En kötü yalanlardan biri, çocuklara söylenen yalandır. Çünkü onlar hemen inanırlar.
•
Alle warten auf das Licht
(Hepiniz ışığı bekliyorsunuz)
Fürchtet euch, fürchtet euch nicht
(Korkun, korkmayın)
Die Sonne scheint mir aus den Augen
(Güneş gözlerimde ışıyor)
Sie wird heut Nacht nicht untergeh'n
(Gitmeyecek bu gece)
⚕️
Dünyamın üzerine bir gölge çökmüştü. Gölge giderek büyüyordu. Nasıl durdurulacağını bilmiyordum ya da nasıl durduracağımı. Gölge giderek yayılıyordu. Sanki suyun üzerine yavaş yavaş düşen siyah su damlacıkları gibiydi.
Güneşin ne zaman doğacağını bilmiyordum belki de çoktandır güneşim doğmuyordu. Sadece gözlerimi kapattım ve güneşin doğduğunu hissettim. Güneşin tenimde bıraktığı ısıyı hisseder gibi olmuştum.
Isı giderek fazlalaşmaya başlamıştı. Gözlerimi açmak istediğimde sanki yapıştırılmış gibi açamamıştım. Gözlerim, gönderdiğim komutu algılamıyordu. Bedenim beni dinlemez bir hale gelmişti.
Isı giderek artmıştı ve artık beni yakmaya başlamıştı. Şimdi gölgenin tekrar gelmesini istiyordum. Öyle çok istiyordum ki ölüm korkusu karanlıkta yaşamı bile kabul ediyordu.
Belki de şanssızlık diye düşündüğümüz şeyler bizim şansımızdı. O şansı kullana bilmemiz gerekirdi bazen...
*
Adam siyah deri olan koltuğuna oturdu ve elindeki kan kırmızısı şarabını yudumlamaya başladı. Binanın en üst katında olan ofisinde gözleri gezindi, belki de ofis değil de evi de olabilirdi.
Duvar yerine camlarla kaplı olan yere baktı, hayır onlara tepeden baktı. Kendisini, yerde olanlardan üstün görüyordu ya da görmek istiyordu.
Bu onun doğasında vardı. Cama yansıyan bedenine ve yüzüne baktı, sonra ise yüzündeki siyah maskeyi yüzünden yavaşça çıkardı ve masanın üzerine bıraktı.
Camdaki yansımaya bakamıyordu. Kendisinde o yüzü bulamıyordu. Elini hafif çıkmış olan sakalarında gezdirdi. Ve sadece düşündü maskenin arkasında olan yüzüyle maske takılınca olan yüzünü.
Kötü şeyler yapmıştı biliyordu sadece sebep bu değildi. Sebep gözleriydi. Gözlerinde sakladığı her şey vardı. Hiçbir zaman yüzündeki siyah maskeyi indirmeyeceğini biliyordu.
O herkesin önünde diz çöktüğü Kan'dı...
Kanla doğmuştu, doğarken annesini öldürmüştü. Babası ona bu adı laik görmüştü. O ise adına göre yaşamıştı ve yaşıyordu.
Tabi gerçek ismini bilen fazla kimse yoktu. Çetenin içindeki lakabı Karanlıkların Adamıydı. Bu lakabı ona uygun gören milyonlar vardı. Siyahlara bulanması ona bu lakabı bahşetmişti.
Babasından kalan çeteyi geliştirmişti ve adını değiştirmişti. 'Mara' onun için özel bir kelimeydi. Siyah deri eldivenli olan ellerine baktı. Sağ elini burnuna götürerek kokusunu yeniden algılamak istemişti ama tabi ki de bu mümkün olmamıştı.
Sadece bir kere kokusunu almıştı. Sadece bir kez gözlerinin içine bakabilmişti. O sadecelerle yetinebilecek birisi değildi. Hiçbir zaman da olmamıştı.
Mera'yı tekrar görmek istiyordu. Ona her zaman çekiliyordu ama uzak durması gerekiyordu. Yasak olan her şey cezbedici gelirdi insana.
En dikkat çekici yeri olan beyaza yakın olan saçları baştan çıkarıcıydı. Bir elmas gibi parıldıyordu. Siyah çarşafların üzerinde saçlarıyla yatığını hayal edemiyordum.
Yüzümde bir gülümseme meydana geldi, buraya beni bitirmeye gelmişti küçük Mera. Yuvamı yıkmaya gelmişti buraya.
Yuvamı yıkabilirdi tabi o buradan çıkar çıkmaz. Benim yuvam burası değildi, benim yuvam beyaza yakın saçları olan, grimsi gözleriyle beni kendisine çeken küçük Mera'ydı...
Beni bitirebilmek için kaç yıl uğraşmıştı.
Odanın içinde kahkaham yankılandı. Başımı oturduğum siyah deri koltuktan geri yatırdım. Tabi beni bulması için biraz yardımlarda bulunmuş olabilirdim.
Beni bulmalıydı, beni yuvam bulmalıydı...
Kafamı geri kaldırdım ve sağ elime aldığım kan kırmızısı şaraptan bir yudum daha alıp, siyah olan parkeye yavaşça dökülmesini sağladım. Bana bir şeyleri anımsatıyordu.
Gözlerim yeniden cama kaydığında maskenin yüzümde olmadığı aklıma gelmişti. Yüzüm camdaki yansımada görüldüğünde, sağ elimde olan şarap bardağı yavaşça elimden kayıp düşmüştü. Bardağın saniyeler içinde tuzla buz olmasına şahit olmuştum.
Sol elimle maskeyi almaya çalıştığımda vurulduğum tamamen aklımdan çıkmıştı. Elimi kımıldamayınca anlamıştım bunu. Maskesiz yüzümle cama bir süre daha baktığımda, yansımaya odaklanmamaya çalıştım ve ayağa kalktım.
Ayağa kalkar kalkmaz, uzun olan boyum şehre sanki gölge düşürmüştü ve bir süre güneşin doğmayacağının habercisiydi...
*
Uçurum kenarındaki bir çiçektim. Çok dokunursan solan, çok seversen kuruyan, çok su verirsen uçurumdan düşen bir çiçektim. Ben senin uçurumunda büyüyen bir çiçeğim görmüyor musun?
Çığlıklarımın sesine uyanmıştım. Bana kabuslarımdan kalan şeyler ise paranoyaklıklarım ve kafayı yememdi. Sadece karanlık olan odada gözlerimi gezdirdim ve karanlığa odaklandım.
Gözlerimin karanlığa alışmasını bekliyordum. Gözlerim karanlığa alışana kadar siyahtan başka bir şey görememiştim. Gözlerim alışmaya başladıktan sonra yataklarında yatan kızları daha net görmeye başlamıştım.
Hepsi huzurla yerlerinde yatıyorlardı. Yerde yatan Melodi'yi aradı gözlerim, yerde yattığı için fazla göremiyordum. Gözlerim odaklandığında ise yerde gözleri açık bir şekilde tavana baktığını anladım.
Onu bir süre gözlemledim, sanki hayattan kopmuş ve etrafındaki hiçbir şeyi algılamıyormuş gibiydi. O hep üzerinde bir gizem taşıyordu. İçinde bir yerlerde kaybolmuş ve kendini bulamıyor gibiydi.
Kafamda bir çok ihtimal vardı am en kendime yakın bulduğum ihtimal ise on beş yaşındaki Mina'ya benzediğiydi. Kaybolmuş küçük Mina'ya. Kendisini arayan ve hiç bulamayacak gibi hisseden küçücük Mina'ya.
Küçük Mina, kendisini bulmaktan çoktan vazgeçmişti. Onun hayatı sadece ablası olmuştu ve kendisini ablasını bulmaya adamıştı. Bunun için ölmeyi bile göze almıştı.
Mina kendi düşüncelerine daldığında onu izleyen Melodi'yi fark etmez olmuştu. Melodi'nin kafasında dönen düşüncelerin hepsi Mina'nın çığlıklarından sonra durmuştu.
Kızın kâbus gördüğünü anlamıştı. Hiçbir şey yapmamıştı. O kendisinden başka kimseyi umursayacak birisi değildi. Yüzünde bir gülümseme oldu, o bencil birisiydi.
Annesinin ona öğrettiği gibi davranıyordu, kimseyi umursamaz ve kendisi için uğraşırdı. Çünkü annesi de öyle birisiydi, küçük kızını bile umursamaz çok bencil birisiydi.
Yüzündeki gülümseme yavaş yavaş soldu ve kendisine dönen gözler ile suspus olmuş odadan, yok olmak istedi. O gözlerde bir şeyleri çözmek isteyen kıvrak bir akıl vardı. O buraya boş yere gönderilmemişti.
Zekiydi...
Hem de çözemeyeceği kadar zekiydi. Onu kullanmak zorundaydı bunu kendi benliğine yediremesede kendisi için onu kullanması gerekiyordu.
**
Yüzü gülümseyen Melodi'ye baktım. Neden bana gülümsüyordu. Bakışlarım başka yerdeyken bana gözlerini diktiğini anlamıştım. İçimdeki bir his başıma bir şeyler açacağı konusundaydı.
Sessizliğe gömüldüm ve yüzündeki gülümsemesi sönen son bir bakış atıp battaniyeme sarıldım. Bir şeyler aradım, sarılacağım ama sadece sarılabileceğim soğuk bir battaniye vardı.
Ölüm sessizliğinde olan yerde Melodi'nin fısıldaması yayıldı.
"Söylesene Mina, kaç gün oldu kaçırılmamızın ve buraya getirilmemizin üzerinden ne kadar geçti."
Fısıltı içerisinde konuşmasının üzerinden gözlerim hızlıca ona dönmüştü ve düşünmeye başlamıştım. Zaman kavramını yitirmiştim. Sakinleştiricilerin yüzünden zaman kavramı unutmuştum.
Melodi yeniden fısıldayarak konuştu. "Bilmiyorsun değil mi? Bir haftadır yanımızda yoktun. Seni onlara kaç defa sorduğumuzu bilemezsin. Sadece sustular..."
Söylediklerinin doğruluğunu düşündüm ama olmadı. Ben bir ya da iki gün geçtiğini düşünürken koca bir, bir hafta geçmişti. Örgüttekiler ne düşünmüştü bunu hiç düşünemiyordum.
Bir hafta geçmiş olamazdı. O kadar geçtiğini hissetmiyordum. Nerde de hata yaptığımı düşünüyordum ama olmuyordu, hiçbir şey olmuyordu. Hatam yok gibi geliyordu.
"Şimdi sen benim bir haftadır burada olmadığımı mı söylüyorsun? Bu olamaz ancak iki gün geçmiş olmalıydı."
Yataktan ayaklandım, etraf karanlıktı ama yine de ayaklandım ve duvara doğru ilerledim sinirle saçlarımı koparmak ister gibi çekmiştim ben bir haftadır ortalarda yoksam bir bokluk dönüyordur demekti.
Burada bir boklar dönüyordu ve bundan benim haberim yoktu. Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Bir şeyler benden saklanıyordu ve ben bunu çözecektim.
Duvarın önünde durduğumda boş boş baktım beyaz ve düz olan duvara sonra ise kafamı dayadım ve bir kaç kez kafamı duvara vurdum sertçe.
Melodi'nin ayak seslerini duydum. Yanıma geliyordu. Ne yapmaya çalıştığımı anlamamıştı. O kadar da zeki değildi demek ki. Kafamı vurmaya devam ediyordum. Bir şeylerden emin olmam gerekiyordu.
Melodi beni tutmaya çalışıyordu ama olmuyordu. Sinirlerim tepeme çıkmıştı. Melodi'nin ellerini koluma geçirdiğini hissettim. Bir kaç saniye sonra ise ikimiz de yerle buluşmuştuk.
Ağzımdan Rusça bir küfür kaçmıştı.
"Ебать."(Siktir.)
Melodi ne dediğimi anlamamıştı ama ben kahkaha atmaya başlamıştım. Sinirlerim altüst olmuştu. Yere uzandım ve gülmeye devam ettim. Melodi'de benim gibi gülmeye başlamıştı. İkimizde yere uzanmış beyaz tavana bakıyorduk.
Diğer kızlarda uyanmışlardı ve bir şeyleri anlamaya çalışıyorlardı. Cansu'nun ağlamaklı sesle bize seslendiğini duydum.
"Melodi neden gülmeye başladınız? Bir şey mi oldu? Mina iyi mi? Ona bir şey mi oldu?"
Cansu tek tek sorularını sıraya dizerken güleç bir sesle "İyiyim ben Cansu."
Yüzümdeki gülümsemede solmuştu. Yüzümdeki gülümseme solar solmaz ışıklar her yeri aydınlatmıştı. Her yer ışığa kavuşur kavuşmaz, odayı bir sessizlik kapladı.
Çünkü herkesin odaklandığı bir yer vardı. Beyaz ve düz olan duvar kanla boyanmıştı. Kan ise benim kanımdı. Duvardan yere inen gözler kan damlalarını takip etti oradan ise beyaz saçları kırmızıya boyanmış beni gördüler.
Onlara gülümseyerek baktım. Bunu kendime ben yapmıştım. Hem de isteyerek, biliyordum bunun bana getireceklerini ama yine de yapmak zorundaydım bir şeyleri öğrenebilmek için...
Cansu gözleri dolmuş bir şekilde koşarak benim yanıma gelmişti. Özlem ise yatağından doğrulmuş şekilde ne olup olmadığına bakıyordu. Şoka girmişti galiba çünkü gözleri bir şeyleri anlamıyormuş gibi bakıyordu.
Cansu ağlamaklı sesiyle başımda konuşmaya başladı. "Bunu sana onlar mı yaptı Mina?" Çoğu zaman bu kızın saf olduğuna o kadar inanıyordum ki anlatamazdım. Gerçekten bu kadar saf mıydı? Ya da melek kılığına girmiş bir şeytan mı? Ya da ben çok fazla şeytana maruz kaldığım için herkesi şeytan sanıyordum.
Bu düşüncelerime güldüm ve "Hayır Cansu, bunu kendime ben yaptım." Özlem ben konuştuktan sonra şoktan çıkmış gibi ayaklandı ve hızlıca yanıma geldi. Hâlâ yerde yatıyordum ve kımıldamıyordum.
"Bir haftadır ortada yoksun ve biz seni böyle görüyoruz. Sen ne yaptın kendine Mina söylesene? Bir haftadır neden ortalarda yoksun ve biz seni her görevliye sorduğumuzda sanki seni tanımıyormuş ve hiç buraya gelmemişsin gibi davrandı?"
Onlara ne diyeceğimi bilmiyordum çünkü bende hiçbir şeyi bilmiyordum. Sadece orada iki gün durduğumu düşünüyordum ama olanlar bunlardı. Her iğne batırdıklarında bu kadar çok uyuyorsam onlar sadece sakinleştirici değildi bana uyku ilacı veriyor olabilirlerdi.
İlk vurdukları iğne sakinleştiriciydi buna emindim ama ikicisinden emin değildim. İki tane iğne yaptıklarından bile emin değildim.
"Kızlar kafanızda çok fazla sorunun olduğunu biliyorum ama cevabı bende değil. Asansör olayından sonra hepimize su verdiler ve bizi uyuttular. Sonra ise hepimizden kan alarak Liderin kanıyla uyuyor mu uymuyor mu diye kontrol ettiler. Lider galiba yaralanmış bildiğim kadarıyla ve kan kaybetmiş ve galiba benim kanım onunkiyle uyumlu çıktı."
Dilim damağım kurumuştu. Biraz durdum, hepsinin gözü ve kulağı bendeydi. Onun kanıyla benim kanım nasıl uyumlu oluyorsa da artık hiç anlamamıştım.
"Bunlardan sonra beni grimsi bir odaya koymuşlardı sedyenin üzerinde. Orada uyandım ve benden kanımı alıyorlardı. Biraz kargaşa çıkardıktan sonra bana sakinleştirici verdiklerini düşünüyordum ama hayır bana uyku ilacı vermişlerdi. Bir hafta geçtiğini bile anlamamıştım. Bunu burada sizlerden öğreniyorum. Şimdi benim bir şeyleri öğrenmem için bir oyuna gireceğiz beni iyice dinleyin."
***
Yarım saat geçmişti ve duvardan kapı açılmıştı. Gözlerim kapalı ve nefes alışverişim yavaştı. Sadece oyunuma devam etmeliydim. Yerde baygın bir şekilde yatıyordum. Duvar kan izlerimle doluydu ve yerlerde buna ayak uydurmuşlardı.
Beyaza yakın saçlarım kan içerisindeydi. Yüzüm de ise kurumuş kan izleri vardı. Kıyafetlerimi hiç düşünemiyordum onlar daha beter haldeydi.
Bir sanatçının tablosuna benziyordum.
Kan'a bulanan kadın...
Bu şuan ki halime çok fazla uyuyordu. Kana bulanmıştım kendi kanıma...
Odaya kim girdi bilmiyordum. Kızlar başımdaydı çığlıkları ve ağlamaları durmuyordu. Özlem beni uyandırmaya çalışıyordu. Cansu ise ağlıyordu.
Ha Melodi'ye düşen görevi ise duvara çöküp şoka girme tiyatrosuydu. Bunu izleyemediğim için üzgündüm. Yüzümde buruk bir gülüme oluşacakken bunu zorda olsa durdurmuştum.
Nefes alışverişimi daha da yavaş yapmaya başlamıştım. Şah damarımda bir el hissettim sonrası nasıl gelişti hiç anlamamıştım. Gelen kişi bir kadındı. Kim olduğunu bilmiyordum.
O kadının çığlığından sonra bir kaç kişi daha odaya girmişti. Uykum gelmeye başlamıştı bir ara. Bir sedyeye üzerine koyuldum ve odadan dışarı çıkarılmıştım.
Tüm kızları yerin altına indirdiklerini biliyordum ve çoğunun beni gördüğünü de. Bir şeyler için bazen bir şeyleri harcamak gerekiyordu galiba bende bunu yapmıştım.
Bu tiyatroma devam etmem uzun sürecek gibi duruyordu. En iyi olduğum şeylerden birisiydi oyunculuk...
Asansöre bindirilmiştim ve hangi kata gittiğimizi bilmiyordum. Asansörde kimlerin olduğunu da asansör durduğunda hızlıca inmişlerdi.
Galiba doktorların olduğu katta gelmiş olmalıydık ve beni olduğum sedyeden başka bir sedyenin üzerine koymuşlardı. Bu haberin çabuk yayılacağını biliyordum ve o kadının buraya geleceğini de.
Bir perdenin kapanış sesini duydum. Ve sonra ise "Ne trouvez-vous pas étrange que son jeu soit si bon ? Je croyais que c'était réel."(Sence de oyunculuğunun bu kadar iyi olması tuhaf değil mi? Ben gerçek olduğuna inanmıştım.)
Gözlerimi açtım ve karşımda Sibel ablayı buldum ve güldüm oyunculuk derslerimi ondan almıştım. Ayağa hızlıca kalktım ama başım dönmüştü. Bunu düşünmeden Sibel ablaya sarılmıştım.
Ve bende fısıltı şeklinde Fransızca konuşmaya başladım."Ai-je bien appris, monsieur ?"(İyi öğrenmiş miyim hocam?)
Sibel abla Fransızca konuştuğuna göre birilerinin dinleme potansiyelinin olduğunu biliyor olmalıydı ve kimsenin Fransızca bilmediğine emindim.
Sibel abla başımın döndüğünü anlamış gibiydi. "Renard blanc, je sais que tu as le vertige. Maintenant, asseyez-vous sur la civière et écoutez-moi." (Beyaz tilki, başının döndüğünü biliyorum. Şimdi sedyeye geri otur ve beni dinle.)
Sibel abladan sarılışımı sonlandırdım ve sedyeye geri oturdum. Burada olduğunu bilmiyordum. İyi bir karşılaşma olmuştu. Ona gözlerimi diktim ve bir şeyleri açıklamasını bekledim.
Bana açıklaması gereken çok fazla konu vardı ve azda bir zamanı. Bir haftalık bir zamanım benden çalınmıştı ve o bir haftada ne olduğunu bilmiyordum ya da örgütün ne yaptığını.
Sadece bir kişi içeriye girecekti ama görüyorum ki Sibel abla bu kurallı çiğnemişti. Bana anlattıklarına dayanarak kızı kaçırılmadan önce doktormuş. Kızı kaçırıldıktan sonra ise istifa etmişti.
Buraya nasıl girdiğini hayal bile edemiyordum. Bir çok olay olmuştu ve benim hiçbir boktan haberim yoktu. Sadece şunu düşünebiliyordum,
Bana bir oyun oynanıyordu...
|•|