Onlar Allah'ın Kulu Ben Şeytanın ta Kendisi

2937 Words
Dursun kadın; Söğütlü köyüne on altı yaşlarında gelmişti. Kağnı arabasının üstünde, yirmi gün sürmüştü yolculuğu. Yanına verdikleri çeyizi; kucağına sıkıca bastırdığı, pazen kumaşa sarılı iki parça kıyafet bir de kenarları yırtık kara lastikli ayakkabılarından ibaretti. Bir de analığı insafa gelmiş olacak eline, yufkanın arasına sardığı küflü peynir ve birkaç yeşil elma koymuştu. Senenin kaç olduğunu bilmezdi. Okuma yazması yoktu. Gözü bağlı kuş misali, baba ocağında tek bildiği, tek öğrenebildiği, sadece karnını doyurmak ve gününü dayak yemeden geçirmekti. Elinden de her iş gelirdi. Mevsimlerden yazı ve kışı bilirdi. Ondaki sene geçişleri böyleydi. Ama en çok yediği ayazlardan ötürü kışı çok iyi bilirdi. Onun çocukluk yıllarında, Adana ve yöresi Fransız işgalinden yenice kurtulmuş, aynı zamanda da Anadolu'nun birçok yeri de ateşten çemberlerle çevriliydi. Halk büyük bir yokluğun ve kıtlığın içinde kıvranıyor, savaşa gidenler savaştan dönenler, geri de kalanlar olarak yaşamak için mücadele veriyordu. Onun mücadelesi, yaşadığı evin içindeydi. O yüzden dışarıda neler oluyor bilmezdi. Asıl mesele onun kıtlık ve yokluğun hüküm sürdüğü o yıllarda babası gibi bazı akılsız ve cahil babaların, göğüsleri yeni çıkmış kızlarını; bir deri peynire, bir teneke bala, bir at nalına yahut bir hayvan karşılığında gelin ederlerdi. Dursun’un da gelin olduğu o yıllardı. Hakkına düşen ise deli bir kısraktı. Tıpkı kendisi gibi. Kendisiyle evlenmek için, uzak yollardan gelen kişi bir garip oğlu İbrahim'den başkası değildi. İbrahim; kara yağız bir delikanlı, bileği kuvvetli, iş bilen, erdem ve ahlak sahibi, taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar da aklı başında bir delikanlıydı. Tek kusuru fazla çok fazla merhametliydi. Elinde avucunda tutmaz, verir ha verirdi. O yüzden de evleneceği zaman gelmiş fakat elinde avucunda olmadığından bir türlü yuvasını kuramamıştı. “Benim gibi çulsuza kim gelin versin de kızını heder etsin” derdi. Fakat çok sevilirdi. Yaşadığı köyde öyle böyle değil çok sevilirdi. Köyünde yaşayan büyük adamlar bu sevgi karşısında ona evlenmesi için yol göstermiş, manen ve madden destek çıkmak istemişlerdi de “şimdilik dursun bakalım” derdi. Dura dura zamanı da geçiyordu. Köyde evlenebilecek kızlar çoktan yuvasını kurmuştu. Geride kalanlar ise hep çocuktu. Bilmezdi ki İbrahim nasibindekinin yine bir çocuk olduğunu. Babasını savaşta kaybetmiş, bir kör anası iki de evlilik yaşına yaklaşan kız kardeşi vardı. Önce kızları alnımın akıyla gelin edeyim, sonrasına bakarım der dururdu. Böylesi ince düşünceler içerisinde ömrünü geçirirken bir gün annesi, aynı konuyu açarak konuşmak istemişti. Şöyle demişti annesi. “Kızlarımın senin gibi ağabeyi olduğu için bilirim ki sen yaşadığın sürece, sırtları yere gelmez. Ama sen oğul. Sen onlar gidince ne edeceksin? Bak benim de yolculuğumun bitmesine az kaldı. Karanlık gözlerim şehit babanın saçtığı ışığa doğru kavuşmak için can çekişiyor. Canım oğul! Bu kör dünyamda hepiniz bana cenneti tattırdığı için mesudum.” “Allah her birinizden razı olsun. Şayet senden bir isteğim daha var. Ölmeden şu kapıdan girecek olan hatununun nefesini duymak.” Demişti. Su bile isterken yük olurum korkusuyla dile getirmekten çekinen annesinin, bu içten istediği son arzusu içine batmıştı. Ona tamam dememişti ama Cuma namazı çıkışı çok sevdiği Saka Emmiye açmıştı mevzuyu. Anasının dileğini de söyleyerek. “Bunu dile getirirken niye sıkılırsın evlat! Dinimizin emridir evlilik” diye başlamış sonra da zaten o da kendisiyle konuşmak için fırsat kolladığını söylemişti. İbrahim'in meraklı bakışlarına karşılık; yanlarında bulunan iki ahbabıyla da birlikte caminin duvar dibine çökmüşlerdi. Saka Emmi anlatmaya başlamıştı. “Evet dinimiz evliliği emreder. Lakin benim sana diyeceklerim başka bir şey. Senin gibi bir gençten istediğim bir taşla iki kuş vurman” İbrahim ne demek istediğini anlamamıştı. Adamı ilgiyle dinlerken, saygı ve sevgisinden ötürü sözünü kesmemişti. “Geçenlerde Ulukışla’ya gitmiştim, bilirsiniz! Orada eski bir ahbapla karşılaştık. Havadan sudan konuştuk derken, onun yaşadığı köyde benim uzaktan bir akrabam vardı onu sordum. Neler yaparlar ne ederler diye. Sormaz olaydım. Bu Muzaffer dediğim akraba evleneli çok oldu orası ayrı. Fakat evlendiği ilk karısından altı kızı olunca haline, sefilliğine bakmadan ikinci hanımı almış. Getirip yerleştirmiş baş köşesine. Aldığı hanımdan sanki inat eder ondan da altı oğlu olmuş. Oğlan kız fark etmez. Rabbim acılarını tattırmasın onda da değiliz. Bilirsin işte oğul, şu yoklukta kıtlık ülkenin her köşesinde. Bu Muzaffer onca horantayla bir evde. İllaki alemlerin Rabbi aç koymaz kimseyi de bu adam, ilk hanımıyla kızlarını bir köşeye atmış. Kadıncağız altı kızıyla, oğlanlar ve anası için çalışıp didinirmişler de halleri beter durumdaymış. Kimi aç kimi tok, aynı avluda yaşamaya çalışırlarmış. Sonra kızları büyümeye başlayınca erkenden bir bir gelin etmeye başlamış. Aklı kıt adam, kimini bir orağa vermiş, kimini de bir çömlek tereyağına. Öyle böyle doğrultmuş belini. Laf nereye gelecek. Şimdi evinde iki kızı kalmış. Birine söz koymuşlar da diğeri dururmuş. Bunları işitince Allah var çok kızdım. Böyle insan böyle müslümanlık olmaz dedim. Dedim de işte duyan kim? O an aklıma şu geldi. Evde duran son kızı sordum. Durumu nedir? diye. Çok çalışkan bir kızdı dedi ahbap. Düne kadar hanımıyla tarlalarda iş koştururmuş. Elinden uçan kaçan ancak kurtulurmuş. Öyle bir kızmış. Fakat son yıllarda pek gören olmamış. Muzaffer'e demişler nerededir diye. Evlilik çağı kızı gönderecek değilim artık demiş. Bence yalan söyler dedi ahbap. Hanımı çok eziyorlar kızı diye sürekli anlatırmış. O anlattı ben acıdım sabiye. Allah için benim oğlanları evermeseydim gider alır gelirdim birine diye düşünmedim değil. Sonra Allah'tan ya sebep, aklıma ilk sen geldin İbrahim. Ne dersin ne düşünürsün bilmem. Kısmetin tabi ki Allah’tan. Fakat buna sebep biz olalım istedim. Seni oğullarımdan ayırmam bilirsin. Hakkın üstümde çoktur. Hak yemez yedirmezsin. Sana şöyle bir teklifim var. Benim kağnı arabasını al, yanına da tayımı vereyim, düş yola. Hem kızı kurtar gel hem de sırtını dayanacağın bir yuvan olsun. Ne dersin oğul? Bak Allah'ın işine! Dün ben seni bu sebeplerden aklımdan geçirirken bugün sen aynı sebeple beni buldun. Vardır bunda da bir hayır. Değil mi dostlar. Sizler de bir şey deyin” dedi. Nur yüzlü Saka emmi, dili kuruyana kadar içindekini döktü. Yanında bulunanlar da en doğrusu budur diye tasdikledi. İbrahim Saka Emmi anlatınca teklifini sunmadan kabul etmişti zaten. Onlara da güvenir, inanırdı. Başını mütevazi bir şekilde yere eğerek kabul ettiğini söyledi. Çok değil haftasına, ödünç aldığı kağnı arabası ve ona hediye edilen deli tayla düştü yola. “Kısmetimizse olur” diyerek düştüğü yolda, yirmi gün sonra Dursun'un yaşadığı köye ulaştı. Köylüye sorup öğrendiği evin kapısını bismillah diyerek çaldı. Saka Emminin dediği o adam açtı kapıyı. Selamını söyledi, durumunu izah etti. Adamın ilk sorduğu şuydu. “Kızım için verecek neyin var?” “Yanımda getirdiğim tayım var. İznin olur da verirsen kızını götüreceğim damı akmayan dört duvarım var. Allah’a şükür bedenim tam, sağlığım var. Onun dışında sorarsan bu kadar dedi” Karşısındaki adam taydan sonrasını dinlemedi. Arabaya bağlı tayın sağını solunu çoktan incelemeye başlamıştı. Beğenmiş olacak ki gözü tayda, eliyle oturduğu evin damını işaret etti. “İşte kız orada. Al götür” dedi. Adamın bu tavrı için yumruklamak istemişti İbrahim. Fakat Saka Emmiden sıkıca tembihliydi. Gösterdiği kıza gözünün ucuyla baktı. Dursun kız; Sırtı dönük, şalvarını toplamış yere çömelmiş bir vaziyette olduğu yerde sallanıyordu. Kızın hali hal değildi. Niçin böyle sallandığını az biraz düşünse de merhametli yüreği onun bu durumuna karşı sızladı. İbrahim genç kızı kaşlarını çatmış izlerken bunu fark eden Muzaffer vazgeçecek korkusuyla panik yaptı. Ömrü boyunca Dursun için baba olarak adım atmazken, açıklama yapma gereği duydu. Hepsi önünde duran tay içindi. Halbuki Muzaffer soracak sanmıştı. Niçin böyledir diye. Gözünün içine bakmış, vereceği cevabı da hazırlamıştı. “Bir ay önce iki yaşındaki oğlum, tandıra düştü. Ondan önce de anasını kaybetti. Ondan bu hali. Aklına kötü bir şey getirme!” dedi. İbrahim sormamıştı bile. Böylesi bir babanın evinde şu kızın görüntüsü normal demişti. Anında da içinden şunu geçirmişti. Kalbi güzel olsun ben onu sarar sarmalar iyileştiririm. Yeter ki iyi bir eş, iyi bir insan olsun da gerisi Allah’ın izniyle gelişir demişti. Geç kalmış olduğunu bilememişti. Dursun, İbrahim gelmeden önce, yeniden delirmeye başlamıştı. Çığlık çığlığa uyanıyor, ortalığı yakıp dökmeye başlar olmuştu. Evladını kaybeden analığı bir de bu deliyi mi çekeceğim diye yeniden ahıra bağlamış o da fayda etmemişti. Bu hallerine şahit olan Muzaffer ise gitsin kimin evinde delirecekse orada gebersin demişti. Nasibine de böyle yiğit düşmüştü. Muzaffere sadece yaşını sormuştu, İbrahim. On sekizine basmak üzere diye yalan söylemişlerdi. Halbuki İbrahim'in göz ucuyla gördüğü kız, on ikisinde ancak vardı. Koskoca adam yalan söyleyecek değil ya diyerek kendine kızmıştı. Nasibimse yaşı da iyi demişti. Böyle bir adamın karşısında ezik durmak istemese de utana sıkıla şimdilik düğün dernek yapmayacak durumda olduğunu arz etmişti. Ama akılları kalmayacağını senesi dolmadan kendi köyünde istediği düğünü yapabileceğinin sözünü vermişti. Muzaffer’in düğün dernek umurunda değildi. Birinci derdi şu tayı almak. İkinci derdi ise şu uğursuz deli kızdan bir an önce kurtulmak. Bunları elbette söylememişti. Güzü tayda şunu demişti. “Al kızı götür! Gerisi senin şerefin, seni ilgilendirir.” demişti. … Ah Dursun Kız! Böylesi yiğit mert bir adam bile seçtiği kötü yoldan dönmesine sebepken o iyi insan olmayı inatla ret etmişti. Sanki kötü olmak için yemin vermiş gibi sanki ölümüne ant içmiş gibi nereden iyilik görse cinnet geçirir, hayatı hem kendine hem çevresine zehir ederdi. Analığı elinde ilk kez yamasız bir elbiseyle yanına gelmişti. “Hadi kalk! Evleniyorsun” diyerek. Dursun'un durum içler acısıydı. Çocukluğunun aksine daha kötü olmuş, kendinden geçmişti. Gözleri kan çanağı, koyun kırkmış gibi kesilen saçlarının üstünde, siyahı solmuş bir örtü vardı. Hiç konuşmuyordu. Analığı giy diyor giyiyor, çıkar diyor çıkarıyordu. Git dediği için de gidiyordu. Ele güne karşı, kucağına bir çıkın, birazda azık tutuşturup İbrahim’in önüne koymuşlardı. İbrahim imam nikahında sadece sesini duymuş, yüzünü ise arabaya bineceği sırada görmüştü. Kucağında sıkıca bastırdığı bohçasıyla arabaya binip hazırım der gibi bakmıştı. Başına kara bir örtü atmışlardı. Örtünün rengi de tıpkı yüzü gibi solmuştu. İbrahim’in baktığını anlayınca siyah dağınık kaşlarını çatmış, ısırmaktan harap ettiği dudaklarını dişiyle yeniden sıkıştırmıştı. İbrahim onu ürkütmek istememişti. Nasıl olsa tanışacağız düşüncesiyle bismillah diyerek kimseye eyvallah demeden, kağnı arabasına binmişti. O önde, Dursun Kız arkasında yola çıkmışlardı. İbrahim benden korkmasın, önce varlığıma alışsın düşüncesiyle bir süre arkasına dönüp bakmamıştı. Dursun'un yaşadığı köyün tepelerini aşana kadar böyle ilerlemişlerdi. Ancak hava kararmaya yüz tutmuş, öküzlerde bizde biraz dinlenelim düşüncesiyle arkasını dönüp söylemek istemişti. Dursun Kız ona dik dik bakınca vazgeçmişti. İbrahim yine de onun bu bakışlarını hiç yadırgamamıştı. Hiç kolay değil demişti. Yerini yurdunu bırakıp, huyunu suyunu bilmediği bana gelin oluyor. Saka Emminin de anlattığına göre yaşadıkları da kolay değildi. Alışırdı inşallah. İnsanoğlu asırlardır neler nelere alışıyordu da buna mı alışamayacaktı. Hem de yüce yaradanın huzurunda birbirlerine helal kılınmışlarken buna da alışılırdı. Yeter ki aralarında sevgi ve saygı olsundu. Gerisi gelirdi Evvel Allah! Sadece aklı bir şeye takılmıştı. Kendine karşı kızgın bakışına değil de yol boyunca ağzının içinde mırıldanıp durmuştu. Ardı ardına söylediği sözlerin tonu, diğerinin benzeriydi. Sanki bir mâni söyler gibi tekrar edip durmuştu. Ne diyor acaba diyerek kulak kabartmıştı fakat ağzının içinde homurdanarak söylediği için anlamamıştı. Belki de evinden çıkan her gelinlik kız gibi ağıt yakıyordu. Geçtiği tepelere hitaben “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” diye mırıldanıyor olabilirdi. İbrahim yanılıyordu. Dursun asla onun düşündüğü gibi sözler söylemiyordu. Aksine bilinmezliğe doğru yol aldığından, yine sanrısı tutmuş, kendinden geçmişti. Kendi kendine şunları söylüyordu. “Deli Dursun! Zebani Dursun!” diyerek kendisine kızıyor, dişleriyle dudaklarını kanayana kadar ısırıyor, sonra sesini öndeki adam duyacak korkusuyla, kendi kendini çimdikliyor, ama susamıyordu. “Adı karayılan deliğinden gelecek Dursun! O evi unutacan bok Dursun! Unutacan o evi!” “Yaşadıklarını unutmayacan ama!” “O günü de unutacan Domuz Dursun! Sen bir şey etmedin ki! İçine giren şeytan etti. “He ya şeytan sen Dursun! Kıyamete kadar unutacan o günü Deli Dursun!” “Unutmayacan uğursuz Dursun! Sen şeytan oldun gayrı. Bundan gayrı kötüsün sen! Kötülere kimse ilişmiyor Dursun! Gayrı korkarlar senden! Kimsenin de haberi olmayacak. Şeytan oldun gayrı Dursun! Adı batasıca Dursun! Doğmaz olasıca Dursun. Bundan öte gizleme şeytanlığını. Haykır herkese gözü çıkasıca Dursun!” … O günden sonra dediği gibi şeytan olmuştu adeta Dursun. İlk bir yıl boyunca ağzından tek bir söz çıkmamış ne eşine ne de onun ailesine karşı saygı yahut sevgi göstermişti. Baba evinde beş dakika durmayan Dursun, o evde bir çöp dahi kaldırmamıştı. Önüne yemeği konuluyor, sırtına döşeği seriliyordu. Elinde bir çöp akşama kadar elma ağacının altında, beş karış suratla oturup kendi kendine yine o ağıtı yakıyordu. İbrahim ve iki görümcesinin, yatağın içinde küçülmüş kalmış kör annelerine olan hürmetlerini, şen seslerini işittikçe içleniyor, içlendikçe de onlara karşı kin besliyordu. Halbuki gözünün içine bakıyorlardı. Halinin ne feci olduğunu bildiklerinden sessiz kalıyorlar, yaptığı her aşırılığı görmezden gelip el üstünde tutuyorlardı. Dursun bu! Önüne konulan altın tabaklı cennet meyvelerini tatmayı bilememişti. Evlilik adına girdiği yolun sonunda cennete kavuşacağını görememişti. Kendince bir türkü tutturdu ve ona inanmıştı. “Ben kötü ve uğursuz olarak doğdum. Bundan gayrı da iflah olmam, böyle devam ederim” derdi. Sonra yine kendi kendine söylenip ona inanırdı. “Bu insanlar düş. Onlara inanıp teslim olmayacağım. Beni dünyaya gözümü açtığım evdeki insanlar sevmemiş, bu insanlar mı sevecek. Doğduğum evde, görmediğim hürmeti, sevgiyi, kanımın bağlanmadığı, suyumun bulaşmadığı yedi kat eller mi sevecek. Onun yaşamında tatmadığı iyiliğin gerçekliği yoktu. O bu dünyaya uğursuz olarak gelmiş, şeytan olarak göçüp gidecekti.” Madem böyle insanlar vardı, şimdiye kadar neredelerdi? Bu insanlar sadece bu köyde mi vardı? Ya kendi köyündekiler kimdi? Onlarında iki kolu iki bacağı yok muydu? Onlar da insan gibi görünüyordu. Neden kimse onun çığlıklarını duymamıştı. Yardım edin diye bağırırken, kurtarın beni diye feryat ederken hani neredeydiler. Onlarda güya iyi insanlardı. Başına gelen o olaydan hemen önce böyle bağırmıştı da neden kimse yardıma gelmemişti. Hani babasının domuz oğulları; Ona ellerindeki sapanlarla taş fırlatmışlardı ya! Kafasına gözüne gelen taşların acısıyla avlunun dışına kendini zor atmıştı. Etmeyin kardeşlerim; aklınız küçük inanmayın bana deli diyenlere diye kendini açıklama gereği duymuştu. Onun bu savunmasız haline gülen kardeşleri onu taşlarken, sopaları kafasına, gövdesine indirirken oyun sanmıştı. O can havliyle yardım edin diye çığlık çığlığa bağırmıştı da neden Allah’ın tek bir kulu onun sesini duymamıştı. Oyun mu oynanıyor sanmışlardı. Onun gözünde de aklında da iyi insan diye bir şey yoktu. Allah cenneti vaat etmeseydi ona bile secde etmeyecek insanlar etrafında kol geziyorken kimseye inanamazdı. Herkes hesapçıydı işte. Allah'ın kuluyum diyenler bile zora düşünce ya da işine gelmeyince kendini şeytana satmıştı. Amma önce amma sonra. Babasının evinden sonra etrafında fır dönen bu insanlarda günü geldiğinde kendilerini şeytana teslim edecek ve taşlayacakları ilk kişi Dursun olacaktı” Böyle düşünürken onların yaptığı iyilikleri görmezden geliyordu Dursun. Sonra yanılır gibi olup kafasında başka şeyler kuruyordu. “Yoksa bunlar toprak olana kadar, böyle gülecekler miydi? Sonra mutlu oldukları için her gün beş vakit onlara bu mutluluğu verene karşı şükür mü edeceklerdi. Haşa o zaman, Allah kul ayırıyordu! Allah onları iyi, kendisini kötü yaratmıştı. Onu dünyaya göndermesinin tek sebebi; Muzaffer'in altın yaldızlı oğulları olsun diyeydi. Pekâlâ öyle değilse neden onu uğursuz, çirkin yaratmıştı. Haşa kul ayırımı yapmıyorsa, neden o gün izin vermişti. O sapanlarla atılan taşların arasından kurtulmaya çalışırken keşke ayağını kaydırıp yere düşürseydi de o tandıra girmeseydi. Allah’ın sevdiği kul olsaydı, şeytanın en sevdiği ateşin başına koşarak girer miydi? Sanki şeytan onu çağırmıştı. Oysa Allah’a yalvarmıştı Yüzünden gözünden kanlar akarken “Bir sebep sal ve beni şunların elinden kurtar Allah’ım” diye Sonra bir ay kadar önce ölen anası aklına gelmişti. O yaşasaydı onun yanına sığınsam bunların elinden beni kurtarır mıydı diye düşünmüştü. Düşünürken de kurtarmayacağını hatta türlü hakaretlerle bir de o döveceğini bildiği için daha da sızlanmış, hıçkırıklarını bastırarak ağlamaya başlamıştı. Analığı tandırı yakış olacak ki kora çalmış yakıcı ateşi yüzündeki yaralara vurunca daha çok canı yanmıştı. Yüzünü diğer tarafa dönünce olan olmuştu. Babasının en küçük oğlu kendine bakarak gülüyordu. Bu oğlan ki en küçükleri ama doğduğunda en güzel, gözleri sürmeli, uğruna iki koç kesilen henüz iki yaşına girecek olan oğlu Yakup’tu. Dursun’un kan revan içinde olan yüzüne bakıp parmağını uzatıp, yanına yaklaşmıştı. Dibine kadar gelip yüzünü görünce korkmuş olacak ki başlamıştı ya ağlamaya. O gün işte! O gün! “Ne ağlarsın gevurun dölü” diye canının acısını sanki çocuktan çıkarırcasına çıkışmıştı. Çocuk daha çok ağlamaya başlayınca o da ağlamıştı. Ama nasıl ağlamak. “Alın canımı da alın. Ağlamamı bile çok görüp kendinize hak görüyorsunuz” diyerek, yakasını bağrını yırtmıştı. Halbuki çocuk kucağına sığınmak için gelmişti. Dur demek için gelmişti! Onu oraya gönderen de Allah'tı. Belki de ona bir işaret yollamıştı. Şu küçük meleğe bak ve sakinleş. Ona sarıl ve ondan güç al diyordu belki de. Dursun iyi olan ne varsa bilmediğinden anlayamıyordu. Anlar gibi olduğunda da direniyordu. O gün ise en kötüsü olmuştu. Yakup ağlayarak kucağını sığınmak istediğinde o zaten sinir krizindeydi. Çocuk kendisine yaklaşmasın diye kolunu savurdu. Yakup’un boğuk feryadı tandırın içinden geldi. Yanık et kokusu ise her yeri sardı. İşte o kara gün. Bir bebeğin yanık et kokusuyla islendiği o gün, neredeydi bu iyi insanlar. Neden Dursun'u, bile bile şeytan doğru itmişlerdi. O gün kimse ona melhem olmayınca kendini şeytana satması zor olmamıştı. Yalan mı? Bunları Dursun yapmıştı işte. Üstüne bir de anında plan yapmıştı. İyi insan olsa bunu akıl eder miydi? En büyük oğlanın; “hadi gelin bir de tandır evine bakalım” dediğini duyar duymaz akıl etmişti. Çocuğu hem itip hem de dışarıdakilerin sesini duyunca, içinden çekip çıkarmasının arasında saniyeler vardı. Çıkardığı gibi de artık sesi iyice kesilen çocuğun, ayaklarını tandıra uzanacak vaziyette koyması. Kendi düşsün sansınlar diye düşünmesi, ancak şeytanın aklına gelmez miydi? Aynı hızla un torbalarının arkasına saklanmıştı. Bu kez de yanan çocuğun et kokusu sinen ellerini, sesim çıkmasın diye ağzına bastırmıştı. Allah'ın yarattığı iyi kullarının aklına bunlar gelir miydi? Şeytanın aklından başka. Bunu kendine hep soruyordu Dursun. Sonra ne mi olmuştu? Babasının oğlu yanarak ölmüştü. Acı feryadı dağlarda yankı yapmıştı. O acıyla; uğruna kaç ömrü hiç ettiği oğullarının üstünde odun kırana kadar dövmüştü Muzaffer. Niye kardeşinize sahip çıkmadınız diye. Bunları yaşayan Dursun iken kimse ona biz iyiyiz sende iyi ol demesindi. İbrahim ve ailesi ona bin kez insan nasıl olunur, öğretsin dursundu. Gözlerinde etin bıraktığı o kara, ellerine sinen o koku olduğu sürece Dursun’un bunu anlamaya görmeye mecali yoktu. Adına güzel sesler ekleyerek bin kez seslenseler de o çocuğun boğuk sesiyle tıkanan kulakları bunu duyabilir miydi? İbrahim onu ürkütmeden bin kez elleriyle sevmeye yanaşsa da et kokusu sinmiş eliyle, karşılık verebilir miydi Dursun. Onlar Allah'ın kuluydu, Dursun artık Şeytanın ta kendisi. Bundan ötesini de kendine belletip durmuştu işte.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD