Kaçış…

1145 Words
Nazar, lokantadan çıktıktan sonra kızını kucağına alıp dar sokaklardan yürümeye başladı. Mardin'in taş evleri arasında kaybolurken, içi içini yiyordu. Ne yapacaktı şimdi? Nerede kalacaktı? Geceyi sokakta geçiremeyeceğini biliyordu. Üstelik kızı vardı. Ona bir sıcak yatak bulmak zorundaydı. Elini çantasına attı. Parmakları, kaçarken gizlice bohçaya sıkıştırdığı iki altın bileziğe dokundu. Bunlar, babasının gelin olduğunda beline bağladığı bileziklerdi bir zamanlar. Şimdi bedeli olacaktı. Gözleri doldu. Dişlerini sıktı. Bir kuyumcu aramaya başladı. Az ileride, vitrininde altınlar sergilenen küçük bir dükkân gördü. Kızını kucağına sıkıca bastırarak kapıdan içeri girdi. Yaşlı kuyumcu, Nazar'ı süzdü. Yorgun, solgun ama gözlerinde inatla parlayan bir kadın duruyordu karşısında. Titreyen elleriyle bilezikleri uzattı. "Bozdurmak istiyorum..." dedi kısık bir sesle. Kuyumcu altınları tarttı, tartıya birkaç kez daha baktı, sonra fiyatı söyledi. Nazar başını salladı. "Tamam..." dedi. Çünkü pazarlık yapacak gücü yoktu. Parasını aldı. Kalbi sıkışarak dükkândan çıktı. Az ilerideki küçük, eski bir otele yürüdü. Kapıda duran yaşlı adama yaklaştı. "Bir oda lâzım... Birkaç gece için," dedi. Adam, Nazar'ın kucağındaki küçük kızı görünce yumuşadı. "Gelin kızım, var bir oda. İkinize de yeter." Üç katlı taş otelin dar merdivenlerinden çıkıp küçük, sade bir odaya yerleştiler. Odada iki tek kişilik yatak, bir tahta sandalye ve eski bir pencere vardı. Kızını yatağa yatırdı Nazar. Küçük kız hemen uyuyakaldı. Nazar pencerenin önüne oturdu, başını cama yasladı. O an, ilk kez kendini biraz olsun güvende hissetti. Ama biliyordu... Bu huzur uzun sürmeyecekti. Çünkü aynı anda, Batman'da ortalık ayağa kalkmıştı. Aşiret büyükleri konağın avlusunda toplanmıştı. Mahsun Ağa, bastonunu yere vuruyor, öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. "Bu ne rezillik! Bir dul kadın kaçar mı? Şerefimizi yere düşürdü! Nazar'ın peşine düşeceksiniz! Bulacaksınız onu!" Annesi ağlıyor, bir yandan da başını ellerinin arasına almış dua ediyordu. "Dönsün geri... Dönsün de ne ceza vereceksek verelim... Ama böyle rezil olmayalım..." diyordu. Hâlâ Nazar'ı değil, şerefini düşünüyordu. Kadir'in kardeşleri, Nazar'ın izini sürmek için şehre yayılmıştı. Batman'daki tüm otogarlar, istasyonlar kontrol altına alınmış, tanıdık simalara sorulmuştu. Her yerde Nazar aranıyordu. Ama kimse bilmiyordu ki... O, şimdiden Mardin'in taş sokaklarında izini kaybettirmişti bile. Ve o gece, Nazar pencereye bakarak bir karar daha verdi: Ne olursa olsun, kızını kimseye bırakmayacaktı. Ve asla geri dönmeyecekti. Birkaç gün geçmişti. Nazar, sabahları lokantaya gidiyor, akşama kadar bulaşık yıkıyor, kızını da küçük bir sandalyeye oturtup gözünün önünden ayırmıyordu. Kazanıp biriktirdiği her kuruş, onlara kurulacak yeni bir hayatın umuduydu çünkü. O akşam da işten çıkmış, kızının minik elini tutarak dar sokaklardan pansiyona doğru yürüyordu. Güneş yavaş yavaş Mardin dağlarının arkasında kayboluyordu. Küçük kız, elindeki bir parça simitle mutlu mesut yürüyordu. Tam pansiyonun sokağına girmişlerdi ki... Nazar, bir gölge gibi sokağın başında bir adamın durduğunu fark etti. Kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. Gözlerine inanamıyordu. Orada, sokağın girişinde, onları izleyen adam... Kadir'in küçük kardeşi, yani kaynı Yılmaz idi. Sert yüzü, öfke dolu bakışlarıyla tam karşılarında duruyordu. Nazar'ın kanı dondu. Elini kızının beline doladı. Göz göze geldiler. Adam ağır adımlarla üzerlerine yürümeye başladı. Nazar, tereddüt etmeden kızını kucağına aldı ve koşmaya başladı. Ayakları taşlara vuruyor, soluk soluğa kalıyordu. Arkasından gelen ayak seslerini duyabiliyordu. Adam bağırıyordu: "Nazar! Dur dedim!" Ama Nazar durmadı. Dizlerinin bağı çözülene kadar koştu. Kızının kolları boynuna sarılmıştı, korkudan ağlıyordu. Sokaklar daralıyordu. Nefesi kesiliyordu. Gözleri kararıyordu. Bir köşe dönerken hızla gelen bir arabanın farları gözünü aldı. Fren sesleriyle gece yırtıldı. Nazar, kucağında kızıyla birlikte tam arabanın önünde durdu. Ölümle burun burunaydı... Sadece bir adım atsa, demir yığınının altında kalacaktı. Sadece bir adım... Arabanın içinden bir adam fırladı. Genç, sert bakışlı biri... Hemen Nazar'ın yanına koştu. "İyi misiniz?!" diye seslendi. Nazar, yorgun, korku dolu gözlerle ona baktı. Ama tek söyleyebildiği şey, kısık bir fısıltıydı: "Bizi kurtar..." Arkasında ise kaynı hâlâ ona doğru yaklaşıyordu. Fren sesiyle yer sarsılmış, arabanın tekerlekleri taşların üzerinde yalpalayarak durmuştu. Şoför kapıyı sertçe açtı. Genç, boylu poslu bir adam hışımla dışarı fırladı. Kaşları çatık, yüzü öfkeyle doluydu. "Ne yapıyorsun be kadın?! Kafanı mı kırdıracaktın sen?!" Sözleri sertti. Ama o an... gözleri Nazar'a takıldı. Kadının kucağında korkuyla titreyen küçük bir çocuk vardı. Kadının yüzü solgundu, nefesi düzensiz... Ama en çok da o gözler... Yılların yükünü taşır gibi bakıyordu. Adamın kaşları çatılı kaldı. Bir adım geri çekildi. Afalladı. Yutkundu. Ve o an, Nazar, gürpinen nefeslerin arasından sadece iki kelime fısıldadı: "Bizi kurtar." Adamın içinden bir şey koptu sanki. Öfkesi yerini şaşkınlığa, şaşkınlık yerini içgüdüsel bir koruma duygusuna bıraktı. Arkasına bakmadan gelen ayak seslerini duyduğunda, tereddüt bile etmeden eğilip Nazar'ın kolundan tuttu. "Çabuk, arabaya bin!" Nazar hiç düşünmedi. Kızını sıkıca kucaklayıp arabaya atladı. Adam da direksiyona geçti. Kaynı tam köşeyi döndüğünde, motorun sesi Mardin taş sokaklarında yankılandı. Araba toz kaldırarak uzaklaştı. Nazar, arka koltukta kucağındaki kızına sarılmıştı. Ağlamıyordu... Ama gözlerinden süzülen yaşlar yakasını ıslatıyordu. Bu defa korkudan değil, umutla karışık bir çaresizlikti içindeki... Ve önde, direksiyona sıkıca tutunan adam, dikiz aynasından bir kez daha Nazar'a baktı. Kimi kurtardığını bilmiyordu. Ama bu geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Araba taşlı yollarda savrulurken Nazar, kolunda kızını sımsıkı tutuyor, ön koltukta oturan adamı endişeyle izliyordu. Adam susuyordu. Ne bir soru soruyor, ne de dönüp bakıyordu. Ama direksiyonun başında elleri öyle sıkı kavramıştı ki, eklem yerleri bembeyaz kesilmişti. Sokak lambalarının solgun ışığında Nazar, arabanın içini biraz daha seçebildi. Göğsünde hafifçe açılmış gömlek yakasından bir kolye ucu göründü: küçük bir Kur'an-ı Kerim muskasına bağlı, eski bir tespih parçası gibi... Birden fren yaptı. Araba, tenha bir sokağın kenarına savrulup durdu. Adam başını geriye yasladı, derin bir nefes aldı. Sonra ağır ağır döndü ve ilk kez Nazar'ın gözlerinin içine baktı. Sert, yorgun ve kırık bir bakıştı bu. "Adın ne?" dedi kısık bir sesle. Nazar, sesi çıkmadan kızına sarıldı. Adam bir an susup yüzünü pencereye çevirdi. Sanki ne yapacağını bilmiyordu. Sonra kendi kendine mırıldandı: "Ben Berzan... Berzan Xıdırxan." Nazar, ismi duyar duymaz irkildi. Çünkü bu ismi, Mardin'e geldiğinden beri hem çalıştığı iş yerine gelen müşterilerden hem birlikte çalıştığı yaşlı kadından duymuştu. Fısıltıyla anılan bir isimdi bu: Deli Berzan... Gözü kara, öfkesiyle nam salmış, düşmanına dünyayı dar eden, sevdiklerine ise canı pahasına sahip çıkan bir adam. Berzan'ın o gece bu yollarda olması bile bir tesadüf değildi. Çünkü o, biraz önce şehrin dışında, yıllar önce toprağa verdiği sevdiği kadının mezarından geliyordu. İçinde yıllardır sönmeyen bir ateşle, kırık bir kalple... O yüzden Nazar'ın "Bizi kurtar." diyen gözleri, onun içinde yıllardır ölü olan bir duyguyu yeniden kıpırdatmıştı. Berzan dik dik baktı Nazar'a. "Kimden kaçıyorsun?" diye sordu. Nazar, sesi titreyerek güçlükle cevapladı: "Kocamın ailesinden kaçıyorum." dedi. "Kızıma da... hayatıma da el koymak istiyorlar." Berzan bir an gözlerini kapadı. Sonra motoru tekrar çalıştırdı. "Sana ve kızına kimse dokunamaz. Artık benim korumamdasınız." Bu sözleri öyle bir tonla söylemişti ki, Nazar bir anlığına gerçekten güvende hissetti. İlk kez... Yıllardan sonra ilk kez... Ve araba geceyi yararak ilerlerken, iki yaralı ruh, yolları kesişmiş iki kader; birbirlerinin hayatına farkında olmadan adım atıyordu. Berzan'ın arabası, taşlı yollardan geçip yüksek duvarlarla çevrili Xıdırxan Konağı'nın büyük demir kapısına doğru ilerledi. Kapı önünde silahlı iki adam hemen toparlandı, bir tanesi telsizle konuşup kapıyı açtırdı. Geniş avluya girildiğinde, gece sessizliğini zenginliğin ihtişamı bastırıyordu. Sarmaşıkların sardığı üç katlı büyük taş konak, ışıklarla aydınlatılmıştı. Bahçede çalışan birkaç hizmetli durmuş, arabadan inen kadına ve kucağındaki çocuğa bakakalmıştı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD