatil varsa iş yoğunluğu da yoktur. Kış çıktı, yeni fikirler canlanacaktır. İş yerinde sabahlarsın diye düşünüyordum.” Başımı itiraz ederek salladım. “Ben iş yerinde sabahlamam. Gerekmediği sürece işleri evden hallediyorum. Eskiye bakarsam biraz yenilikler getirdik ve butiği büyüttük. Bu ay sonuna kadar benim yapabileceğim fazla bir şey kalmıyor açıkçası.” “Hangi ara yaptın bunları? Sinem hiçbirinden bahsetmedi.” Gözlerim parladı. “Sinem benim arkadaşım, elbette biliyordur ama sana ne için bunlardan bahsetmeli ki?” İmanın şakırdadığı sözlerimde yüzünü bozgunluğa iten bir ifade gördüm. Sanki bu sözleri beklemiyor, bu tavırdan kendini sakınıyor gibiydi. Onda benim hissettiğim korkudan çok uzaktı, adını bilemediğim ama onun hoşuna gitmeyen bir çekinceydi. “Bazen bahseder.”diye mırıldandı yumuşak bir ses tonuyla. Gülmüş gibi davrandım. “Sinem çoğu şeyden biraz bahseder.” Ama sonra konuşmadık. Sadece yolu izledim. Orman yolundan geçtiğimiz sırada, sık ağaçların içinde bir hareketlilik sezdim. İki ufaktan hayvan gördüm ama neye benzediğini ya da ne olduğunu tam olarak kavrayamamıştım. Arabanın hızı ileri ki yolda artmaya başlayınca açık camdan sinsice giren rüzgar üşümeme neden oldu. Camı kapattım. Yansımamı dikiz aynasından fark ederken gözlerim kendi gözlerimin içinde kayboldu. Umursamaz gibi görünüyordu oradaki kadın. Göz bebeğim içe çökmüş, halkalar oluşmaya müsait yorgunluk tenimden akıyor. Az önce göremediğim hayvanların görüntüsü kadar bulanıktım şimdi. Henüz öğlenin ikisiydi, ağırdan çiftliğin bahçesine yanaştı araba. Kemerimi çözerken bir yandan da camın üzerinden görebildiğim kadar etrafı inceledim. Soğuğu yediğim an huzurun her yanımı kapladığını hissettim. Bu insanlara uzak ve doğaya yakın yerler sürekli ilgimi çekmişti. Küçük bir ahır görünüyordu. Saman çöplükleri az ileride gübrelerle karışmış çöp kovalarından taşmış teneke kutulardaydı. Bir at olduğundan emindim, çünkü eve doğru giderken kişneme seslerini duyuyordum. Etrafı inceleyebildiğim kadar inceledim ama eve girerken daha fazla zamanım olmadı. Boş boş önüme bakıyordum. Barış ceketini vestiyerin çekmesini açınca askılığa astı. Elini uzattı. Ne yapacağımı bilemedim. Önce yüzüme sonra zincirini sımsıkı tuttuğum çantama baktığında gerginlikle dudağımın kenarını kemirdim, en sonunda çantayı ona uzattım. Meraklı bakışlarım duvarlardaki çeşitli desenlerde öylece dolanıyordu. Duvarın arkasından uzanan Sinem’in gülen gözlerini gördüm ve yanına doğru gittim. “Heyy, bebeğim!” Uzandı, kolumdan tutup yanaklarımı öptü. “Gelebilmenize sevindim. Küçük evimizi sevdin mi, İz?” “Bayıldım,”dedim sessizce. Evet, sevebileceğim tek yer bu ev olabilirdi. Önce güzel bir kahve içecektim. Ağaçların kokusunu soluyarak bir kitap okuyabilirdim, belki Sinem ile biraz sohbet ederdik. Bilemiyorum. Yapabileceğim maksimum her şeyin tadını alacağımı hissediyorum. Ancak verimli bir uyku için güzel bir duş en iyisi gibi geliyordu. Kanımda güzel şeyleri yaşayabileceğimi hissettiren annemin asiliyeti dolaşıyordu. Sinem, beni mutfağa götürdü. Hemen ötesinde bir balkon vardı. Korumalıkları beton taştan yapılmış, oyma desenleri ile muazzam bir şölen sunuyordu gözlerime. Omuzlarımdan bastırıp kanepeye oturmamı sağladı. Bana bir fincan kahve uzattı, sıcaktı, üzerinden dumanlar süzülüyor ve kokusu yeni olduğunu açıkça gösteriyordu. Ağzım sulandı. Sanırım onu içecektim. Öyle ki, Sinem de karşıma oturana kadar bu anın keyfini daha nasıl çıkarabilirdim bilmiyordum. “İhtiyacınız olursa karşı odadayım.” Barış, göründüğü aralıktan kayboldu. Kız kıza değerlendireceğimiz saatlerimizi anlayışla kesmeden gitmeyi seçmişti. Sinem yüzündeki tatlı gülümsemeyi daha da genişletti. “Kızım, sana neler oldu? Bugün mutlu görünüyorsun.” “Güzel bir iş günü ve arkadaşımın günübirlik tatilinin keyfini çıkarıyorum.” “Beğenmene sevindim.” Fincanı ağzına yaklaştırmadan önce,”İşte ne oldu ki?”diye sordu. “Yeni birini işe aldım.” “Ee? Bunun gününü güzelleştirmesindeki neden ne ki?”diye sordu. Güldüm. “Gürsoy Şirketler Grubunun veliahdını işe aldım, daha ne olsun?” “Ne?” “Bende aynı senin gibiydim.”dedim. İçimi boğan nefesi dışarı vererek rahatladım. “Bir gün ailesi onu alırsa şaşırmam ama o zamana kadar bizimle çalışacak. Bakalım, deneme süresi verildi. O zamana kadar nasıl işler çıkaracak?” Sinem, ufaktan öksürdü. “Çocuk genç mi?” “Sinem!” Yüzüme bakarken kahkahayı bastı. “Tamam, bir şey demiyorum ama en azından fotoğrafına bakmaktan çekinmeyeceğim. Arkadaşımın butiğinde kimlerin çalıştığını bilmek arkadaşın olarak benim de hakkım.” “Tüm işçilerin yüzlerini ben bile bilmiyorumdur, Sinem.” “Aramızda biraz fark olsun ama, değil mi?” Kısılan gözleri yeniden açıldığında bana baktı. “Hava kararmadan gün içinde yürüyüşe çıkalım. Kabul edersen abimi ikna etmek için yanına giderim.” Duraksadım, kabul edeceğimi bilsem bile yalnız olmadan yürüyüşün nasıl olabileceğini tartmam lazımdı. “Olabilir.” Keyifle kahveyi dudaklarına yanaştırdı. “Harika, güzel vakit geçireceğiz.” İlerleyen saatlerde maviliğini kaybeden gökyüzünün koyu griye çalmakta olan rengini koyu kahve gözlerimde gördüm. Burası cennetin payını almış gibiydi. Başımı kaldırdım, uzun bir solukla ağaçların saldığı mistik kokuyu derinden içime çektim. Adımlarımı küçük küçük atarken, Sinem’in spor ayakkabılara yürüyüşünü uydurabilmesi için Barış’a kıytırıkça tutunuşunu keyifli bakışlarla izledim. Tatlı dili ikna için o numaraydı. Yine de bu ikna çıkmamız için saatin yedi olmasını değiştirmemişti. Hava kararmaya müsait, gökyüzü ise ağlamaya. Her an yaşlar dağıtacak gibi soğuğu çökertiyordu. Termosu Sinem’e uzattım ve,”Piknik için güzel bir hava mı sence?”diye sordum. Yüzümden akıp giden olumsuzluk göğü etkilemişti sanki, gök gürledi. Buz gibi bir el kalbimi her yandan sarmış gibiydi. Her daim sevebileceğim olduğum bu yerde olmaya rağmen ormanın derinliklerine ilerledikçe içimi sonsuz bir karamsarlık sarıyordu. “Hava mı?”dedi Sinem. “O birazdan iyiye gidecek. Hava durumu botu yağmuru vermiyordu.” Ağzım sola oynadı. “Belki dolu yağacaktır.” “Gerçekten inanılmaz,”diye mırıldandı Barış. Durumdan mutluymuş gibi durmuyordu. “İçeride yapacak bir şey yokmuş gibi, don tutmuş havada çay içmeye çalışıyoruz. “ “İleride harika bir yer var, gerçekten.” Sinem termosu kapıp hızlı adımlarla gitmeye başladığından arkasından bağırdık. “Bekleyin, bulacağım.” “Ne arıyorsun, onu söyle en azından.” “Bir dağ manzarası vardı.” Barış arkasından koştu. O sırada doğanın çekiciliği beni alıkoyduğunda, ikisi gözden çoktan kaybolmuştu. İnce kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. Bir süre öylece bekledim, daha sonra sessizlik ve rüzgarın uğultuları beni bulurken ayağımın ucuyla kazıdığım toprağın altından kurumuş yaprakların çıktığını gördüm. Boşu boşuna bekliyor olabilir miydim? Fazla büyük bir yer değildi zaten, biraz daha yürüyebilirdim. Kendimden başkasıyla tadını alamazdım. Birkaç dakika sadece, kendim yürüsem, bir şey olmazdı. Yürümeye başladım, kanın damarımda baskın bir şiddetle pompalandığını hissettim ve ağaçlar daha da açıldıkça ilerledim. Avuçlarımı ısıtan termos yoktu. Kapşonlunun cebine ellerimi soktum. İleride bir dere vardı, uzaktan bile suyun sesini duyuyordum. Gittim ve adımımı attığım her noktada huzuru keşfettim. Ne beklediğimi bilmiyordum, suyun karşısında adımlarım hızını kesmişti. Uzun uzun bakmaya başladım. Gözlerimin önünde canlanan görüntü tenimi kesen soğukluğu hissettiğim diğer soğukluğun ellerime geçtiği, kötü, apaçık bir ölüm anısıydı. Anılar rahat bırakmadı beni. Küçük bir kasabada küçük bir çiftlik evinde yaşayan yanakları tombul annemin, kuruyan vücudundaki cılız ellerini soğuk morg duvarlarının ardında öylece gördüğüm kötü bir anıya sahiptim. Ağlayan çok insan vardı. Ben durgundum, hiç ağlamadım. Ağlamadığım bir günün acısını üç yıl boyunca tüm an içim kan ağlarken, acımasız bir yavaşlıkla çektim. İyice soğumuş bir ten, sıcaklığını kaybetmiş, soluk bir beden. Ölüler uyanmaz. Uyanması için yalvaran küçük bir çocuktum. Ölüler konuşmaz. Konuşması için yalvaran küçük bir çocuktum. Ölüler gülmez. Gülmesi için yalvaran küçük bir çocuktum ben. Omuzlarım içe çöktü, bacaklarımın bağı ufaktan çözülmeye başlarken bir adım öne topalladım. Dermanımı kaybettiğimi hissettim. İyiydim aslında, tam şuana kadar, tam o anları hatırlayana kadar çok iyiydim. Onun yokluğunu kaç dakikada unutur olmuştum? Belki seksen belki doksan. O her dakika için bir çizik atmalıydım boğazıma. Annem unutur muydu beni? Bir saniye belki iki. Dizlerimin üzerine çöktüm. Sertçe. Kalkamadım sonra. İstemedim de. Rüzgar saçlarımı savurup geçerken dayanamadım, başımı eğdim ve dolan gözlerimden izin verdim yaşların akmasına. Bu akşam için bir gözyaşı. Geri gelmeyecek bütün anılar için birer gözyaşı. Kendi anılarım beni kendi hatalarımın tellerine asıyordu. O kadar yaşlı zamana sahip değildim, sadece o genç zamana çok yaşlı anılar doldurmuştum. Artık hayatımda annemin bir rolü yoktu. “İzem,”diye bir ses duydum. Omzuma dokunan erkek elini hissederken kendimi öne doğru çektim, bundan rahatsız olmazken sadece hislerimle yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Aynı ses kendini tekrarladığında sesin sahibini tanıdım ve gözlerimi kapattım. “Biraz yalnız kalayım, izin verin.”dedim. “Soğuktan buz kesmişsin. Sen izin ver, götüreyim seni buradan. Hastalanacaksın.” Aynen öyle hissediyordum zaten. Fazla soğuk, fazla bitkin. Kuru boğazıma rağmen yutkundum. “Teşekkür ederim,”dedim minnet ile. Ama kalkmadım, beni kaldırmasına da izin vermedim. “Sonra gelirim, sen git, Barış.” Kararlığımı gördüğü zaman, gözümün içine bakarak konuşmak istediği zaman gitmedi. Aksine yanımda kaldı. Ayakta durmaktan bıkmış gibi çimlerin üzerinde yanıma oturarak eşlik etti bana. “Gitmiyorum.”dediğini duydum. Rüzgarın sert dalgalarına karışan parfümünün kokusu burnumun içine doğru girişini hissederken, başımı kollarıma biraz daha kaba bastırdım. Sadece ağaçlar, dallarını ve suyun sesini istiyordum. “Sigaran var mı?”diye sordum. “Yok.” Başımı kaldırdım, sulu gözlerimle dert yanar gibi baktım gözlerine. “Vardır. İçiyorsun.” “Sana yok.” “Niye böyle yapıyorsun?” Güler gibi oldu. “Ne yapıyormuşum ben?” “Biliyorsun.”diye fısıldadım. Barış, rahat bırakmadı. “Belki senden duymalıyım.” Yüzümü kollarıma gömdüm ve uzaklardan çıkar gibi duyulan sesimle,”Sessizliğe ihtiyacım var.”diye itiraf ettim. “Suyun sesi seslerimizin altında kayboluyor.” “O zaman konuşmayız biz de.” Barış’ın ses tonundan etkilendiğini anlamıştım. Acılarım, hüzünlerim belki de sadece beni yaralamıyordu. Beni yaraladığı gibi çevremdekileri de bir nebze etkiliyordu. Bitirmeliydim artık. Yalnız, ben bunu bitirince çevremdeki insanlar nasıl etkilenecekti? Kendi yaptıklarım, kalbimin tam ortasına, ucu ateşli bir bıçak gibi isabet etti. Gözyaşlarının durmadığını, içimin acımadığını biliyordum. Bir gün ümidi artık düşüncelerimin içinde gezinmiyordu. Ya bununla yaşamalıydım ya da buna katlanamayıp son çözümü bir ipin kendisinde bulmalıydım. Her iki çözüm acı vericiydi, ne yapmalıyım bilmiyorum artık. Bir yardım. Sadece bir yardım istiyorum. En başta tahammül edemediğim şeye şimdi ölümüne ihtiyaç duyuyordum. Bu şeyin üstesinden yalnız başıma gelemiyordum. Ölüm, ölüm dediğim şey neydi ki? Yalnız başka bir hayata geçmek mi? Geri kalanlar ne yapacaktı peki? İçim titreyerek aldığım nefesi bırakırken sırtıma ağırlığını bırakan elini saçlarımdan gezinirken hissettim. Gözyaşlarımın sesime yansıyışı bütün ambiyansı bozuyorken, her şeyi bilinmezliğime uğurladım. Tek ihtiyaç zamandır belki de, gerekli olan şeyi o aralıkta bize verecektir. En güzeller beklenmedik anlarda bizi bulmaz mı zaten?
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD