UMAY'IN AĞZINDAN...
Duyduklarım boş midemi doldurmaya yetmişti. Ne açlık kalmıştı bedenimde ne de yürüyecek takat kalmıştı dizlerimde...
Altay'ın bana aşık olmuş olma ihtimali gerçekten var mıydı? İmkansız! Biz Altay'la sadece imkansız oluruz ki...
"SEN DE BENİ FAZLA SİNİR ETMEDEN İN AŞAĞI!"
Sanırım Orhan abim aşağı inmişti çünkü gelen ses sadece Toprak abime aitti.
"TAMAM BE!" Dedim kapıya biraz sitemle vurarak.
Bir tek ona böyle takılabiliyordum. Diğerlerine fazla gücüm yetmiyordu çünkü ikiside benden haylice büyüktü. Yaman abim 30, Orhan abim 35 yaşındaydı. Off ne kadar büyük bunların yaşları ya! Kocaman adamlar, benimle uğraşıyorlar. Bi Toprak abim 28'di.
Üstümdeki terden su haline dönen kıyafetlerimden kurtularak temiz giysiler giyindim. En sevdiğim elbisemdi üstümdeki, beni kuğu gibi gösteren...
"Hayırlı akşamlar Koçyiğit ailesi!" diye ortaya laf attım. Artık Gonca'da şaka maka bizden biri olmuştu. Abimle aralarında olan kıvılcım ateşlerini görüyordum ama şimdilik susmayı tercih ediyordum. Yeni çiftimizi baş başa bırakmak gerekiyor ne de olsa...
Gerçi Altay varlığını sık sık hatırlatarak Gonca'yı ziyarete geliyordu ama ben çoğunlukla o zamanlar Orhan abim tarafından evden kaçırılıyordum. Gıcık şey! Bu gerçek az önce aklıma gelseydi Koçyiğit ailesine selam verirken Orhan Koçyiğit hariç derdim.
"Oo çıktınız mı sonunda Umay hanım!" dedi serzeniş dolu bir şekilde.
Nefes almayı bile unuturdu da bana bulaşmayı unutmazdı.
"Soluk verirseniz kafamı dışarı çıkartmaya çekinmeyeceğim!" dedim saçlarımı savurarak. Kafamda savuracak saç mı kalmıştı? Çok kısa kestirmiştim sanırım. İso'nun parmaklarının değdiği hiçbir yeri vücudumda istemiyordum fakat bu sefer kendimden vermem gerekirdi. Bu yüzden bütün hırsımı saçlarımdan çıkarttım.
"Kestirmiş saçlarını bir de savuruyor!"
Aha takılacak yeni konu buldu! Şimdi de durur durur saçlarımın kısalığına laf bulur.
Masada bana ayrılan yere oturarak Orhan abimin gözlerinin içine baktım ve "Abi biliyor musun kadınlar neden saçlarını kestirirler?" diye sordum.
Çok iyi biliyordu. Hem de öyle iyi biliyordu ki yutkunuşunu gördü bu gözler...
"Neymiş?" dedi sanki bilmiyormuş gibi.
"Ağır darbeler aldıklarında canlarından vazgeçemeyecekleri kadar Allah korkusu olduğu için onlarda saçlarını keserler!"
Ortam anında buz kesti. Kimse bu raddeye kadar geldiğimi bilmiyordu. Dışarıdan insanların acısını tartıp ölçmek çok kolaydı. Peki ya aynı şeyi yaşamak? Bence aynı şeyi yaşamak da o kişiyi anlamak değildi. Her insan her acıyı farklı şekilde içinde yoğurur. Kimisi gözyaşlarıyla akıtarak, kimisi öfkesini etrafındakilere yansıtırak, kimisi de böyle susarak...
Ben hep sustum. Dışarıdan kahkaha atarken bile içimde hep yaşadığım acının ağırlığını taşıdım.
Sofrada oturan herkesin boğazına oturan yumruyu fark ediyordum. Annemle babam her zaman olduğu gibi yine ve yeniden İstanbul'a dönmüşlerdi. Orada da evimiz vardı fakat genelde biz gitmeyi tercih etmezdik. Ama babamlar senenin 4-5 ayını orada geçirirlerdi. Abimlerde buradaki işleri yürütürlerdi.
"Evet..." dedi Gonca'da.
"Saçlar gidiyor ne yazık ki..."
Ah Gonca... Senin de yaran derindi ama şimdilik üstüne varmak istemiyordum. Elbet bir gün döküverirdim içindekileri...
Orhan abim çatalı masaya usulca bırakarak gözlerini kapattı ve sol eliyle burun kemerini sıktı. Ne zaman ağlayacak olsa bu hareketi yapardı. Kimse gözyaşlarını görmesin, kimse onun bu zayıf anına şahitlik etmesin diye çabalardı.
Ben de bir aralar ağlamanın zayıflık olduğunu düşünürdüm. Oysa ağlamak zayıflık değilmiş. Ağlayamazsan nasıl dökülür ki içindeki acılar dışarı?
"Şey... Çorba servisini ben yapayım." dedi Yaman abim.
Amaçları masanın etrafında toplanan kara bulutları dağıtmaktı. Ama o sis her zaman bizim etrafımızdaydı...
"Koy koy!" dedi Orhan abim yüzünü açmadan.
Gözünden aşağı damlayan yaşların teker teker masaya düştüğünü görüyordum.
Dayanamadım. Kalktım, yanındaki boş sandalyeye oturdum.
Kafamı omzuna yaslayarak "Abi... Sen ağla diye demedim bunu." dedim.
"Ağlamıyorum kızım."
"O zaman bu tabağının kenarındaki yaşlar ne?"
"Güzel yıkayamamışsınız, bana suç atıyorsunuz! Su birikintisi bırakmışsınız tabağımda!" diyince hep bir ağızdan güldük.
"Çok fenasın!" dedim sarılarak.
Çaktırmadan gözünün altında biriken yaşları silerek mavilerini bana dikti. Bende de nasıl bir şans varsa arkadaş! En büyük abim mavi gözlü, ortanca abim yeşil gözlü, en küçük abim de mavi gözlü! Peki ben? Simsiyah gözlerim var!
"Barıştık mı?" diye sordu hemen.
Abimin ağzından son zamanlarda sık sık çıkan o cümle... Ne kadar çok küsüyoruz biz ya! Ama sürekli kalbimi kırıyordu.
"Kitabımı çıkartmamda yardımcı olursan evet." dedim.
Kafasını çevirdi, tam yüzüme baktı.
"Duydun ya tabii! Şimdi çenenden kurtulamayız!"
"Abi ya..." dedim iyice sarılarak.
"Peki, peki! Verdik bir kere sözünü, mecbur yapacağız."
"Bi tanesin!"
"Bir tane öyle mi?" dedi Yaman abim. Başladı yine kıskançlık seansı...
"Hepiniz bir tanesiniz. Her birinizin yeri apayrı bende."
"Akşama tatlı yaparsan affederiz!" dedi kollarını başının arkasına koyup sandalyeye yaslanarak.
"Yaparım tabii!"
"Abi!" dedi yerinden doğrularak.
"Umay az önce hiç itiraz etmeden tamam mı dedi yoksa ben rüya mı görüyorum?"
Al işte! Kaldığı yerden devam ediyorlar. İnsan bir abiyle uğraşamaz, ben üç taneyle başa çıkmaya çalışıyorum.
"Uğraşmayın benimle ya!" dedim.
Ara ara dağılan aile grupları tekrardan bir aradaydı. Sanki bu sıralar fazlaca dağılıyorduk.
"Ben akşama çaya kalamam çünkü yengeniz beni bekliyor."
"Aman aramıza girmese şaşardım!" dedim gözlerimi devirerek.
"Umay... Karım o benim küçüğüm. Neyse..." dedi kolundaki saate bakarak.
"Akşam da olmak üzere, ben kalkayım. Yarın yine geleceğim. Hatta yengenizi de getireyim de gel git yaşamayayım sürekli."
"Ee daha dün buradaydı abi. Bu da nasıl aşkmış ki hâlâ ateşi sönmedi!" dedim.
"Kız!" dedi saçlarımı karıştırarak.
"Abiyle nasıl konuşuyorsun sen?"
"Beril hanım özlemeden git sen!" dedim kollarımı önümde bağlayarak.
"Of Umay of! Daha az önce barıştık, yine küstün sen!"
"Gelirken istediğim laptopu alırsan barışırız!" dedim.
"Oo bu ne böyle ya? Sırf masrafsın! Peki, peki! Alırız küçüğüm benim."
İki triple hallediyordum tüm işlerimi. Gerçekten biraz şımarık yetişmiş kız çocuğuydum. Ne desem alırlardı. Biri almasa diğeri mutlaka alırdı. Hiçbirisi de almasa babam kesin alırdı.
Orhan abim gitmiş, herkes odasına çekilmişti. Bizde Gonca'yla mutfakta hem tatlı yapıyor hem de sohbet ediyorduk.
"Toprak abim künefeyi çok sever." dedim.
"Gerçekten mi?" dedi.
Yararlı bilgi duyunca nasıl da hemen kulaklarını yukarı dikiyorsun.
"Evet..." dedim fırına bakarken.
Trileçe yapıyorduk beyefendiye! Nasıl bu hataya düşerek ona trileçe yaptım ki? Adam her gün yese, her gün isterdi.
"Ben de yarın künefe mi yapsam ki?" diyince güldüm.
"Kız! Bilama ağurdan al kendini Gonca!" dedim.
"Abim nasıl sana karşı?"
"Bilmem." dedi.
Ama sesinden anladım ki gerçekten bilmiyordu. Demekki düz değildi bizim öküzcük! Biraz da olsa duygu kırıntıları canlanmaya başlamış ki karısının aklını bulandırmış.
"Bilmemek iyidir Gonca. Hiç yoktan iyidir. Az sabır. Elbet bir gün ister seni kalbi. Güzel kızsın, hem de çok güzelsin. Ay!" dedim fırın eldivenini elimden çıkararak. Aklıma gelen şeyle heyecanlanmıştım.
Delicesine ikisinin arasını yapmak istiyordum.
"Kız Gonca! Abimi kıskandıralım mı biraz?"
"Nasıl?" dedi.
"Senin hiç sevenin yok muydu?"
Elini tezgaha yaslayarak bir mühlet düşündü. "Yani... Çok vardı ama en yoğun duyguları besleyen annemin uzaktan akrabası olan Cemal'di."
"Yuh!" dedim gözlerimi açarak. Şu Cemal Atakan'dan mı bahsediyordu?
"Manken olan mı?" dedim.
"Evet." dedi sessizce.
"Ay..." dedim ben de sesimi düşererek.
"Gonca... O adam çok yakışıklı ya!"
"Kimmiş o yakışıklı?" sesiyle irkilerek geriye sıçradım.
Aradığım fırsat ayağıma kadar gelmişti. Toprak abim mutfakta, bizim yanımızdaydı.
Gonca gözlerimin içine 'Yapma!' der gibi bakıyordu ama yapacaktım. Birisi kıvılcımı ateşlemezse ikisinin içinde gizlediği sevdası heba olacaktı. Gerçi Toprak abimin duygularından tam emin değildim ama şimdi olacaktım...
"Niye öyle sessiz geliyorsun?" dedim sarı bezi üstüne fırlatarak.
"Umay! Soru sordum size dimi? Çok yakışıklı olan kimmiş acaba?"
"Ha, o mu? Şey... Abi kimse değil ya."
İyice merak etmesi için konuyu sanki kapatmaya çalışıyormuşum gibi yaptım.
"Umay söyle!"
"Kimse değil ya! Şu Cemal Atakan'dan bahsediyorduk."
Abim çok yakından tanırdı kendisini. Gonca'nın da uzaktan akrabası olduğunu bilirdi.
"Bak sen!" dedi kaşlarını havaya kaldırarak. Yüzünde beliren sırıtış öfkesini gizlemek için ortaya sürülmüştü.
"Manken olan Cemal bey mi?"
"Hı hı!" dedim.
Fırından gelen pişme sesiyle eldiveni tekrar elime takıp hızlıca çıkarttım. Hemen sütle ıslatmam lazımdı. Karamel sos da umarım soğumuştur...
"Konu ne ara Cemal'e geldi?"
Arkadaki gerilimin farkındaydım. Hattı ben çekmiştim ama ne yapayım, yoksa bunların adım atacağı yoktu.
Ses çıkmadı, ben de cevap vermedim çünkü tamamıyla tatlıma odaklanmıştım.
"He Umay!" dedi abim.
"Beni rahat bırakkkk... Şu an işim var, görüyorsun abi!" dedim sütü kekimin üstüne kararınca dökerek.
"Cevap sırası sana geldi Gonca hanım!"
Gonca kesin ağzını bıçak açmazdı. Ben de beni rahat bırak dedim ama yine dayanamıyorum, söylicem.
"Cemal Atakan, Gonca'ya yanıkmış." dedim ve bombayı attım ortaya.
"Ne?" dedi abim. Bu tınıyı iyi tanırdım. Kıskançlık damarlarına kadar işlemişti.
"Duydun! Şimdi beni rahat bırakırsan çalışacağım."
"Doğru mu söylüyor Gonca? O deve boylu sırık sana mı yanıktı?"
Ve yine ses yoktu. Bu sefer ben de cevap vermedim çünkü sessizlik sorulan sorunun cevabının evet olduğunu söylüyordu.
"Vay be! Karımın aşıklısı varmış! Hem de ünlü manken Cemal Atakan'mış!"
Aşık! Valla da aşık. Abim, Gonca'ya aşık!
"Eskiden olan bir şeydi Toprak."
"Şimdi değil yani!"
"Şimdi de aşıkmış!" diye atladım konuşmalarına.
"Şimdi de aşık! Ha, şimdi olan zaman, benim karıma, benim eşime, Gonca Koçyiğit'e aşık öyle mi?"
Bu bir hatırlatmaydı. Ama bu hatırlatma bize değil, tamamen kendisineydi. Gonca'nın onun karısı olduğunu, soyadını aldığını kendine hatırlatarak içini soğutmaya çalışıyordu.
"Yukarı çıkıyorum, peşimden gel!" dedi abim.
Oldu bu iş... Ne marifetli kızım ya! 10 parmağımda 10 marifet var. Hem tatlımı yaptım, hem de ikisinin arasını...
Abim ayaklarını yere vura vura mutfaktan çıkarken "Aferin sana!" dedi Gonca.
"Size bıraksak oo! Şimdiye başkası olsa mercimek fırındaydı!"
"Terbiyesiz!" dedi.
Papatya gibi yüzü kızarınca kahkaha attım. Utanmak bile yakışıyordu habu kıza.
"Seni de göreceğiz birazdan?"
"Neden?" dedim kahkahama devam ederken.
"Az sonra abim gelecek beni görmeye! Seni evden kaçıracak Orhan abin de yok!"
Kahkaham anında son buldu dudaklarımda. Altay mı geliyordu? Nasıl, hem de şimdi mi?
Umurumda değilmiş gibi arkamı dönerek titreyen ellerimle kekin üstüne krem şantiyi çekip soğuyan karamel sosunu döktüm.
"Sağa da kolay gelsun Umay'cığım!" dedi.
Tuzak kurarken tuzağın içine düşen ben olmuştum. Yaman abim muhtemelen derin uykudaydı. Bunlarda yukarıda muhtemelen aşk tazeleyecekti. Ee? Kapıyı kim açacaktı? Ben mi?
Yok ya, gelmez! Gonca sırf ben panik yapayım diye söylemiştir. Evet, evet! Neden boş boşuna strese giriyorum ki?
Tatlıma geri dönerek kenarda ayırdığım krem şantinin harcını sıkma torbasına koyup ince ince çizgiler çekiyordum fakat diğer yaptıklarımın tersine, hepsi de yamuk oluyordu. Neyse, dağıtınca düzelir diye umursamadım.
Tatlım tamamlanınca dolabı açmak için adım atmıştım ki zilin acı sesi duyuldu.
Altay geldi... Sahiden de geldi Altay...
Açmasam olmaz mıydı? Ya da biraz bekleyeyim, belki açan olur. Yaklaşık 1 dakika bekledim ama yok! Kimse aşağı inmedi.
Mutfaktan çıkıp salona geldiğimde "HOO KOÇYİĞİTLER!" sesini duydum.
Kalp atışım hızlandı, elimle tutunacak yer aradım.
"Açsanıza lan kapıyı!"
Lan mı? İşte bu sinir etmişti beni. Ellerimi üstümdeki mutfak önlüğüne silerek öfkeyle kapıyı açtım.
"Ne var!" dedim.
Beni görmeyi beklemeyen gözleri afallayarak geriye çekti bedenini.
Haklı... Abim her daim beni evden kaçırdığı için yine aynı sonucu bekliyor olsa gerekti...
"Umay..." dedi.
"Buyur düşman tohumi!" dedim.
Dışarıdan kasırgalı duran tepkilerim içimi kasıp kavuruyordu. Mavilerinin içinde ilk kez gördüğüm koca okyanusun en derininde hissettim kendimi.
"Sen... Evde miydin ya?"
"Yok! Rüya görüyorsun!" dedim.
"Ne güzel rüyasın sen öyle..." dedi.
Aşık bakıyordu. Altay bana aynı benim gibi bakıyordu.
Söylediği cümleyi fark edince kendini toparlayıp "Gonca'yı görmeye gelmiştim ben." dedi.
"Müsait değil!" diyip kapıyı kapatacaktım ki ayağını koydu araya.
"Ne demek müsait değil?"
"Abimle odasındalar Altay!"
"Saçma sapan konuşma! Çekil önümden!"
Aralık olan kapıyı öküz gücüyle iyice itip içeri girdi ama bedenimle kestim önünü.
"Ne yapıyorsun?" dedi kaşlarını çatıp.
Günlerdir uğraştığım işi bozmasına izin veremezdim. Tam oldular derken, Altay'ın mahvetmesine fırsat tanıyamazdım.
Alttan alttan gözlerinin içine bakarak "Kek!" dedim baş parmağımla mutfak tarafını gösterip.
Kaşlarını iyice çattı.
"Trileçe var! Yer misin Altay?"
Yumuşama gelen yüzü bedenini de rahatlattı.
"Sen mi yaptın?" diye sordu.
"Evet." dedim.
"Valla yerim Umay!"
Bedenini ileri iterek kapıdan dışarı çıkarttım.
"O zaman sen bahçede otur, ben hemen getiriyorum." dedim.
Konuşmasına fırsat vermeden hızlıca tezgahın üstündeki tatlıdan 4 dilim keserek Altay'ın tabağına koydum. Gonca tatlıyı çok sevdiğini söylemişti. 4 tane yeterdi herhalde yoksa Yaman abim mahvederdi beni. 'Habunun devami nerda! Kim yedi buni!' diye evi ayağa kaldırırdı. Ne yazık ki hayatında paylaşamadığı tek şeydi trileçesi...
Yanına çay da koymak isterdim ama daha demlememiştim. Meyve suyuyla idare edecekti artık. Çekmeceden çatal alarak koştur koştur bahçeye çıktım.
Sandalyede emanet gibi oturmuş, beni bekleyen Altay yüzümü güldürdü.
"Geldin mi?" dedi.
"Geldim!"
Tabakla çatalı önüne koyarak "Hemen ye, git!" dedim.
"Başıma çalsaydın Umay! Bu olmadı, gel, tatlıyı sen bana zorla yedir. Ama silah zoruyla falan!"
"Altay!" dedim sinirle.
"Abimler yukarıda farkındasın dimi?"
"Evet. Ben kız kardeşimi görmeye geldim. Zaten Toprak biliyordu bunu. Yani birisi görse sıkıntı olmaz."
"Ama seni benimle görseler sıkıntı olur!"
"Ha!" dedi.
"Onu doğru dedun!"
Çatalı eline alarak tatlıyı hızlı hızlı yemeye başladı.
"Nasıl? Güzel mi?" diye sordum karşısındaki sandalyeye oturarak. Fikrini önemsiyordum.
"Muazzam Umay. Daha var mı? Bu kesmez beni ya."
"Yok! Yani var ama yok! Yaman abime yaptım. Bir dilim daha eksilirse o direk seni keser." dedim.
İkimizde küçük kahkaha attık.
Tatlısından son dilimini de alarak meyve suyunu tek dikişte bitirdi.
Koca cüssesini sandalyeye yaslayarak "Vay be!" dedi.
"Bir zamanlar senin elinden yiyebileceğim şeyler dayak, silah mermisi falan olurdu. Şimdi ise narin parmaklarının güzelliğinin sindiği tatlından yedim Umay."
İçim gitti. Aşk bu muymuş? Ben ki derede karşılaşmış, öfkeden onu dereye atmış kişiydim. Öyle ki görmezdi onu gözlerim, tanımazdı onu kalbim... Şimdi aşık olduğumdan mı ağzından çıkan her söze pür dikkat kesiliyor, ayaklarım yerden kalkıyordu?
Kendimi hızlıca toparlayarak "Yediysen git!" dedim başımı öteki tarafa çevirip.
"Ah Umay..." dedi.
"Umay Koçyiğit... Köyün korkusuz kızı Umay... Dağlarda tek başına odun kesen Umay..."
"Ne saçmalıyorsun sen ya? Gider misin lütfen Altay?"
"Bana müsade o zaman." diyerek ayaklandı.
En azından Gonca'yı unutmuştu...
"Bari kapıya kadar eşlik et yoksa yukarı çıkarım!" diyince korkuyla baktım yüzüne.
Unutmamış!
"Tehdit etme beni!" dedim.
"Anca bundan anlıyorsun."
Arkasını dönüp ilerlemeye başladığında yerimde sabit kalmıştım.
Bana geri döndü. "Yukarı mı çıkayım istiyorsun?" dedi.
Büyük okyanusun içinde kalan küçük dalgalar misali takıldım peşine.
Bahçe kapısından dışarı adım attığında kapıya yaslanmış, heybetine bakıyordum. Çok uzundu...
Gözlerim tam geniş omuzlarına çıktığında bana dönerek "Hayırlı akşamlar." dedi.
Yakalanmanın utancıyla "S-Sana da!" dedim.
"Çok güzelsin..."
Kelimeyle bir zamanda seyreden öpücük yanağıma konduğunda ne olduğunu anlayamadım. Beni ö-öpmüştü!