Aylardan Son GüzeDoğru

3398 Words
Genç adam sıvası dökülen, dört tarafı kerpiçlerle örülmüş ahır duvarının yanındaydı. Ağaç kütüğünün üzerinde, bacaklarını iki yana açmış bir vaziyette oturuyordu. Uzun boylu ve iri kemikliydi bu adam. Biçimli omuzları, kalın kolları tıpkı altındaki ağacın gövdesi kadar oluş atlıydı. Kütük gibi derlerdi onun yaşadığı köyde böylesi adamlara. Mevsimlerden güzün sonuydu. Havada şiddetini artıran rüzgâr, yerden aldığını göğe savuruyor, bu kışın çetin geçeceğinin haberini veriyordu. Otuzlarında olan esmer adamın, geniş alnına dökülen, yaptığı onca işten ötürü uçları ıslanan gece karası kalın telli saçları, esen yelden nasibini almıştı. Yerde ne kadar saman tozu varsa başına dolmuştu. Şayet bedeni küçük bir şey olsa kendisini bile kaldırıp, ahırın kapısından içeri, işte senin layığın burası diyerek fırlatacaktı mübarek. İki dakika soluk alayım diyerek oturduğu yerde rüzgarla kavgaya düşünce sinirlenerek ayağa kalktı. Oturduğu kütüğü koca ayaklarıyla yuvarlayarak, kuytu bir köşeye çekmeye karar verdi. Kalın ve biçimli kaşlarına, bakarken insanı içine çeken derin bakışlarının ev sahipliğini yapan gözlerine çer çöp dolmasın diye eliyle önlemini aldı. Yığınla birikmiş iş onu beklerken, gözüyle kulağıyla uğraşacak durumda değildi. Rüzgârın kendisini bir nebze teğet geçtiği köşeye dönünce, ayağıyla yuvarladığı kütüğü durdurdu, duvara dayadı. Üstüne otururken kendiyle alay etti. Aslında kıçının rahatlığını düşündüğünden değildi. Otururken arkasına yapışacak olan inek ve tavuk pisliklerinin derdindeydi. Birazdan girecek olduğu evin içini bok götürüyorken, bir de bunlarla uğraşamayacaktı. Elini kulağına götürdü. Sol kulağı dün geceden beri adeta zonkluyordu. Bir de rüzgârın da etkisi olunca beynine işliyordu sızısı. Çektiği acıyla kalın dudaklarını dişlerinin arasında ezdi. İri kemikli eliyle şöyle bir basınç uyguladı, tövbe billahi dinecek gibi değildi. Ahırda çok az işi kalmıştı. Şimdi gitmek olmazdı. İneklere yemlerini vermiş, doymalarını bekliyor sonra da doldurduğu kovalarla sularını verecekti. Genellikle ahıra girdiği anlarda giydiği, eski gocuğunun cebine sokuşturduğu örgü gri beresini çıkardı. Ceplerinin içi bile savrulan tozdan nasibini almıştı. Çıkardığı bereyi şöyle bir dizine vurarak silkeledi. Alnına yapışan tozlu ve terli saçlarını parmaklarıyla geriye doğru tarayarak beresini giydi. Yüzü gözü açılmıştı. Gocuğunun eskiyen yakasını da kulaklarına doğru çekiştirdi. Pek mümkün gözükmese de belki ağrısı kesilirdi. Derken kulağının sancısına ilave, varsın ciğerlerimde ona yoldaş etsin niyetiyle ki bu bir bahaneydi. Daha kötü olacağını hiç düşünmeden diğer cebinden Samsun markalı sigara paketini çıkardı. İçinden bir dal alıp, dudaklarının arasına götürerek, kibritini tutuşturana kadar dişleriyle sabitledi. Öyle ki kısmet yağmur olup da açık meydanda tepesine yağmaya kalksa, yine ıslanan olmazdı. Hangi işi rast gitmişti de şu rüzgârın ortasında bir çakışta yanacaktı kibriti. Dişlerinin arasındaki sigarayı düşürmemeye gayret ederken küfürler ede ede, üst üste ateşledi. Yaktıkları ağzına götüremeden söndü. Sen mi inatsın ben mi dedi kibrite karşı. Yine denedi. O, öyle bir adamdı ki aklına düşeni yapar, yapamadığını da olana kadar uğraşırdı. Uğruna gençliğinin en güzel yıllarını heba etse de dur durak bilmezdi bu hırsı yüzünden. En iyi yoldaşı hırsıyla bir kez daha denerken bu kez başarılı oldu. Tekrar sönecek korkusuyla, dudaklarını kapatarak yakabildiği sigarasından ölürcesine bir nefes çekti. İçine dolan dumanın akıbeti belli değildi. Öyle ki geri çıkabilen olmamıştı. Ve bir daha çekti. İşte şimdi rahatlamıştı. Sırtını duvara yasladı. Ayaklarını önüne doğru uzatıp üst üste attı. Şimdi aksi rüzgâr düşünsün dursundu kime karşı geldiğini. Başının bir kol üzerinde küçük bir pencere vardı. Geçenlerde içeri soğuk girmesin diye kenarlarına çıta yerleştirerek, ortasına naylon çakmıştı da tepesinin üstünde parçalanmıştı. Şimdi de öyle bir ses çıkarıyordu ki kulağının içinde pat pat ötüyordu adeta. Yüzünü buruşturdu. Sigarasını hızlı hızlı bitirmeye çalıştı. Omzunun üzerinden pencereden gelen sese baktı. "Bugün olmaz! senin icabına ancak yarın bakarım” dedi. Pek tabi yarın ola hayır olaydı. Kulağındaki illet ağrı geçerse bakardı. “Geçmezse ne yapacaksın ulan! Eşsek gibi yapacaksın işte! Yok bir de hastayım diye bir köşede çocuk gibi yat istersen” derken, yine kendiyle hesaplaşmaya başladı. Halbuki İnsan olduğunu, onunda normal insanlar gibi ağrıyan bir yerlerinin olabileceğini unutuyordu. Vücudundan herhangi bir yer sızladıkça sanki suç işlemiş gibi kendisine sövüp sayıyordu. Hastalığı, dertleri, iyi yemeği, iyi giyinmeyi ve herhangi bir insanın istediği hiçbir iyiyi, kendine reva görmüyordu. Görmemişti. Gösterilmemişti. Bu yaştan sonra göreceğini de pek umut etmiyordu. Bu saydıklarına sevmek ve sevilmek de dahildi. İş çoktu. Hem de öyle çoktu ki yapabilecek kendisinden başkası yoktu. Beş dakikalık verdiği molada bir ton şey düşündü. Düşündükçe sigarasını sanki biri elinden alacakmış gibi hızlı hızlı çekti. Ciğerlerine dolan duman, arkasındaki pencereden yayılan asitleşmiş inek pisliği ile rüzgârın getirip önüne saçtığı saman tozları da eşlik edince olan oldu. Tek solukta çektiklerini geri vermeyen göğsünden hiddetli bir öksürük yayıldı. Yerinde sarsılacak öksürdü fakat elindekini de bırakmadı. Daha önce de bu durumu çokça yaşamıştı. “Benim gibi deveye bir bok olmaz” diye kendini azarlarken buna inanıyordu. Zaten ona herkes demez miydi? “Bu deve insan azmanı” diye. Madem sonu şu zehirden gelecekti öyleyse seve seve içine çekmeye razıydı. Halbuki ne yazıktı İbrahim gibi bir adamın kendine karşı olan saygısızlığına. Buna sebep olanlar utansındı! O kendisiyle hesaplaşırken dertleniyor, dertlendikçe ölmek ister gibi sigarasını içine çekiyordu. Ölecek gibi de arka arkaya öksürüyordu. O ahırın bir köşesinde bu haldeyken yaşadığı evin tahta penceresi gıcırdayarak açıldı. Sesi duyan İbrahim daha da dertlendi. Soluğunu tutup duvara doğru sinerken, amacı görünmemekti. Geç kalmıştı. “Bok iç emi Abraham! Eşeğin bokunu iç!” diye çirkin ve hırıltılı sesiyle etrafına bakınarak bağıran, yaşlı nenesinden başkası değildi. “Şu kafa ütüleyen gürültüde bir sen eksiktin!” diye ağzının içinde mırıldandı. Elindeki izmariti ayağının ucuna fırlatıp topuğuyla ezdi. Başını tekrar duvara yaslayıp kollarını bu kez önünde bağladı. Ne kendi gibi sert fırtına dindi ne de pencereden ayrılmayan Nenesi sustu. Bir süre sonra her ikisinin sesini de uğultular halinde duymaya başladı. “Geberip gideceksin, gevur analı!” diyordu sanki nenesi. “Geber de kurtulayım inşallah!” gibi hakaretler ediyordu. Sesi fırtınanın içinde yayıldıkça İbrahim bunu asla tınlamıyordu. “Lan sana diyorum deve! Zıkkımın oğlu beni duymaz mısın? Şu sobaya bak diyorum sana! Donup öleceğim şurada!” diye o cırtlak sesiyle bağırıp ortalığı inletiyordu. İşte bu son sözlerine cevap vermişti İbrahim. Oturduğu yerden yavaşça kalkmış, ellerini cebine koyup, sindiği köşeden çıktığı gibi nenesinin bulunduğu pencere önüne meydan okurcasına adımlamıştı. “Keşke be kadın! Dilin bal olsun. Sen olduğun yerde donup kalsan, ben de şurada öksürmekten geberip gitsem!” dedikten sonra, yüzünde tuhaf bir tebessümle şunları da söylemişti. “İnan bütün köy ardımızdan bayram eder! Selamızı da verirler. Köyün cazgırı ve onun azman torunu gebermiş, kurtulduk” diye. … Evin içine girmeden önce son işlerini de bitirmek istedi İbrahim. Üstünde ahır kıyafetleri, ayağında boklu siyah lastik çizmeleri vardı. Bu şekilde içeri girerse boklu evi daha da pislenecekti. Ayakkabılarındaki pisliği evin önündeki balkonun basamağına sıyırdı. Dakikalardır kafasını ütüleyen nenesine seslendi. “Soba kovasını getir de doldurayım!” diye. Onun nenesi kendi şiveleriyle ebeydi. Gönlünde ise; yaşlı bir bunak ve zamanı gelince ölüp gidecek olmasından öte değildi. Olamıyordu! Kamburdu nenesi. Bedeni ayak uçlarına değecek kadar yere yakındı. O halde eline aldığı kovanın küllerini saçarak kapıya çıkarmıştı. İbrahim’in ayak ucuna fırlatırcasına savurdu. Olan küllerde savrulmuştu. İbrahim sinirle yerden kaldırdı. Tek kelime ederse şayet biliyordu ki yine çenesi durmayacaktı. Onu şu kulak ağrısıyla çekecek durumda hiç değildi. Böylesi şirret bir neneye tezat güzel yaratılmıştı İbrahim. Boyu, posu ve biçimli bedeni yürürken ben buradayım diyordu. Elinde soba kovası sanki su tası gibi salınıyordu. Nenesi ve kendisi kendini yerin dibine sokup çıkarsa da görünen köye kılavuz gerekmiyordu. Allah için biçimli bedeni ilgi çekici olduğu kadar, kara kaşı kara gözü de yerli yerindeydi. Fakat yaşadığı köydeki insanlar onun bu yakışıklılığına değil, her işi yapabilme kabiliyetine değil, önce kim olduğuna sonra da kimden olduğuna bakıyorlardı. Onların gözünde İbrahim; Cinli Deli Dursun’un, İnsandan bozma torunuydu. İşin aslı köyün içinde hiç sevilmezler, bir iki kişi hariç bir Allah’ın kulu da yüzlerine bakmazdı. Hoş sevilecek gibi de değillerdi ya! … Bir elinde soba kovası diğer eli kulağında hızlı adımlarla küllüğe doğru yürüdü. Nenesi arkasından hâlâ bağırıyordu. “Kömürü az koy! Tarlandan mı bitiyor!” diyordu. Tarlada kömür bitse onu bile yetiştirirdi İbrahim. Ne denli hasta olursa olsun bilhassa şu sıralar fazlasıyla dinlenmeye ihtiyaç duysa da sırf nenesiyle yüz göz olmamak tarlalar dolusu kömür ekmeye razıydı. Sanki dünya yıkık bir viraneydi ve tek tamircisi kendisiymiş gibi. Hiç durmadan çalışırdı ha çalışırdı. Yeter ki şu kadını az göreyim sesini az duyarım derdiyle. Oysa ne keserinin sapı sağlamdı ne de kazmasının ucu vardı. Hava gittikçe kararıyor, kar bulutları köye doğru yaklaşıyordu. Tıpkı kendi içinin karardığı gibiydi ikindi saatleri. Rüzgâr hırsını çıkarmış olacak ki az buçuk sakinlemişti. Bugün ne olmuştu ona böyle? Acayip bir şekilde isyankâr ve asabiydi. Halbuki her gün bir önceki gün ile aynı değil miydi yaşadıkları. Bunları düşünürken, elinde oyuncak misali tuttuğu soba kovasını küllüğe attı. Ayağıyla ters çevirip olan külün dökülmesini sağladı. Kenarına takılan kulpuna gerek duymadan, köşesinden tuttuğu gibi kaldırdı. Eline is bulaştı oralı olmadı. Her yeri pislik içindeydi varsın elleri de kirlensindi. Sanki ne olacaktı! Elindeki kovayla, odunluğa doğru yürürken avlularını çevreleyen taş duvarın arkasından, birkaç insanın koşuşturduğunu görünce dikkatini o yöne verdi. Birkaç adam ki baktığında hepsini tanıyordu, evlerinin az aşağısında bulunan Söğütlü deresine doğru koşturuyorlardı. Kovayı köşeye fırlattığı gibi neler olduğunu anlamak adına duvara yaklaştı. Onu duvarın başında görenler; yüz göz olmak istemediklerinden bir açıklama yapma gereği duymadan hızla önünden geçip gittiler. Ta ki en arkada nefes nefese kalmış, hızla ilerleyen dostum diyebileceği Cihat açıklama yapana kadar arkalarından baka kaldı. “Lan oğlum ne bakıyorsun! Koşsana! Cezmi ağabey traktörü devirip altında kalmış!” İbrahim duydukları karşısında her ne kadar onun varlığını yok saysalar da fazla düşünmedi. Üstünün başının kirliliğini bile hiçe sayarak o haliyle duvardan atladığı gibi hızlı adımlarla peşlerine düştü. Cezmi’nin kim olduğunu düşünerek, ilerledi … Söğütlü dere dedikleri yer, yazın çocukların Azrail'i olan bir yerdi. Köyden üç gencin canına mal olduğu için köylüler bilhassa yaşlı olan adamları; boş vakitlerini burada geçirsinler düşüncesiyle söğütlerin altına birkaç oturak koymuşlardı. Yazın herkes bağda bahçede olduğundan, çalışmaya gücü yetmeyen dedeler zamanlarını orada geçirir, içine girmeye çalışan gençleri de uyarırlardı. Kahvede boş vakit öldüreceklerine burada otursunlar da işe yarasın diyenler, güzel düşünmüştü. Lakin mevsim kışın kıyısına gelip çattığından görevleri de bitmişti. Bahara kadar, kolay kolay kimse dereye yaklaşmazdı. Öyleyse bu olan kazada nesiydi! İbrahim önden koşanların peşinden yetiştiğinde derenin etrafı çoktan ana baba günü olmuştu. Ne ara olmuştu bu kaza da duyan gelmişti? İnsanlar can havliyle, derenin kıyısından aşağı doğru tekerlekleri kayarak yan yatan traktörü çekmeye çalışıyorlardı. Çoluk çocuk, genç yaşlı bir de olmazsa olmaz kadınlar çığlık çığlığa, her kafadan bir ses çıkıyordu. Bugün tahammül sınırını fazlasıyla doldurmuştu ya İbrahim! O yüzden olay yerine yaklaştıkça kaşları daha da çatılmış gözlerinden adeta ateşler çıkmaya başlamıştı. Sert adımlar atarak yürürken etrafındaki insanların şu gibi durumlarda soğuk kanlı olmak yerine, ortalığı velveleye verdiklerini görünce, ümüklerini sıkıp bir köşeye fırlatmayı düşündü. Kadınların bağırıp çağırdıkları yetmezmiş gibi bir de köyün bütün çocukları toplanmış, derenin kıyısına kadar yanaşmışlar, merakla izliyorlardı. Nasıl delirmesindi İbrahim? Hele üç çocuk vardı ki, ha düştü ha düşeceklerdi. Onları o halde görünce aralarına adeta kükreyerek giriş yaptı. Herkesin gözü anında ona doğru çevrildi. Görüntüsüyle ve sesiyle kirli ses topluluğunu sesini jilet gibi kesti. Onun bu deli halini görenler fısıldaşmaya başladı. “Geldi insandan bozma azman! Aman bize bulaşmasın!” diyorlardı. İri elleriyle çocukların enselerinden tuttuğu gibi dereden uzaklaştırdı. Dere boyu sıralı söğüt ağaçlarını göstererek bağırdı. “Söğütleri aşanı, azgın suyun içine kendi ellerimle basarım. Defolun şuradan!” diye sertçe bağırdı. Orada bulunan yaşça büyük kadın ve erkekler bunu hiç anlamıyorlardı ama çocukların İbrahim'e karşı yaklaşımı hep farklı olmuştu. Ondan hem korkuyorlar hem de tuhaf bir şekilde saygı duyup, ne isterse yapmaya çalışıyorlardı. Hepsi birden koşuşturarak söğüt ağaçlarının gerisine doğru tırmanırken “tamam İbo ağabey!” demelerine herkes şaşırarak baktı. Çocukların güvenliğinden emin olduktan sonra sıra ağızlarını tülbentleriyle kapatmış, çığırtmak sesleriyle güya adamlara akıl vermeye kalkışan, sıralanmış kadınlara doğru yürümeye devam etti. Dev boyuyla hiç çekinmeden aralarına daldığında aklındaki düşünce çocuklara yaptığı muameleyi onlara da yapmaktı fakat gerek kalmamıştı. Zaten kendisini fark edenler sanki boğa görmüşler gibi hızla sağa sola dağılarak geçmesi için yer açmışlardı. … Kaza yerinde köylüler hep bir olmuş, dereye doğru yan yatmış traktörü kaldırmaya çalışıyorlardı. Onlar uğraştıkça traktör dereye doğru kayarken İbrahim; onların iş bilmez hallerini görünce bir de buna sinirlendi. Bu yetmezmiş gibi ayak altında bir kız çocuğu vardı. “Babam! Canım babam!” diye attığı çığlığa yakın ağıtlar sinir bozucuydu. İbrahim yardım etmeye çalışanların yanına, iki eli belinde diliyle cık cık çekerek yaklaştı. Böbürlenmek değildi ama hepsi mi ahmak olurdu? İlk muhatabına Cihat'ı alarak seslendi. Ondan ve Kahveci Abdullah Ağabey den başkasıyla pek iletişime geçtiği olmazdı. “Olmayan beyninize tüküreyim” diye seslendi Cihat’a. Cihat kan ter içinde kalmış, tonluk traktörün tekerinin altından tutmuş yukarı çekmeye çalışıyordu. “Ulan deve! Söyleneceğine gel de yardım etsene!” diye bağırırken sesi sanki başka yerinden çıkıyordu. Zira onun tuttuğu yerdeydi Cemil dedikleri adam. Bedeni normal gözükse de adamın bacakları altta kalmış, traktörü hareket ettirdikleri an ise ağzından feryatlar dökülüyordu. İbrahim sanki, tek eliyle traktörü çekip kurtaracak ve yerine bir çırpıda koyacakmış gibi kendinden emin Cihat'ın dibine kadar girdi. Ortalığı tiz sesiyle ayağa kaldıran kız çocuğu da hemen peşinden adımladı. Ayağı kayıp dereye doğru traktörden önce dereye düşecekti. İbrahim burnundan soluyarak giydiği örgü hırkadan tuttuğu gibi yukarı çekti. “Ayak altında dolaşma çocuk! Geç şöyle!” diye yüzüne bakmadan azarlayıp sırtından itekledi. İbrahim kaza yapan adamın yüzünü görmek için eğilerek baktı. Pek konuşmuşluğu olmasa da uzaktan tanırdı. Evleri köyün tepesine yeni yapılan su deposunun yanındaydı. “İbrahim! Lan canım götümden çıkacak tut şunu haydi!” diye ikinci kez uyarınca Cihat, onun tuttuğu kabinin kenarlarından iki eliyle birden tutup, var gücünü kullanarak destek verdi. Altında acı çeken adamdan bir feryat daha yükseldi. Kızı da aynı feryatla az önce birileri tarafından zorla oturduğu yerden kalktığı gibi yine İbrahim'in kulağının dibine kadar geldi. “Emmi dur! Dur Emmi kesildi bir yeri babamın” diye İbrahim’in kulağına doğru bağırdı. İbrahim hem beden gücünün kontrolünü sağlarken hem de kulağının içinde yankılanan tiz sesten ötürü artık kendini durduramayacaktı. “Çekil çocuk şuradan. Babandan önce dereye basmayayım seni!” diye dişlerini sıkarak tısladı. Arkadaşı Cihat ise bu sözüne karşı gülüyordu. İbrahim onun neden güldüğünü anlam veremedi. Verecek durumda da değildi. Bu kez dere yatağından destek verenlere hitaben bağırdı. “Biri halat bulsun hemen!” dedi. “Halat var!” diye karşılık gelince ana avrat sövmek için gücü yoktu. “Varsa tekere bağlasana! Onu da ağaca bağlayarak bir iki kişi asılsın!” diye kızarcasına kükredi. Can pazarındaydılar. Normalde sözü dinlenmezdi ama dediğini anında yaptılar. Gövdesi kalın ağaçtan destek alınca traktör yerinden oynadı. Cemil'in bacakları açığa çıktığı gibi boşluk oluştu. “Üç deyince herkes gücünü kullansın! Biri de adamı yukarı çeksin!” diye ciğerleri patlayacak kadar bağırırken anında gençlerden ikisi yaralının yanına inip adamı dikkatlice çıkarmaya çalıştılar. Ağlayan kız yine dibine kadar girdi. Babasının son halini görür görmez onlara destek olmak adına İbrahim'in kömür karası bulaşmış ellerinin yanından tutup, bütün gücüyle kaldırmaya çalıştı. Fakat bilmiyordu ki bilek gücüyle destek verirken, İbrahim'in zonklayan kulağının dibinde sesiyle köstek oluyordu. “Haydi emmi!” diyordu. “Kurban olayım, az daha yüklenin! Haydi!” İbrahim duyduğu hitap sözüyle gücünün şiddetini arttırdığı gibi kızın duyacağını umursamadan dişlerini sıkarak bir de kıza cevap veriyordu. “Hay emmine de sana da esoğlu eşek! Yedi kulağımı!” Gençler altta acı çeken adamın omuzlarından asıldığı gibi yukarı doğru çekmeyi başardıklarında, güçlerinin sonuna gelen İbrahim ve diğerleri; adam çıkar çıkmaz dereye kaymasına mâni olacak şekilde rahat bir nefes aldılar. Adam yaşar mı yaşamaz mı bilinmez ama kurtulmuştu. Kızı da o sevinçle yine İbrahim'in kulağının yakınında bağırmıştı. “Allah’ım çok şükür! Rabbim çok şükür” diye sevinç naraları atıyordu. İbrahim bedeninin ağırlığını traktörün aşağı kaymasına karşı çamurluğun üstüne dayamış, soluğunu dizginlemeye çalışırken boşta kalan koluyla kızın arkasından sertçe ittirmişti. “Yürü git de babanın yanında şükret” diye. Cihat bu kez kahkaha atarak gülmüştü. İbrahim buna da tahammül edemedi. “Lan ne gülüp duruyorsun şerefsiz! Kulağımın dibinde vızır vızır, beynimin içine sıçtı.” Cihat şimdilik neden güldüğünü söylememişti. Onun yerine “Canı kurtardık sıra malında” diye herkese karşı seslendi. Köylülerden birkaçı Cemil ve kızını hastaneye götürürken, geriye kalanlar traktörü kurtarmaya çalıştı. İbrahim sayesinde onda da başarılı olmuşlardı. … Köyde yaşanan traktör kazasının üstünden bir hafta kadar geçti. Köylü derenin daha fazla tehlike arz etmemesi için imece usulü en azından köye yakın kısımlarına tel çekerek kendilerince önlem aldılar. İbrahim bunların arasında yoktu. Normalde Cihat’ın zorlamasıyla giderdi ama son günlerde kendi işlerini bile aksatıyordu. Kulak ağrısı geçmediği gibi boğazları da şişmiş, koca bedeni yatağa düşmemek için adeta savaş veriyordu. Bir haftadır böyleydi. Öksürdükçe ciğerleri şişiyor, bir şeyler yedikçe boğazı yırtılacak gibi oluyordu. Şaka maka derken fena hasta olmuştu. Kendi kendine yetmeye çalışırken kimseden fayda yoktu. Zaten nenesinden başka kimsesi de yoktu. O dersen, o odanın içinde öksürdükçe başının etini yiyordu. “De ged! Tıksırığını başka yere saç!” diyerek. İbrahim zaten ondan bir şey beklemiyordu. Ama işte bir umut. Sıcak bir çorbayı o an kim düşlemezdi. Onu şu hayatta sadece bir kişi düşünürdü. O da Cihat! Dün yanına uğramıştı. “Kaç gündür yoksun? Öldün mü diye bakmaya geldim” demişti. Cihat nenesi yüzünden evine giremezdi. Hatta avluya bile kaçak girerdi. O nenesinin hışmını bile göze alarak gelmiş, ahıra bakmış, suları doldurmuş, yakması için odunları kapı ağzına kadar getirmişti. Bunları yaparken nenesini eve kilitlemişlerdi ki yine çocuğu taşlamasın diye. İbrahim ona yardım etmeye çalıştığında kızmıştı. “Sen şu cazgırı engelle gerisini ben hallederim” demişti. İşi bittiğinde gitmiş, akşamüstü annesinin yaptığı yemeklerle yeniden gelmişti. İbrahim onun yaptığı iyiliklerin karşısında teşekkür etmeyi pek bilmezdi. Onun yerine şöyle demişti. “Düğününde kalburla su taşıyacağım.” Dün dinlenmek bir nebze iyi gelse de sabah erkenden uyandığında aynıydı. Kendi ve nenesi önemli değil de ahırda onu bekleyen canlılar için canını dişine takıp ayaklandı. Hayvanların bakımını zor bela yaptığında köyün gençlerinden biri avlunun dışında adını sesleniyordu. Cihat haber göndermiş onun için gelmişti. “Git o öküze söyle! Cihat ağabeyim araba bulmuş de! Ben gelene kadar hazırlansın hastaneye götüreceğim! Gelmem derse de de ki! Nenesiyle birlikte zorla götürürüm!” Sekiz dokuz yaşındaki çocuk, Cihat’ın söylediklerini kelimesi kelimesine anlatınca. İbrahim gülmek istese de yapamamıştı. Fıtratında yoktu. Onun yerine çocuğun ensesine şakasına vurup “tamam söyle o denyoya geliyorum!” demişti. Nenesiyle yolculuk yapmakla tehdit ediyordu Dürzü. Biliyordu nereden vuracağını. İbrahim nenesiyle ölüme gitmezdi. Hayırlısıyla önce giderse nenesi; ardından ömürlük hayrat yapacaktı. Yolcu yolunda gerek misali zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Lakin kendisi geberecek onda hala tık yoktu. … Cihat’tan haber gelince ilk işi banyo yapmak sonrasında tıraş olmak oldu. Öyle ki hekim kendisini görünce ‘dağdan eşkıya mı inmiş?’ zannederken korkmasın diye. Sakallarını oldukça kısaltmış, kaşlarına ve bıyığına makasıyla şekil verip saçlarının ucundan da almıştı. Gezmelik dediği, siyah pantolonu ve üstten iki düğme açık bıraktığı lacivert gömleğini giyerek, pantolonun içine koymuştu. Kemerini takarken nenesine yakalandı. Oysa az önce kirli yatağının içinde horul horul uyuyan kimdi? Ne söylersem kurtulurum düşüncesiyle kemerini takıp aynanın karşısında saçını düzeltirken oyalandı. Nenesi karın boşluğuna bastonuyla dürttü. “Sana diyorum lan! Hayırdır? Avrat buldun da yapmaya mı gidiyorsun?” diye sordu. İbrahim bu kadını daha ne kadar tahammül edebilirdi. “Tövbe estağfurullah” diyerek sertçe döndü. “Ne diyorsun be kadın!” diye kızacak oldu vazgeçti. Ne bekliyordu ki. Aman evladım hayırla git, sağlıcakla gel mi diyecekti sanki. Karşılık vermeden önünden geçtiği gibi duvardaki çiviye asılmış siyah kaşe paltosuna doğru adımladı. Dursun kadın bu! Durur mu durduğu yerde, önüne geçti tekrar. “Sağır öküz! Sana sorarım cevap ver!” diye bu kez tiz sesiyle bağırmaya başladı. Ne sabırlar diliyordu içinden İbrahim. Dudaklarını ısırmakla büyütmüş, dişlerini sıka sıka çürütmüştü. Karşısında ki kadın atsa atılmaz satsan satılmaz bir ihtiyardı. Herkesi kaçırmıştı. Bu kadına kim bulaştıysa herkes ölmüştü de kala kala İbrahim kalmıştı. Onu bu kadının eline bebekken bırakıp gidenler çeksindi ahını. İnsan kime bakarsa ona benzerdi. İbrahim de artık onun gibiydi. Onun dilinden konuşurken asla gocunmuyordu. Çünkü bu kadın ancak o dilden anlıyordu. Dizlerine kadar inen paltosunu kolundan geçirirken cevabını verdi. “He kadın! Avratlar kucağını açmış beni bekliyorlar, onlara gidiyorum. Sana da gelirken seksenlik getireyim mi?” dedi. Ağzından çıkar çıkmaz da baston kafasına inmesin diye dış kapıya yöneldi. O kapı ağzındayken öyle bir bağırışı vardı ki tüm köy duymuş olmalıydı. “Çükün sönsün de gör emi Donuz Abraham!” dediğinde alnını kırıştırarak dış kapıyı açtı. Açmaz olaydı. Tam karşısında iki elinde içi dolu sepet tutan bir kız vardı. Hastalığından ötürü hayal görüyorum sandı. Ama değildi sanki. Tavuk pislikleri yığılmış balkonuna, harabeden az iyice evinin önünde çakmak çakmak gözleriyle gülümseyerek ona bakan kız gerçek gibiydi. Sesi de tanıdık gibiydi. “İbrahim emminin evi buraydı değil mi?” diye sordu kız. İbrahim o sesi duyunca sarsıldı. İçinden konuştuğunun farkında olmayacak kadar. Kız sorar sormaz içinden “He İbrahim benim! Emmisini itler yesin!” dedi. Bu karşısındaki genç kız o çocuk muydu? “Sana derim ağabey! Doğru mu geldim diye sorarım?” diye az daha sesli sordu. İbrahim kaya gibi dikilip kalmıştı. Onun yerine arkasından bastonuyla dürterek kendisini kenara çeken nenesi konuştu. Hem de kart sesiyle korkutarak. “Çekil şuradan! Kim bu kancık?” diye.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD