Bugün son gündü. İçimde garip bir boşluk, ama bir o kadar da tamamlanmışlık hissiyle uyandım. Göz kapaklarım hâlâ ağırdı, ama zihnim çoktan güne başlamıştı. Öğrencilerle son rötuşları yapacaktım bugün. Son konuşmalar, son sorular... Son bakışlar belki de. Ama ondan önce, yeni bir danışman çiftiyle tanışmam gerekiyordu.
Kendimi biraz toparlayıp kliniğe vardım. Kapıyı açtığımda alışık olduğum o temkinli sessizlik karşıladı beni. Asistanım pınara göz ucuyla selam verdikten sonra . Başımı eğip odamın kapısını açtım, içeri girdim. Bilgisayarımı açtım, nefesimi düzenledim. Derin bir iç çekişten hemen sonra kapı çaldı.
İlk o girdi içeriye Kızıl saçları ile dikkat çekeden bir kadın, ama asıl dikkatimi çeken teninin beyazlığı değil, gerginliğini ustalıkla saklayan tavrıydı. Ardından uzun boyuna rağmen Gözlerini benden kaçırmadan, koltuğa ilerleyen danışmanıma bakmaya devam ettim. Ten rengi koyuydu, bakışları derin ve yorgundu. İlk izlenim olarak onlarda bunu görmüştüm. Yoğun bir duyguları vardı. Danışanlarım Koltuğun iki ucuna oturmuş bana bakıyorları bende Aralarında olan mesafeye; fiziksel olarak belki bir metrelik boşluk, ama duygusal olarak kilometrelerce bir alan. Yeliz, çantasını sıkı sıkı tutarken Alperen ellerini birleştirip sessizce bekliyordu. Konuşmak istiyor gibilerdi, ama önce kimin susması gerektiğine karar verememiş gibiydiler.
İçimden “Zor bir seans olacak,” diye geçirdim. Ama aynı anda, "Bu ikili, anlatacak çok şey biriktirmiş" dedim kendime.
Gözlerimi ikisine çevirdim ve yumuşak bir tonla başladım:
“İlk olarak, birbirimize nasıl hitap edelim ? İsimle mi, başka bir şekilde mi?”
Yeliz, önce bir an için sessiz kaldı, ama sonra derin bir nefes aldı ve konuştu. Sesinde, uzun bir bekleyişin ardından gelen bir rahatlama vardı.
“Yeliz,” dedi, Alperen’in gözlerine bakmadan. “Bana Yeliz demenizi tercih ederim.”
Alperen’in gözleri bir an Yeliz’in elini takip etti, sonra sessizce başını salladı. İçinde bir şeyler kırılacak gibi hissettim, ama o anı daha fazla bozmadan, yavaşça devam ettim.
“Peki Alperen?” diye sordum, gözlerim ona yöneldi.
Alperen, birkaç saniye sessiz kaldı, sonra yanıtını verdi. “Alperen,” dedi kısa ve net bir şekilde. Bu sefer sesinde bir tını vardı, Yeliz’in söylediklerinin ardında bir isteksizlik ya da belki de tamamen farklı bir gerilim vardı. Ama gözlerinde bir kırılma yoktu.
Bir an birbirlerine bakıp tekrar bana yöneldiler. Bütün odada bir soğukluk vardı. Sadece sorumun basitliği, ortamın bu kadar gerilmesini sağlamış gibiydi.
Yeliz kollarını bağlamış, etrafa bakarak odanın köşelerinden biriyle göz göze gelmeye çalışıyordu. Bir yanda, Alperen ise tamamen başka bir dünyaya gitmiş gibiydi; kafasını cama çevirmişti, bakışları boş bir noktada asılı kalmıştı. Bu garip çift, birbiriyle konuşmak yerine, sanki çevreyi incelemeye çalışıyordu. Sessizlikte, tek duyduğum tek tük odadaki saatinin tik taklarıydı.
Gözlerim onlara kaydı. Yeliz’in bakışları, duvarlara kayarken bile her şeyin bir anlamı varmış gibi bir izlenim bırakıyordu. Ama Alperen... O başka bir dünya gibiydi. Sanki her şeyin dışındaydı. Dikkat konusunda gerçekten dağınıktılar; ikisi de benden başka her şeye bakıyordu, sanki her şey çok daha önemliymiş gibi.
Bir an, “İçeri girmelerine izin verirken doğru karar verdim mi?” diye düşündüm. Ama hemen ardından, bir tıslama gibi, derin bir iç çekişle kendimi toparladım. Her ne kadar garip bir çift olsalar da, belki de bu sadece başlangıçtı.
“Peki, nasıl buraya gelmeye karar verdiniz?” diye sordum, sesimdeki sakin tonla soruyu fırlattım. İçimde bir soru işareti vardı, ama dışarıya yansıtmadım.
Yeliz, kollarını bir kez daha daha sıkı bağladı ve bir anlığına gözlerini bana dikti, ama hemen sonra tekrar etrafa göz gezdirmeye başladı. Alperen, cama bakarken bir an için başını hafifçe çevirdi, ama cevapsız kaldı. Birkaç saniye sessizliğin içinde kayboldu. Gözleri hala duvarları tarıyor, ama sorunun gerilimini duymuş gibi bir şekilde rahatça verdiği tepkiyi yok saymaya çalışıyordu.
Yeliz, nihayet bir adım atarak, başını bana çevirdi. “Bunu çözmeye çalışmak... belki de kendimiz için doğru olanı bulabilmek için,” dedi, kelimelerinin ardında bir şeyler saklıydı. Cevapları basitti, ama tonlarında bir şeyler eksikti; bir belirsizlik vardı.
Alperen’in gözleri hala cama takılıydı, ama sesini duydum. “Bir şeylerin değişmesi gerekiyordu,” dedi, ama cümlesini tamamlamadan tekrar susmaya başladı.
İçimden bir şeyler eksik olduğunu hissediyordum. İkisi de bana bakmadan söyledikleri her kelimede, daha fazlasını gizliyor gibiydiler.
“Peki, kaç yıldır evlisiniz?” diye sordum, sorum daha doğrudan, ama aynı zamanda bir miktar merakla doluydu.
Yeliz, başını hafifçe eğdi. Kollarını daha da sıkı sararak, gözleri bir anlığına yere kaydı. Alperen, hala cama bakıyordu, ama gözleri bir parça daha bulanıklaştı. Sanki sorum, onları daha da derin bir iç yolculuğa çıkarmış gibiydi.
Bir süre sessiz kaldılar. Yeliz’in dudakları hareket etti ama cevap vermek için doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyordu. Nihayet, Alperen’in sesi duyuldu:
“Beş yıl,” dedi, ama kelimeleri sanki bir ağırlıkla söylenmişti. Sesi, oldukça yorgundu ve bir yerlerde kırılmak üzereydi. Yeliz, başını hafifçe kaldırıp Alperen’e baktı, ama gözleri ona bakarken, bir türlü göz teması kuramıyorlardı.
“Beş yıl...” Yeliz’in sesi neredeyse fısıldar gibiydi. Ardından derin bir nefes aldı, ama tekrar konuşmaya cesaret edemedi.
Bu noktada, Yeliz ve Alperen’in evliliklerinin yüzeyde ne kadar “normal” gözükse de, aslında aralarında büyük bir boşluk ve kırılganlık vardı?
Sessizlik odada ağırlaşmıştı, ama bu suskunluğun altında o kadar çok şey vardı ki, içimden bir alarm sesi duydum. Yeliz ve Alperen, kelimeler arasında kaybolmuşken, gözlerindeki boşluklardan aralarındaki yaralı iletişimsizlikleri okumak çok kolaydı. Birbirlerine bakmak yerine, her ikisi de benden başka her şeye odaklanıyordu.
Bir an daha fazla bekleyemezdim. "Sanırım bugünlük bu kadar," dedim, cümlelerim bir nebze de olsa havada asılı kaldı. "Pınar Hanım, haftaya olacak randevuyu size aşağıda verecek. Bu arada, haftaya sizden birbirinize nasıl hitap ettiğinize dair bir yazı istiyorum."
Yeliz ve Alperen, cümlelerimle sarsıldılar. Gözleri birbirine kaydı, ama suskunluklarının aksine, bir gerilim yerini alarm gibi çalan bir farkındalığa bıraktı. Yeliz’in kolları, bir anda gevşedi, ama Alperen, ellerini sıkı sıkıya kavrayarak daha da içine kapanmaya başlamıştı.
İçimdeki bir his, bu randevuların ne kadar zorlayıcı geçeceğini söylüyordu. Ama şimdilik, her şey olduğu gibi, yüzeyde kalmalıydı.
Aşağıya indiğimde, Yeliz ve Alperen ayrılmak üzereydiler. Yeliz’in, Alperen’e nazikçe bir bakış atarken, Alperen’in gözleri ise tamamen bambaşka bir yerdeydi. Sessizlikleri, aralarındaki mesafeyi daha da belirginleştiriyordu. Onlar dışarı çıkarken, ben klinikte biraz daha derin bir nefes alacak gibi oldum.
Tam o sırada, kapı hafifçe açıldı ve içeri Can girdi. Onu görmemle birlikte, yüzümde oluşan doğal bir tebessüm belirdi. Gözlerim Can’ı tanıdı ve içimde bir huzur dalgası yayıldı. O an, her şeyin normal akışında ilerlemesi gerektiğini düşündüm.
"CAN, hoş geldin!" diye seslendim, ona doğru adım atarken.
"Hoş buldum, Buğlem," dedi Can, enerjisi odada anında hissettirdi. O sırada ben, adımlarımı bahçeye doğru yönlendiriyordum. Bir yandan da Can’la konuşuyordum
“Nereye” derken bir an durdum Can’a dönerek
“Öğrenciler geldi, biliyorsun yarın sunumum var. Sen ve selinde geliyorsunuz dimi “ dedim
“ Evet geliyoruz” diye cevap verdi .
Can öğrencilerime kısa bir merhaba dedikten sonra Pınarın yanına geçerek programını öğrenmişti.
Can ve selinle iyi anlaşmıştım. Türkiyeye döneli henüz onlar için bir hafta olsada sıcak ve samimi
Ikiside kafa dengi insanlardı iyi dostlardı. Aynı bizimkiler gibi
Çocuklarla son provaları yaptıktan sonra onlar güzel bir yemek ismarlamış ve günü bitirmiştik yarın büyük gündü.