Bölüm 5

2237 Words
Keyifli okumalar. Oturduğum kanepeden kumandaya uzanmaya çalışıyordum. Üşengeçlik en sevdiğim özelliğim olduğu için asla kurtulmak için çabalamadım. Sırf üşendiğim için susuz saatlerce yattığım tatilleri bilirim. Tatil demişken benim tatil anlayışım da evde yatmaktan ibatettir. Öyle başka ülkelere şehirlere gidip gezmek bana göre değil. "Abla şu kumandayı verecek misin artık?" Sinirle debelendim. Şuan muhtemelen denizden çıkartılmış bir fok gibi çırpınıyordum ama olsun. Kumandayı havadan attığında yakaladım. Aykut abiden ses seda var mı diye bakınmak için haber kanallarının başladığı kanala bastım. Çalışmadı. Tekrarladım çalışmadı. Elimle bir iki kere vurdum ve tekrar denedim çalışmadı. Off! Kumanda da bozulacak günü bulmuştu ha! Sanki servis elemanıymışım gibi bana tamir ettirilecekti. "Bozulmuş mu?" diye sordu anneannem. Malesef! "Bir bakıver kuzum. Anlarsın sen. Mutfakta çekmecede pil de vardı." Sessizce yerimden kalkarak odama gittim. Çantamı ve mutfaktaki ıvırzıvır çekmecesinden de iki tane pil aldım. Ayrı ayrı ikisini de almaya kalkamazdım. Pili değiştirip çalıştırmayı denedim ama yine çalışmadı. Çantamın içinden bir tane çok fonksiyonlu küçük torna seti çıkarttım. Kumandayı açtığımda elektronik kontrol ünitesi bir tarafa, tuş takımı bir tarafa olmak üzere iki tarafa açıldı. Tuşlarda bir hasar görünmüyordu. Üniteye baktığımda onda da bir sorun göremedim. Çantama tekrar uzandım ve kalemliğimi çıkarttım. Mekanizmaya hasar vermeden yumuşak uçlu kurşun kalemle karbon kısımların üzerinden geçtim. Tuşların değdiği bu kısımlar zamanla etkisini kaybedebiliyordu. Kalemde etkin madde kumandayı f5 yapmak gibi bir şeydi. Sonra tekrar yerine koydum. Kumandayı birleştirdiğimde haberlere telefonumdan bakmadığıma pişman olmuştum. "Off! Almaya üşendim sözde. Evde olsa var ya asla uğraşmazdım." "Bu kadar mı?" Anneannem tepeme dikilmiş beni izliyordu. Yaşlı ama tatlı yüzü dikkatle bana bakıyordu. "Evet. Ne bekliyorsun anneanne? Kumandaya yeni yazılım yapmamı ya da format atmamı falan mı?" "Ne biliyim? O kadar sene okuttuk ettik. Bir hayrını göreydik." Yok artık. "Aşk olsun anneanne. İlk maaşımı size harcamıştım." "Kızım bırak parayı pulu. Bize marifetini göster. Şöyle içine malzemeleri attığımda kendisi soyup doğrayıp pişiren bir düdüklü tencere fena olmaz." Aslında güzel fikir ama çalışılması lazım. Tübitak yarışmalarına mı sunsak bu fikri? Gerçi anneannemin karışık hoşafı daha mantıklı olur. Kesin kazanır. "Elinin lezzeti olmadığı zaman dedem o yemeği yemez anneanne." Hindi gibi kubardı. Keyiflendikçe keyiflendi. Omzuma minnak bir şaplak indirdi . "Yaaa şapşiiik," diyerek mutfağa ilerledi. Az önce dedem bir fırın sütlacı hak etmişti. Ayrıca anneannemin i********: da daha az vakit geçirmesi gerekiyordu. Ses tuşuna dokunarak çalıştığını kontrol ettim. Bütün haber kanallarını gezmeye başladım. Öldürülen Aselsan Mühendisini anan hiçbir program yoktu. Acaba soruşturma gizli mi yürütülecekti? Bütün kanalları dolaşıp da bir şey bulamayınca pes ettim. Boşuna tamir etmiştim kumandayı da. Hüsranla çöktüm. Acaba Dağhan'a sorsam bir şey söyler miydi? Numarası vardı. Mesaj atmıştı numarasını ve anında kaybetmiştim. Kaybolur falan alimallah! Gülümseyerek doğruldum. Çantamı topladım ve telefonumu da alarak odama geçtim. Yatağa kendimi attığımda bir kere sektim. Ne yazsam acaba? 'Selam yakışıklı?' Yok artık Akel! 'N'aber?' Bu da çok kaba, samimi ve dostane oldu. 'Nasılsın?' Hımmm. Gelecek vaad ediyor. Ya da direkt Aykut abiyi mi sorsaydım? Ben:Selam. Aykut abiyle ilgili haber göremedim. Selam da çok mu şey olmuştu? İşte şey... çevrim içi! Aha. Ama niye yazmıyor? Bir süre ekranla bakıştım ama başında bekliyormuş gibi olmamak için çıktım. Arkadaş gruplarından gelen sessize alınmış mesajları okumaya başladım. Birinde üç bin beş yüz birinde ise bin elli mesaj vardı. Aile grubumuzu söylemiyorum bile. Mesaj geldiği sıra üniversite arkadaşlarımdan birinin evlendiğini, ikisinin çocuğu olduğunu, birinin nişan attığını -ki nişanlandığını bile bilmiyordum- ve son olarak da birinin yeni nişanlandığını öğrendim. Gruptan ayrılan biri de vardı. Sıkılarak geri çıktığımda iki dakika önce yanıt geldiğini gördüm. Bingo! Az önce de bildirim gelmişti tabi ama cool kızım ya ben ilk mesajı atsam da bekleteceğim illa ki. Dağhan: Evet. Sen de kimseye anlatmazsın diye umuyorum. Yooo. Az sonra i********: ve twitter hesabımdan post atacağım. Soruşturmayı da JİTEM yapacak diyeceğim. Ben:Anlatırım. Çenem düşüktür benim. Göz deviren emoji de koyarak yolladım. Anında görüldü oldu. Oha! Yazmamı mı beklemiş? Bir saniye sonra yazmaya başladı. Dağhan: Biliyorum. -sırıtan surat- Zamanında sınırlarını bir hayli gördüm. Ben:Bu kadar şikayet ettiğine göre memnun kalmadın? Dağhan: Ben öyle bir şey mi söyledim? Ben: Az önce yazdığın neydi? Neyse ben çok konuşup da seni meşgul etmeyeyim. Yarın da mesai var zaten. İnterneti kapatarak telefonu kenara koydum. Geri zekalı! Kolumdaki saate baktım. Ohooo saat daha dokuz. Tavuk gibi erkenden yatamam ya. Dur en iyisi gideyim de dedemin kütüphanesini azcık kurcalayayayım. Çalışma odasına girdiğimde odadaki televizyondan haberleri izlediğini ve önündeki deftere notlar aldığını gördüm. Kapının yanındaki duvara bir televizyon monte edilmişti. Altında kısa bir dolap ve içinde kasa vardı. Dedem sert bakışlarını bana kaldırdı ve sonra gülümsedi. "Gel torunum. Ne oldu?" "Canım sıkıldı kitaplarından alabilir miyim?" Karşısına geçerek ikişerli olarak karşılıklı dizilmiş tekli koltukların önüne geldim. Koltukların ortasına kocaman bir sehpa atılmıştı ve dedemin masasına dik konumlanmıştı. Masanın ardında jaluzi takılmış pencere havalandırma için kırma açılmış, içerdeki deri kokusunu bastırmıştı. Karşılıklı kalan iki duvarda boyunca kitaplık vardı. Bir tanesinde ansiklopediler, ciltli siyasi kitaplar, tarih kitapları, araştırma kitapları ve din kitapları vardı. Sadece İslam kitapları değil, Hristiyanlıktan Yahuda'lığa kadar bir sürü Allah'a inanan ya da inanmayan her dinle veya dinsizlikle alakalı kitaplarla doluydu. Diğer tarafta ise iki sıra boyunca Hasan Ali Yücel klasikleri, Türk klasikleri, modern dünya klasikleri ve Cengiz Aytmatov'dan tutun da Yaşar Kemal'e, Zülfü Livaneli'den tutun da Ahmet Ümit'e kadar bir sürü yazarın kitapları vardı. Bu taraf bana ve ablama aitti. Liseden bu yana okuduğum ya da okumadığım ama aldığım bütün kitaplar buradaydı. Çoğu kendi evimde de vardı ama burada bıraktıklarım benim çocukluğumdu. İnsan buradan çıkmak istemezdi. Dedem düşünce tarzı olarak her tür ideolojiye, inanışa, fikire ve hayal gücüne açıktı. Kendi ideolojisi, dini inanışı elbette vardı; ancak sadece kendi fikirlerini değil, karşıt görüşün fikirlerini de inceler ve bilgi sahibi olurdu. Ona göre; elmanın elma olduğunu savunmak için ona armut diyenlerin açısından da bakılmalıydı. "Tabii alabilirsin torunum. Hatta otur burada oku istersen." "Yok dedeciğim. Ben odadamda okuyayım. Sen haberleri dinliyorsun." "Beraber muhakeme yaparız. Fikirlerini açarsın sen de bana." "Siyaset konuşmayı sevmiyorum biliyorsun. Ama haberde zaten Azerbaycan Ermenistan savaşı geçiyor." Amadan sonra haberleri görmüş ve hüzünle kanepelerden birine çökmüştüm. Dağlık Karabağ mevzunu biliyordum ama savaş daha dün başlamamıştı. "Azerbaycan-Ermenistan ne zamandır sorunlu dede?" "Sovyet Rusya zamanına dayanıyor. Esasen sorunlarının sebebi de orası. O zamanlar iki ülke de Sovyet rejimi altında." "Nasıl yani? İki tarafta mı?" "Öyle tabi. Bu savaşların sebebi de Rusya'dır. Bakma şimdi barış politikası izliyormuş gibi davrandığına. Alttan alta Ermenistana destek veren her zaman Rusya'ydı. Ordaki esas amaç Türk birliğini yok etmek." "Zamanında o kadar çok gözlerini korkutmuşuz ki, hepsi korkuyor bizden." "Öyle tabi. Dünya yıllarca Türk hükümdarlar tarafından yönetildi. Şimdi de bir araya gelirsek ortaya çıkacak olan güç gözlerini korkutuyor. Bu yüzden Türk devletlerine saldırıp güçsüz hale getiriyorlar." "Anladım. Ermenistan bir maşa sadece öyle mi? Zamanında İngilterenin Yunan'a yaptığını şimdi Rusya, oraya yapıyor." "Sence avrupa neden onları destekliyor? Türk devletlerini yönetmek için güçlerini kullanmasına izin vermemeliler. Biliyorlar ki birleştiğimiz anda, demir bir yumruk gibi tepelerine ineceğiz." "Birlik ve beraberlik duygusu özümüzde var. Bunu yok etmek için de modernlik adı altında bizcillik duygumuzu yok ediyorlar. Kutuplaşmalarla, sosyal medyada gördüğümüz tartışmalarla insanları birbirine karşı dolduruyorlar. İnsanların saygı ve sevgi içerisinde birlikte yaşamasını istemiyorlar." "Öyle tabi ki. Bu topraklarda nesillerdir Hristiyan ve müslüman birlikte yaşadı. Türkü, Rum'u, Kürdü, Arnavut'u ve daha nicesi birlikte yaşadı. Ama o zamanlar hepsi birbirine saygı duyardı." İnsanların sabrı yoktu. Bencillik baş göstermeye başlamıştı. Bunlar tabi ki bizim düşüncelerimizdi ama görünen köy de klavuz istemezdi. Sosyal medya, televizyonculuk ya da yeni medya ne derseniz deyin, bir şeylere kolay ulaşabilmek insanlardaki sabır seviyesini düşürmüştü. İletişimin daha kolay bir hale gelmesi bilmediğin bir konuda dahi konuşma hakkı vermişti. Bugün Twitter'da cahiller baş gösteriyordu. Kimse neyi savunduğunu bilmeden, şöyle bir karşıdan bakmadan, sırf konuşmuş olmak için konuşuyordu; genelleme yapılamazdı elbette ama çoğunluk böyleydi. Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış misali kulaktan duyma bilgilerle bir sürü şey biliyorduk. Araştırmak yerine araştırılmışını, üretmek yerine üretilmişini istiyorduk. Belki imkan yoktu belki istek ama ikisi de bir araya aynı anda çok zor geliyordu. Bizden üretme isteğimizi, gücümüzü almışlardı. Zamanında dünya pazarı olan topraklarımızda şimdi hiçbir şey üretilmiyor, bunun için hiçbir çaba harcanmıyordu. Geçmişte yapılan anlaşmalarla kendimizi Amerika'nın kucağına atmıştık. Şimdi atılan adımlar elbette vardı ama yetersizdi. Yüz yıllık bir devlet olmamıza üç yıldan az bir süre kalmışken, kuruluşumuzdan bu yana ileri değil, geri gitmiştik. Bu sadece on yıllık bir mevzu değildi. Biz on yıllardır ya olduğumuz yerde saymış ya da geri gitmiştik. Doksanlı yıllarda yapılan Gümrük Birliği anlaşması, pazarımızı bitiren, kendi topuzumuza sıktığımız bir ihanetti. Evet ihanet. Kendi ülkesinin zararına davranan herkes ihanet ederdi. "Bizi ancak biz kurtarabiliriz." "Yeni nesil sizin eseriniz olacak, gençlerin. Bizi ancak siz kurtarabilirsiniz," diye dedem, Atatürk'ün sözünü hatırlatmıştı. Bir ülkeyi gelecekte daha ileriye götürmek istiyorsan, gençlere yatırım yapmalıydın. Bir ülkeyi içten içe yok etmek istiyorsan yine gençleri kullanmalıydın. Bilmeyen, doğrusunu araştırmayan içi boş beyinlerden oluşan bir nesil yaratmak, o ülkeyi tüketmek demekti. Malzemeden çalınmış bir binanın yıkılması her zaman en kolay olandı. Eğitim sistemimizin kötülüğünden bahsedilirdi hep. Ancak bir gerçek vardı ki bizim eğitim sistemimiz de diğer çoğu alan gibi Amerika tarafından yönetiliyordu. İnönü zamanında ikinci dünya savaşı sıralarında yapılan 'Fullbright anlaşması' ile gelecek nesli bitirmiştik. Amerika eğitim sistemimizi kontrol altına almış, kurduğu bir komisyonla söz hakkı sahibi olmuştu. O zamanlar dört kişiden oluşan -ikisi Türk ikisi Amerikan- komisyon; doksan dört yılına geldiğimizde altmış kişiyi bulmuştu ve üçte ikisi Amerikalıydı. O yüzden sık sık eğitim sistemi değişir, ilk okuldan lise sona kadar aynı konular tekrar tekrar anlatılırdı; tıpkı mala anlatılır gibi. Daha faydalı bilgiler verilmek, genç nesli eğilimi olduğu mesleğe yönlendirmek yerine çoğuna anlamadıkları konular dayatılırdı. Gülümsemek istedim ama yapamadım. Okumak için bir kitap alarak odama döndüm. Konuştuklarımız zihnimi o kadar doldurmuştu ki hiçbir şey anlamadığım için okumaktan vaz geçtim. Bir bardak su alarak odama döndüğümde ablam da yatmıştı. Pijama giyerek yatağıma uzandım. Lambamı söndürerek düşüncelerime daldım. Zihnimde yankılanan son söz Atatürk'ün olmuştu. "Gençliği yetiştiriniz. Onlara bilim ve kültürün olumlu fikirlerini veriniz. Özgür fikirler uygulamaya başladığımız zaman, Türk milleti yükselecektir." Sabah beni evden yine Tolga aldı. Bu defa arkaya değil öne oturdum. Renault'nun içi bir hayli rahat ve dışarıdaki soğuğa göre sıcacıktı. Ankara ayazını yiyen bilir ancak. Tesise varmamız uzun sürmese de adamın sohbeti keyifliydi. Espiriler yapıyordu ve flörtözdü. Flört kısmı cezbetmese de küçük eğlencelerden kimseye zarar gelmezdi. Tesis alanına girerek kapalı otoparka ilerledik. Araçtan inerek otoparkta yürümeye başladık. İkimizde spor ayakkabı giyiyor olmalıydık ki ses çıkmıyordu. Asansörlerin bulunduğu kısma geldiğimizde Aykut abinin öldüğü asansörün önündeki çalışmayı gördüm. Çekilen şerit kaldırılıyor, yere çizilen ceset silüeti siliniyordu. Ben de o gün burayı kullanmıştım. Yarım saat farkla kullandığımız araç birimizin sonu olmuştu. Asansör kullanıma açılırken görevini yapan askerleri geride bırakarak diğerlerinden burada olana bindim. Çalıştığım kata çıktığımda etrafta görmeye alışık olduğum beyazlığın yerini siyah almıştı. İnsanlardan bahsediyorum. Etrafta askerler vardı ve mühendisleri sorguluyorlardı. İnsan Kaynakları müdürünün Dağhan ve şirket avukatı ile birlikte bize doğru geldiğini görünce duraksadım. Bugün Aykut abi ile üzerinde çalıştığımız Koral-2 teslim edilecekti. "Hoş geldin Akel," diyerek selamladı İK müdürü Mustafa bey. "Hoş buldum. Hayırdır." "Aykut'un ölümünü biliyorsun. Dağhan bey ve ekibinden birkaç kişi bir süre burada olacaklar. Bugün onlara eşlik etmeni istiyorum. Koral teslimatı yapıldıktan sonra konuşalım, odama uğra lütfen." "Pekala. Yardımcı olmaya çalışırım elbette." "Tamam o zaman. Size kolay gelsin o halde." Mustafa bey uzaklaşırken Tolga ve Dağhan arasında kalmıştım. Üzerimdekileri bırakmak için giyinme odalarının olduğu tarafa yöneldim. "Tam olarak nasıl yardımcı olabilirim?" İki adamda peşimden geliyordu. Odaya girdiğimde boştu. Çoğu mühendis benden önce gelmişti. "Bize buraları anlat, neler yaptığınızı anlat. Çalışmalarınızla alakalı bilgi sahibi olursak bir ipucu yakalarız. Kuvvetle muhtemel Aykut beyin öldürülmesi de yaptığınız işle alakalı." Montumu çıkartarak dolabıma astım. İçinden beyaz önlüğümü aldım, üzerime geçirdim. Çantamı da koydum. Kutudaki maskelerden bir tane aldım. Kapattım ve kilitledim. Adamlara dönmeden önce anahtarı attım önlüğümün cebine. "Tabii. Anlatayım. Biz Koral Türk radar sistemi üzerinde çalışıyoruz. Yani Aykut abiyi ilgilendiren kısım o. Ama tabi elbette yapabileceği tek şey o değil. Sadece Koral'la alakalı da olmayabilir." Anlatıcaksın işte, der gibi baktı. O an Tolga'nın varlığını unuttuğumu fark ettim. İrkilerek toparlandım. Maskemi taktım. "Sen anlat, benim hepsine ihtiyacım var." Birlikte yürümeye başladık. Odadan çıktık ve dinlenme alanına ilerledik. Öncelikle kuruluşumuz hakkında bilgi vereceksem bir sabah kahvesi de içebilirdim. Mutfakla birlik olan dinlenme alanına girdiğimde peşin sıra içeri girdiler. Arkalarında siyah saçları ensesinde topuz yapılmış, esmer, ince uzun bir kadın girdi. Sivri bir çenesi ve kemikli yüz hatları vardı. Zayıflıktan da kemikli duruyor olabilirdi tabii. Üçü bir şeyler fısıldaştılar ve kadın da Tolga ile çıktı. Dağhan ile baş başa kalmıştık. Bu sırada ben de kahvemi almış kanepelerden birisine kurtulmuştum. "Kahve isterse al," diyerek makineyi gösterdim. "Misafirim ben burada insan bana da bir kahve yapar," diyerek takıldı. Misafiri hiç sevmezdim. Misafire hizmet etmeyi hiç sevmezdim. Ben yeri geliyor üşendiğim için kendim öğün yemiyordum. Herkes otursun evinde bu virüste ne işi var dışarıda. Kahvesini alarak karşıdaki tekliye oturdu. Birkaç tekli koltuk, bir buz dolabı ve tabakların bulunduğu raflar dışında bir de kahve makinesi vardı. "Eveeet kaldık baş başa." Kalmıştık. "Anlatmaya başlayayım mı?" "Başla ama önce bir konuda netlik kazanalım. Dün sana konuşmandan rahatsız oluyorum demedim. Öyle anlaşıldı belki bilmiyorum ama niyetim o değildi." "Çok konuşuyorum yani?" "Evet. Ama seni dinlemeyi seviyorum. Zeki kadınları dinlemeyi severim." Gülümsedim, gülümsedi. Bakışlarım başka yönlere kayarken o pür dikkat bakıyordu. Net bir adamdı. Fazla mantıklıydı ve cesurdu. Çekinmek gibi huyları yoktu. Bu hoşuma gidiyordu. Daha önce karşılaştığımızda otoritesini görmüştüm. Kardeşi ve arkadaşı üzerindeki etkisi astları üzerinde de geçerliydi. Mesleki deformasyon olsa gerek. Dedemden de biliyordum bu hali. Ama bana sökmezdi. "Anlatayım o halde." "Anlat bakalım," diyerek ciddileşti. Söz konusu mesleği olduğunda daha resmi oluyordu. Sululuk kaldırmıyordu. E haksız da sayılmazdı. Bıçak sırtında yaşıyordu ve yapacağı en ufak bir hata sadece kendi canını değil belki de onlarca insanın canını riske arabilirdi. "Not almayacak mısın?" Cık yaptı. "Sana sorsam yine, anlatmaz mısın?" Akıllıya bak sen. Bölüm sonu
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD