Söğütlü köyüne yeni gelen Dursun’un özünü bilmeyenler; onun hal ve tavırlarına bakıp şöyle derlerdi. “Bu gelini al basmış.” “Cenabet gezerken küle basmış da üç harfliler uğramış.” “Bu kızın bakışlarında bir sararma bir karanlık var. Bu gelinin bakışlarından belli İblisi dost edindiği.” “Aman böylesi ocaklardan ırak” derlerdi.
Söğütlü Dereye inen yolda, tek katlı iki göz odalı eve gelin gelmişti Dursun. Derede işleri olan köylü haliyle onun evinin önünden geçerdi. İbrahim Allah için bu duruma, asla ses etmezdi. Ne kendisi ne de kendine benzeyen bacıları, “Allah'ın yolunu mu kıskanacağız” derler, köylünün kapı ağzından geçmesine izin verirlerdi.
Halbuki iki göz odalı evinin önünde ahır ve kümes yaptıracak kadar arsası vardı. Şayet istese yolu kapatır, hanesini genişletirdi. Fakat gönlü geniş İbrahim, köylüye ayıp olur düşüncesiyle asla bunu düşünmemişti.
Yoldan geçenler çoğu zaman; şöyle dua ederlerdi İbrahim ve ailesine. "Şu yolda olmasa! ya çalıya dolanacak ya ite kapılacağız. Allah razı olsun verenden de bırakıp gidenden de." İşte bu söz yeterdi İbrahim'e.
Fakat evlendikten sonra henüz bir yılı dolmadan, hayrat niyetiyle verdiği yolu, kendi elleriyle ördüğü taş duvarlarla içi kan ağlayarak kapatmak zorunda kalmıştı. Kim için yüzü gülmeyen eşi Dursun için. Dursun’un yüzünü görüp de hakkında konuşan köylüleri duymaması için. Duydukları karşısında karalar bağlamaması için evin dört tarafına taş duvar dizecekti. Yolları kapanan köylü, İbrahim'e ara sıra buğuz etseler de bilirlerdi ki suç kendilerinindi.
Çenelerini tutamamışlardı. Kimi zaman yayan, kimi zaman eşeklerine yükledikleri demir leğenler ve heybe dolusu çamaşırlarla dereye doğru gittiklerinde Dursun'u gördükçe konuşmuşlar, onun duymasından çekinmemişlerdi.
Dursun kızın hali dillerinde pelesenk olmuştu. Dursun gelin! Ya da en bilindik ağızla nur yüzlü, delikanlı İbrahim'in suratsız cinli eşi. Kim görse hakkında konuşurdu! Konuşmayanlar da beş parmağın sayısını geçmezdi.
Dursun; gelin geldiği günün gecesi, güneşi doğmadan, alacakaranlıkta dışarı çıkmıştı. Evin önünde bulunan o kara taşın üstüne oturmuş, dizlerini karnına çekip, gözleri boşlukta olduğu yerde büzülmüştü.
On sekizinde bile olmayan, İbrahim'inin dokunmaya kıyamadığı gelini ertesi gün doğmadan söylenmeye başlamıştı. “Dünyaya niçin geldim de bu insanların arasında işim” nedir diye.
Durmamıştı işte. Durulmamış, anlayamamıştı. Rab önüne öyle güzel bir nimet sunmuştu ki tadına bakmadan “zehir yutturacaklar, bana” sanmıştı.
İnsan dediğin kolay kolay gördüğünden geri kalmazdı. Yedisinde ne görür, neyi bellerse, yetmişinde de olsa ötesini sorgulamazdı. Sorgulayabilmek; akıl işiydi. İlim işiydi. Bunları bulabilmek için ise zahmet gerekirdi.
Dursun'un aklı, adı gibi durmuştu. Toydu fakat yaşadıklarından ötürü olgunlaşamadan yere düşmeye yüz tutmuştu. Halbuki daha çocuktu. Şayet doğduğu evde aklı başında birilerine denk gelip akıl edebilseydi, az buçuk anlardı. Ne yüce gönüllü kişilerin evine gelin olabildiğini. Edemedi. Onun bebeklikten beri gözü kara renk görmüş, diğer renklerin ahengini hiç anlayamadı.
İşte bundan sebep, o taşın üstüne ilk gecesinin sabahına yakın saatlerde oturmuş, “ne vakit öleceğim” diye beklemeye durmuştu. Belirli bir süre o taşla beraber durdukça karardı. Karardığını tüm köylü gördü. Hepsi de hakkında konuşmaya başladı.
“Bu ne biçim bir kız” dediler. "Tövbe estağfurullah! Şunun bakışına bakın hele!” gibi türlü ürkütücü sözler söyleyerek önünden geçip gittiler.
Kendisine söylenen sözleri duydukça daha çok bilendi. “Al işte! Bunlar bile gerçek yüzümü ilk günlerde gördü. Bir de şu içerideki, saçımı okşayıp yüzüme dualar okuyan tuhaf bakışlı adam görürse işte o zaman cehennemin dibine gitmem yakındır.”
Bunları; köye ilk geldiği sıralarda söylerdi Dursun.
Yarım asır sonra da şunları söyleyecekti, o birine.
…
“O Allah ki bu Akadamı bekliyor zahir, derdim.”
“Akadam mı?”
"He ya! Ben içimden ona hep öyle derdim. Sanki yüzüne bir şey çalarmış gibi aktı. Köyde herkes ona nur yüzlü derdi. Ama herkes söyleyince ben demezdim. Akadam derdim. Ama hep içimden.
“Çocuk muşsun işte! Böyle söyleyince de kızıyorsun ama! Bildiğin çocuk”
“Kız ne çocuğu? Biciklerim helke kadardı. Ablamlardan önce oldum aybaşı. Öyle çocuk mu olur?”
“Kaç yaşında olur çocuk?”
"Zıkkımın kökünde. Anlatmıyorum işte. Yırtık dondan çıkar gibi o neydi bu neydi sorup duruyor, canımı sıkıyorsun"
…
“Başlarda o taşın üstünde Allah onu, benimle imtihan ederken nasıl yoldan çıkacak diye bekledim durdum. O da yoldan çıkar dedim. Öyle emindim ki yoldan da insanlıktan da çıkacağına. Benim girdiğim kapıda kimim işi rast gelmiş de o mesut olacakmış. Bu işin sonunda ya beni öldürecek sanırdım ya da kendini. Beni öldürebilirse onun sonu cennet olurdu. Bunu Allah da bilir herkes de. Kendisini öldürürse şayet benimle birlikte cehennemi boylar, diye düşünürdüm. Zaten kağnı arabasından inip eve girdiğimizde dediydi bana. Bundan gayrı dünyada eşimsin. Ömrümüz güzel akıp giderse, dilerim ahirette de olursun diye."
"Sabırlıydı zıkkımın adamı. Ben bekledikçe ölümü o bakışlarıyla öldürüyordu beni.”
“Köylüler, yüzüme bakıp Felak Nas okudukça bazen derdim. Allah canımı alıverse de bir an önce kurtulsam. Azıcık cesaretim olsaydı kendim yapacağım ama yoktu. Ölmek sancılı bir işti. Kaç kez ucundan döndüm benden iyi kimse bilmez.
“Yalan mı? Bak sende tattın işkencenin bin bir türlüsünü. Get öldür kendini ne durun? Yapamıyorsun değil mi? İnsan yediği zehrin tadını bildiğinden, kendi elleriyle ağzına sürer mi? tadabilir mi? Tadamaz. Benim ki de ondandı. Çok acır dedim. Çok acır!”
“Ya susan öyle işte”
“Ama o Akadam da az değildi. Bulmuştu yolunu işte. Bu günahkarı kendi ellerimle severek öldüreyim de anlasın diyordu resmen. Anlasın ki ağzında emzikli bebeğe nasıl kıyılırmış görsün! Beni elleriyle boğacağı günü bekledim durdum”
“Onun bana her yakınlaşması azaptı! Her gece, her gün o döşeğin içine beni çekip çocukmuşum gibi kucağına bastırıp, hoş sözler etmesi işkenceydi. Nasıl ediyorsa gayrı elini saçlarıma sürmeye başladığında, tüylerim kökünden çekilirdi. Sırtım terler, boğazım kurur, soluğum kesilirdi. Hele ki göğsümde bir yangın çıkardı ki al işte derdim. Ecelimi çağırıyor bu boyu devrilesice. Bir de ayağıyla ayaklarımı kenetler, koca kollarıyla bedenimi sabitlerdi. Kaçmayayım diye. O göğsünde öleyim isterdi. Ölüm gelmiş ensemde çöreklenmiş, korkuyla itiverirdim. Yüzünü gözünü tırmalardım. Korkardım ne yapayım.
"Ben Canım çıksın diye her gün her anın saatini sayarken, canım onun göğsünde çıkacak diye korkardım!”
“De get bok! Ne sevmesiymiş. Neresi sevmeymiş bunun. Benim neyimi sevsin?”
“Severken öldürüyordu işte! Ders olsun diye. Bir çocuğu sever gibi. Analığımın oğullarını sevdiği gibi severdi. Anamın abalarımı çocukken bağrına bastığı gibi, severdi.”
“Birde kendi elleriyle çimdirirdi beni. Ağzında da hep dua. Mis gibi oldun diye de kandırırdı. Niye?”
“Avrat dediğinin nerede görülmüş, eşinin saçını taradığı. Ne gördüm ne duydum. Çocuklar böyle sevilir derdi işte. Bunu gösterirdi. Zaten köylüsü de bundan akıl dilenirdi ya. Güya akıllı, bunu bana göstermeye çalışırdı.”
“Çocuklar böyle sevilir, tandırda yakılmaz, diline almadan gösterirdi. Bu adam beni de yakacaktı. Gün gelecek bunu yapacaktı bilirim.”
“Bu Akadam Allah'ın adamı. Beni yakacak ama önce o pis etim kokmasın diye kekikli sabunlarla yıkarken o kokuyu derime işleyecekti.”
“Bana bak koyun boku göz! Dilini götünden çıkarırım senin! Neymiş Allah'ın mükafatı da görmemişim. Bitti mi de hikayem ortaya kendini atıp durursun?”