Elimdeki küçük bavula sıkıca tutunmuş, karnımda taşıdığım bebeğimle yeni bir şehre doğru yola çıkıyordum. Yanımda yürüyen adam, bavulumu almak için ısrar ediyor ama inatla ona teslim etmiyordum. Belki de bu inat, içimdeki kırılgan gururun son kalıntısıydı. Kürşat Üsteğmen, bana koca bir evin kapısını açarak, hayatının yüküne bir de beni eklemeye hazırlanıyordu. Hamile bir kadını, dedesinin ölümle tehdit ettiği bir kadını korumayı üstlenmişti. Gökhan gibi bir askerdi; onun gibi mert, onun gibi sözünün eri…
Gökhan. İsmini düşünmek bile içimi yakıyordu. Yedi ay önce onu toprağa koyduğumda dünya benim için durmuştu. Bebeğimin babası, onun varlığından habersiz bir şekilde, al bayrağa sarılı tabutuyla ebedi istirahatine uğurlanmıştı. Gittiği o gün, dünyamda renk kalmamıştı.
Gökhan’ın arkasından çok şey söylediler. “O seni sevmiyordu,” dediler. “Seninle sadece gönül eğlendirdi,” diyenler oldu. Hiçbirine inanmak istemedim. Benim tanıdığım Gökhan, sevdiğim pastayı sırf mutlu olayım diye her akşam alıp gelen adamdı. Benim tanıdığım Gökhan, bir damla gözyaşı dökmeyeyim diye elinden gelen her şeyi yapardı. Evet, çalışmamı istememişti, bu yüzden anasınıfı öğretmenliğini bırakmıştım. Dışarı çıkmamı istemediği için günlerimi dört duvar arasında geçirmiştim. Ama dedem gibi bağırıp çağırmamış, amcalarım gibi beni incitmemişti. O kendi koruma yöntemleriyle sevgisini göstermişti, öyle inanıyordum.
Yanağıma süzülen bir damla yaş, düşüncelerimi dağıttı. Elimi karnıma koyup içimdeki hayatı hissetmeye çalıştım. Gökhan’la beraber olduğumuz geceden sonra onun bana soğuk davrandığı tek sabahı hatırladım. Sarhoştu ve bana defalarca özür dileyerek ağlamıştı. “Sorun değil,” dediğimde rahatlamış ama hemen ardından görevine dönmüştü. Ve bir daha da dönmemişti.
Bir ay sonra gelen haberle dünya başıma yıkıldı. Şehadet haberi… Gökhan, Midyat’ın dar sokaklarında al bayraklı tabutuyla son kez dolaşmış, ardında bir kadın ve doğmamış bir çocuk bırakmıştı. O gün yaşamdan umudumu kesmiştim. Ama şimdi, karnımdaki bu bebek için bir umut bulmak zorundaydım.
Yanımdaki adam, ansızın bavulu elimden çekip aldı. İrkilip ona döndüm. Kürşat Üsteğmen kararlı bir sesle, “Hamilesin, ben taşırım,” dedi.
“Size zahmet vermek istemiyorum, Kürşat Üsteğmenim,” diye mırıldandım.
Bana biraz daha yaklaşıp gözlerimin içine baktı. “Bana zahmet vermiyorsun, Afra. Arabam şurada, geldik sayılır.”
Bakışlarımı gösterdiği yöne çevirdim. Siyah bir araba, yolun kenarında duruyordu. Sessizce başımı eğip yürümeye başladım. Araba kilidini otomatik kumandayla açıp bavulu arka koltuğa koyduktan sonra, benim için ön kapıyı açtı. Bir an tereddüt ettim. Arka koltukta oturmayı düşünüyordum. Ama onun ciddi duruşu, kararımı sorgulamama neden oldu.
“Biraz acele edelim,” dedi sakin ama uyarıcı bir tonla. “Her ne kadar askerler bizi izlese de ne olur ne olmaz.”
Başımı salladım ve ön koltuğa yerleştim. Dedemin adamları her köşe başından çıkabilecek kadar gözü karaydı. Yedi aydır askerlerin korumasıyla hayatta kalabilmiştim, ama bu durum ne kadar sürebilirdi ki? Onu öldürmek için yemin ettiğini biliyordum. Eğer bebeğim olmasaydı, ölüme bu kadar direnmezdim. Ama şimdi onun için yaşamak zorundaydım. Bu yolculuk belki de hayatımı kurtaracak tek fırsattı.
Arabanın sessizliğinde içimdeki fırtınayı sakinleştirmeye çalışıyordum. Gözlerimi kapattım, ellerim karnımın üzerinde gezindi. Küçücük bedenimle büyük bir sorumluluk taşıdığımın farkındaydım. “Senin için güçlü olacağım, meleğim. Ayaklarımın üzerinde durup sana sahip çıkacağım,” diye fısıldadım içimden.
“Kemerini takabilir misin? Uzun bir yolculuğumuz olacak. Dinlenmek istediğinde mutlaka söyle,” dedi, yumuşak ama otoriter bir tonla Kürşat Üsteğmen. Başımı salladım, ama yüzüne bakmaya çekindim. Bir anda hayatına girmiştim; ailesi beni görünce ne düşüneceklerdi kim bilir? Gözlerimi ellerime dikmiş, sorulara boğuluyordum.
“Yaşlı bir annem var, hasta. Evimiz iki katlı olduğu için sen annemle kalırsın, ben de alt katta,” diye devam etti.
Başımı itiraz eder gibi iki yana salladım. “Olmaz,” dedim aceleyle. “Ben alt katta kalırım. Sizin huzurunuzu bozmak istemem.”
Gözleri anlık bir refleksle karnıma kayınca kasıldım. Bunu fark etmiş olacak ki bakışlarını hemen çekip yola odaklandı. “Huzurumuzu bozmayacaksın,” dedi kararlı bir sesle. “Bebeğinle birlikte annemle kalman sizin için iyi. Yedi aylık hamilesin, doğuma az kaldı. Annemin yanında kaldığında ikiniz birbirinize yardımcı olursunuz.”
“Anneniz için sorun olmasın?” diye çekinerek sordum.
“Emin ol olmaz,” dedi gözlerini yoldan ayırmadan. “Rahat ol lütfen. Sana asla zarar vermem.”
Ondan korkmuyordum. Bu zamana kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nden hep iyilik görmüştüm. Yedi aydır beni koruyan askerler, yemeğimden elektriğime kadar tüm ihtiyaçlarımı karşılamış, bir kez olsun evimin içine adım atmamışlardı. Bebeğimin durumunu merak ettiğimde beş asker birlik olmuş, beni hastaneye götürmüştü. Kızım olduğunu da o askerlerle birlikte öğrenmiştim. Hepsi sevinçle “Amca oluyoruz!” diye bağırırken, içim bir boşlukla dolmuştu. Gökhan kızını hiç öğrenemeyecekti.
İç geçirip başımı cama yasladım. Gözlerimi kapadım, karnımda kıpırdayan bebeğimi hissettim. Küçük hareketleri içimde bir huzur dalgası yaratıyordu. Keşke her şey farklı olsaydı. Gökhan şehit olmasaydı, birlikte kızımız için hazırlık yapsaydık. Meleğim için henüz bir patik bile alamamıştım. Ah annem, neden erkenden gittin? Babamı daha mı çok sevdin ki onu da alıp gittin? Keşke beni dedeme bırakmasaydınız.
Düşüncelerimden sıyrıldığımda elimde bir peçete hissettim. Kürşat Üsteğmen uzatmıştı. Yanağıma süzülen gözyaşlarını silerken, sesi tekrar duyuldu. “Sen ağlamaya devam edersen bebeğin hisseder ve üzülür. Anne karnında her şeyi hissediyorlar.”
Bakışlarımı ona çevirdim. “Bebeğiniz var mı?” diye sordum kısık bir sesle.
Direksiyonu sıkıca kavradı, derin bir nefes aldı. “Depremde öldü,” dedi kısaca.
Sözleri kalbime saplanan bir bıçak gibiydi. Gözlerim büyüdü, içim burkuldu. “Çok üzgünüm,” dedim fısıldarcasına.
Derin bir iç çekti. “Ben de.” Saçlarını karıştırdı ve ekledi, “On iki yıl geçti, alıştım artık.”
“Annesi?” diye sordum, haddimi aştığımı bilerek. İçimden birazdan “Bundan sana ne?” demesinden korkuyordum.
“O da depremde öldü,” dedi, sesi bir nebze titreyerek. “Görevdeydim. Deprem olduğunda saatlerce aradım ama telefonu açan olmadı. İçime bir kuşku düştü, hemen uçağa atlayıp Van’a geldim. Evimizden hiçbir iz yoktu. Eşim ve oğlum, bize yuva olan betonların altında can vermişlerdi.”
Bir damla yaş yanaklarımdan süzüldü. “Çok üzgünüm,” diye mırıldandım. “Acılarını hatırlattığım için özür dilerim.”
Başını iki yana salladı. “Dileme,” dedi yumuşak bir sesle. “Beni üzmedin.”
Göz ucuyla yüzüne baktım. Genç duruyordu ama gözlerindeki ağırlık, yaşadığı acıların izini taşıyordu. “Kaç yaşındasınız?”
Tebessüm edip, “Otuz beş yaşındayım,” dedi. “Yirmi yaşımda evlendim.”
Başımla onaylayıp önüme döndüm. Durmuş adamı inceliyorsun Afra. Sana ne? diye kendimi azarladım. Her şeye burnunu sokmaktan vazgeçmeliydim, ama onun sözlerinde saklı hüzün, içimde yankılanıyordu.
Yolculuğun geri kalanını sessizlik içinde geçirdik. Kürşat, molalarda benim için durup bir sürü yiyecek almıştı. Her ne kadar istemediğimi söylesem de beni dinlememiş, bebeğim için yemem gerektiğini söyleyerek çantayı doldurmuştu. Şimdi ise onun zorlamasıyla elimdeki muzu yiyordum. Sanki sert görünümünün altında beni sürekli koruyup kollayan başka biri vardı. Rabbim onu karşıma çıkararak hayatın devam ettiğini bana göstermişti.
Araba, dar bir sokağa girdiğinde etrafı dikkatle incelemeye başladım. Yan yana dizilmiş iki katlı evler akşam karanlığında sessizliğe gömülmüştü. Sokakta kimse yoktu, sadece evlerin ışıkları yanıyordu. Kürşat, arabayı durdurduğunda muzun kabuğunu titreyen ellerimle poşete koydum. Yorulmuş gözlerini bana çevirdi. “Geldik,” dedi gözleriyle bir evi işaret ederek.
İki katlı, küçük bahçesi olan bir evdi. Kızımla yeni yuvamız. Ama içimde bir korku yükseldi, nefesim daraldı. Ya annesi beni istemezse? Ya bu evden de gitmek zorunda kalırsam? O zaman nereye giderdim? İstanbul’da kimseyi tanımıyordum. Bebeğimle bir başıma ne yapardım?
“Hadi inelim,” dedi yumuşak bir sesle. “Annem uyumamış, ışıklar yanıyor.”
“Beni istemezse nereye gideceğim?” dedim, sesim titreyerek.
“Seni isteyecek, Afra. Annem geleceğini biliyor. Hadi in.”
Derin bir nefes alıp kapıyı açtım ve arabadan indim. Kürşat, arka koltuktan eşyaları indirirken ben demir kapının önünde bekliyordum. Sessizce dua ettim. Allah’ım, lütfen beni burada kabul etsinler.
. “Kürşat, hoş geldin oğlum.” Bir kadının sesiyle arkamı döndüm.
Kürşat, yanımıza yaklaşan kadının ellerini öptü. “Hoş bulduk, Semanur teyze,” dedi tebessüm ederek. Kadın yanağını öptü, ardından yüzünü bana çevirdi. Beni uzun uzun inceledi. Bakışlarını hissettiğimde gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım. Karnıma düşen bakışlarını fark edince içimde bir huzursuzluk kıpırdandı. Kadın, sonunda gülümsedi.
“Gelin kızımızla birlikte gelmişsin,” dedi sıcak bir tonda. “E annen evlendiğini niye söylemedi? Üstelik bir de bebeğiniz olacakmış. Aşk olsun, bizim niye haberimiz yok?”
Korkuyla Kürşat’a döndüm. Kadının sözleri bir anda içimi sıkıştırdı. Kürşat, şaşkınca bakıyordu, ben ise ona zorluk çıkarmak istemiyordum. Kadın bir bana, bir ona bakıyordu, sorgulayan gözlerle.
“Şey…” diye mırıldanacak oldum ama Kürşat hemen araya girdi. “Afra benim arkadaşım, Semanur teyze. İznin olursa eve geçelim, yol yorgunuyuz.”
Kadının kaşları çatıldı. “Arkadaş mı?” diye tekrarladı şüpheyle. “Kocası nerede bu arkadaşının? Saat gecenin on biri olmuş. Bekâr bir erkekle hamile kadını bu saatte nasıl yalnız bırakmış?”
Bu sözlerle ellerim yumruk oldu. Geri bir adım attım, ama Kürşat’ın sesi sert ve alaycı bir tona büründü. “Dediğin gibi saat epey geç, Semanur teyze. Neden gidip yatmıyorsun? Bu saatte sokakta dolaşırsan maazallah bileziklerini çalarlar.”
Kadın irkilip hızla başını salladı. “Aman Allah korusun. Ben eve gidiyorum,” dedi ve koşar adım uzaklaştı.
Başımı yere eğip, sessizce ağlamaya başladım. Kürşat yanımda durdu, yumuşak bir sesle, “Onun adına özür dilerim,” dedi.
“Henüz en başında seni zor duruma soktum,” dedim, hıçkırıklarımı bastırarak. “Ben gideyim. Yoksa başına bela olurum.”
“Nereye gidiyorsun?” dedi gözlerimin içine bakarak. “Sen bir kere benimle geldin. Gitmene izin verir miyim sanıyorsun?”
Bana uzattığı güven, içimde kopan fırtınayı bir nebze olsun dindirdi. Onunla geldiysem, bu yolda onunla yürümeye mecburdum.